Son Haberler
Anasayfa / atölye / ÇİNGENE KAVGASI HİKAYESİNİN İNCELEMESİ

ÇİNGENE KAVGASI HİKAYESİNİN İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

Çingene kavgası

 

… Reha Bey, bana, dün Lonca’da öyle şatafatlı, öyle dört başı bayındır bir Çingene kavgası seyrettirdi ki ben, bu çok canlı ve çok renkli panaromayı ömrüm oldukça unutamayacağım. Bu kavga, öyle ara sıra Sulukule’de filan para için tertip edilen yapmacık ve ufak tefek kavgalardan olmayıp, gerçek, candan, yürekten, daha doğrusu sinirden gelme samimi, lirik ve baştan başa heyecan dolu bir kavga idi.

Bir gün önce cuma olduğu için Kağıthane’ye gezmeye, eğlenmeye giden bir takım, akşamüstü geç vakit arabalarla oradan dönerken, karşılarında oturan bir evin kız çocukları, bu Kağıthane’den dönenlerin çocuklarına takılmış, onlarla:

-A.. a!… Şunlara bakın!.. Bitli Kağıthane’den dönüyorlar, bir de bize çalım satıyorlar! diye alay etmişler… Bunun üzerine akşam karanlığında, oracıkta hafiften bir ağız dalaşı başlamış. Fakat Kağıthane’den dönenler yorgun oldukları için işi o gece pek uzatmamışlar, ufak tefek bir iki atışmadan sonra meseleyi ertesi sabaha bırakmışlar…

Balat’ta Kilisedibi’ndeki büyük meyhanenin bahçesinde bunu haber alan Reha Beyi kulağıma eğildi:

– Öyle ise, dedi, yarın erken kalkalım, birlikte Lonca’ya gidelim, çok enfes bir kavga seyredeceğiz ki, sen bunu rüyanda bile göremezsin!

Ertesi sabah erkenden Lonca’ya geldik, önce oradaki şişman sütçüde birer süt, sonra da tepedeki Hançerli Bostan kahvesinde birer nargile ile kahve içtik…

Derken efendim, baktık ki alt tarafta, Hançerli Bostan’ın yüksek duvarının dibindeki tozlu meydanda bir kaynaşmadır oldu. Önce çoluk çocuk, sağa sola koşuştu.  Arkasından kadınlar, kızlar kapıların önlerine dizildiler. Erkeklerin hemen hepsi işlerine ve işi olmayanlar da mahalle kahvelerine gitmişlerdi. Daha sonra çık pencerenin birinden uzanan bir genç kız karşıki eve doğru hafiften seslendi:

– Biz Kağıthane’ye gidiyoruz, a kız! Keyif etmeye, eğlenmeye, cana can katmaya gidiyoruz. Nasıl var mı iştahınız sizi de götürelim? Orada bizimle birlikte hem keyif eder, hem eğlenir, hem cana can katar, hem de soracağıma efendim, bizim sofralarımızı kaldırır, bulaşıklarımızı yıkar, papuçlarımızın tozlarını silersiniz.

Karşı pencereden uzanan başka bir kız ona karşılık verdi:

– Bitli Kağıthane’ye!… Bitli Kağıthane’ye!… Orası açar sizi!… Orası açar!

-Bitli Kağıthane’ye sizin gibi bitliler gider. Bizler ise buradan kuruluruz tenteli arabaya… Sepetlerimizlen, bohçalarımızlan, haberlerimizlen çala oynaya gider oracıkta, Çağlayan Köşkü’nün arkasında size inat yeriz, içeriz, afiyetlen… Siz de burada kokmuş evinizde pineklersiniz akşamlara kadar eziyetlen…

– Orada bir gün yersiniz, içersiniz amma, sonra burada haftalarca açlıktan nefesiniz kokar!

-Onu sen halt etmişsin! Bizim evimizde her gün iki üç tencere kaynar!

-Ay,  ay, ay! (İçeriye seslenerek) Getir anam şu dünden kalan patlıcan dolmalarını görsün de arsız kızın birazcık gönlü, gözü açılsın!

Tam bu sırada elinde koca bir dolma tenceresi ile orta yaşlı bir kadın pencereye geldi ve kapağı açık tencerenin içindeki dünden kalan birkaç yaprak dolmasını karşı penceredeki kıza göstererek ve  olduğu yerde göbek çalkalayarak kendilerine mahsus olan kıvrak kavga makamı ile tutturdu.

– Dolma görsün gözlerin!

Bu sefer ana kız, birden aynı tavırla aynı makamla:

– Dolma görsün gözlerin… Dolma görsün gözlerin… Dolma görsün gözlerin… Yağı halis Ayvalık… Dolma görsün gözlerin… Dolma görsün gözlerin… Pirinci halis Mısır… Dolma görsün gözlerin… Bahar, biber tastamam…

Dolma görsün gözlerin… (Elleri ile oradaki Hoca Ali Camii’nin minaresini işaret ederek) Gel sen de ye hey imam!.. Dolma görsün gözlerin.. Fıstık, üzüm bolcana… Dolma görsün gözlerin… Selam söyle kocana… Dolma görsün gözlerin!

-Şimdi karşı taraftaki pencereye elinde yeni kalaydan çıkmış bir bakır sahanla gelen orta yaşlı kadın, bu sahanın içindeki bezelyeyi karşıdakilere göstererek, aynı eda ve aynı makamla kızı ile birlikte başladılar:

– Buna derler bezelye… Buna derler, bezelye.. Buna derler bezelye… Ağzın yanar usul ye… içi dolu top etle.. Buna derler bezelye… Yağsı halis kuyruktur… Buna derler bezelye… Tuzu, biberi tamam… (Onlar da aynı camiin minaresini işmarlayarak) Gel sen de ye hey imam! Buna derler bezelye… Ağzın yanar usul ye…

– Buna derler kavurma…

Yanındakilere:

– Dumanını savurma…

– Eti aldık kasaptan!

– Biz korkmayız hesaptan!

– Halis karamandır bu!

– Körpe tamamdır bu!

Karşı taraftaki başlar da üçleşti. Ve oraya da elinde reçel dolu bir kavanozla gelen bir kocakarı, kavanozu karşıdakilere göstererek:

-Reçelimiz vişnedir.

Yanındakiler tel ve zilli maşa ile:

-Görenleri kişnetir!

-Onlar bilmez iş nedir?

-Bilirler… Nedir?

Bu ağza alınmaz söz üzerine karşıdakiler birden alevlendiler ve avazları çıktığı kadar bağırarak teflerini, darbukalarını, zillerini, boş yoğurt tenekelerini alıp kapının önüne, sokağa döküldüler. Ve onların kapının önüne dökülmeleriyle beraber yine onların taraflısı olan bir çok kadın, kız ve çocukla orası bir panayır yerine döndü. Orada ahengin daha sumturlusu olan ikinci faslı başladı.

Berikiler dururlar mı ya? Bunu görünce onlar da teflerini, zillerini, darbukalarını, kemanlarını alınca aynı çığlıkla kendi kapılarının önüne sıralandılar ve onların taraflısı olan bir alay kadın, kız, oğlan da onların yanına dizildiler. E, artık kavga tam manası ile kızıştı, sinirlerin en gizli köşelerdeki zemberekleri boşandı. Artık müstehcen delinen sözlerin yirmisi, otuzu, kırkı birden aynı eda, aynı makamla karşılıklı savruluyor ve her savrulan yakası açılmamış sözün, tabirin, ıstılahın, argonun ağızlardan kıvrıla kıvrıla çıkışına göre göbekler çalkalanıyor, eller çırpılıyor, gerdanlar kırılıyor, gözler süzülüyor ve bazen eller kalçada, bacaklar titretiliyor. Arada bir, arkalar dönülüp tersine varır gibi karşılıklı vaziyetler alınarak kalçaların yukarı kısımları, tıpkı darbuka çalınır gibi ellere dövülüyordu.

Sonra yine arada bir bu çocuk kıvrak, oynak, çok curcunalı, ahenge hafif birer fasıla verilip evlerde ne kadar kap kacak, çanak, çömlek, bohça, sepet, yatak, yorgan varsa karşılıklı ortaya yığılıyor, bunlarla vaziyetlerinin, servetlerinin dereceleri birbirlerine gösteriliyor. Ve sinirlerin en gizli yerlerindeki zemberekler yine birdenbire boşanınca, biraz önceki çok kıvrak, çok oynak, çok curcunalı ve çok açık saçık ahenk tekrar başlıyordu.. Bu arada Çingene kavgalarının en belli başlı, en uzun ve en ağza alınmaz tekerlemelerinden ”Dikiş Okuması” denilen  tekerleme karşılıklı okunurken etrafı satan yüzlerce kadın, erkek, çoluk çocuk seyircilerin kimi şaşkınlıktan aptallaşıyor, kimi utancından kıpkırmızı, eli ile yüzünü örtüyor ve seyircilerin arasındaki hele kavgacıların içlerindeki sinir zemberekleri çok bozuk olanlar, babalı Araplar gibi bir takım marazi haller geçiriyorlar.

Böylelikle saatler geçiyor, kavga da biteceği yerde uzuyor, ortada karşılıklı savrulacak sövmeler, saymalar, küfürler, günahlar kalmayınca, bunlar yeni baştan daha kuvvetli, daha koyu, daha şiddetli olarak tekrarlanıyor, hele kavgacıların içlerindeki sinir zemberekleri çok bozulan kadınlar, baştan ayağa kadar bütün vücut uzuvlarını mıncıklayarak kan ve ter içinde yerlere yatıp kendi kendilerine tepiniyor, tıpkı her yıl mayısın on dokuzuncu günü Çobançeşmesi’nde ”Araplar Düğünü” diye bir ayin yapan babalı Araplar gibi bir takım yarı marazi haller geçiriyorlardı.

Bu itibarla Çingene kavgalarını bilhassa bizim ruh ve sinir doktorlarımız mutlaka gidip birer kere olsun görmelidirler. Ruh ve sinir hastalıkları içinde ” Çingene kavgası Hastalığı” diye bir hastalık adı yok… Fakat ben öyle sanıyorum ki;  Çingene kavgaları başlı başına bir ruh ve sinir hastalığının Çingene kadınlarda çok fazla yer etmiş ve inkişaf bulmuş, çok mühim ve ruh doktorluğu için enteresan ve oldukça orijinal birer tezahürüdür. Fakat ne dersiniz? O aynı tertiple tekrar başlayarak akşam erkekler evlerine dönünceye kadar sürdüğü ve akşam geç vakit gerek kendi erkeklerinin, gerek mahalle imam, muhtar, bekçisi ile polisinin müdahalesi üzerine güç yatıştırıldığı halde, her iki taraftan da hiç bir kimse, değil bir hafif tokat, bir minicik fiske bile yemedi. Kavga akşam ezanı ile birlikte yine çalgı, ahenk arasında, tıpkı bir düğün, dernek, eğlence biter gibi tatlı tatlı mayna oldu.

Yeni dostumuz Reha Bey diyor ki:

-Eğer bunların bu kavgası da olmasa, hani yok mu bunlar dünyanın çok iyi insanlarından olacaklar. İşte gördüğünüz, erkeklerinin hiçbiri kavgalara karışmazlar. Sonra hepsi de bu kavgaların aleyhindedirler. Zavallılar böyle şeylerin olmaması için o kadar uğraştıkları halde, kadınlarına bir türlü söz geçirip bunun önünü alamazlar.

 

– O halde bunların erkekleri hep kılıbık olmalı!

-Hayır… O da değil, Lakin nedir ki, bu Çingene kadınlarının ara sıra yaptıkları böyle kavgalar artık onlar için adeta sıhhi ve içtimai bir adet şeklini almış… Eğer bunlar arada sırada böyle çalgılı, ahenkli kavgalar edip de sinirlerinde birikmiş olan gerginlikleri gevşetmeseler, sanıyorum ki, istimi fazla gelmiş kazanlar gibi hırslarından çatlayacaklar… Böyle olmakla beraber eski meşhur Çingene kavgaları şimdi nerede? Rahmetli babam anlatırdı, eski kavgalar bazen yirmi dört saat hatta iki gün gece sürermiş…

Dedim ya işte şu bizim Çingenelerin kavgaları da olmasa, hani o zaman kendileri dünyanın en iyi, uysal, kibar insanları olacaklar.

Tuu, Allah müstahakını versin! Reha Bey’in bu lafı üzerine şaşırıp da şu potu kırmayayım mı:

-Kuzum Reha Beyciğim, bu kavga salt sizinkilerde var, fakat bizimkilerde niye yok?

-Sizinkiler kim? Anlayamadım!

-Yani bu kavgalar, sizin sevdikleriniz Ayvansaraylılarla Sulukulelilerde var da benim hoşlandığım göçebe harmancılarda yok…

Reha Bey gülümseyerek:

-Sizinkiler daima açık yerlerde, kır, dağ, orman, harman, çayır, bayır havası aldıkları için onların sinirlerini oralarda tabiatın mis kokulu otları, çiçekleri, yaprakları, rüzgarları tedavi ediyor. Bizimkiler ise daima böyle kapalı yerlerde, daima aynı muhit, aynı binalar içinde oldukları için…

-Bir de sanırsam bizimkilerin, şehirle, şehrin gürültüsü, patırtısı, girdisi, çıktısı ile temas etmemeleri.

-Evet, o da var. Tut onları da getir buraya, kapat bu evlerin içine, birkaç ayda bak görürsün, ne hale gelirler!

-Öyle Reha Beyciğim, öyle! Hatta ben onlardan bir tanesini bir hafta kadar bizim evde kapatmıştım da zavallı bir hafta içinde hırsından, hiddetinden bizim evdeki kedilerle, tavuklarla bile hırlaşmaya başlamıştı…

Osman Cemal Kaygılı

 

ŞEKİL(DIŞ YAPI)

 

Hikayenin Adı:

ÇİNGENE KAVGASI

Yazarın Adı:

OSMAN CEMAL KAYGILI

Öykünün Alındığı Kitabın Adı:

 Osman Cemal Kaygılı’nın Hikayeleri

Öykünün Alındığı Kitabın Baskısı-Boyutu:

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi  – 14×21 Cm

Yayına Hazırlayan:

Mustafa Apaydın

Yazarın Yaşamı, Yaşadığı Dönem ve Eserleri:

İstanbul doğumlu. Menşe-i Küttab-ı Askeriye (Askeri Katip Okulu)’yi bitirdi. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye (Genel Kurmay) dairesinde katiplik (1906), Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği Kalemi’nde memurluk (1909), I.Dünya Savaşı’nda gezici tümenlerde katiplik yaptı. Hastalığı sebebiyle emekliye ayrılan (1928) Osman Cemal, İstanbul İmam-Hatip Lisesi (1925), Çemberlitaş Ortaokulu (1931) Fener Rum Kız Lisesi’nde (1932-45) öğretmenlik yaptı. Yatırıldığı Guraba Hastanesi’nde mide kanserinden öldü. İlk yazısı Eşek adlı mizah dergisinde çıktı. Bir ara kendisi de Ayine adlı bir mizah dergisi çıkardı (1921). Güleryüz (1921-23) dergisinde O.C. ve Ayın Cim imzalarıyla hikayeler, sohbetler, fıkralar ve mizahi şiirler yazdı. Daha sonraki yazıları Aydede, Akbaba, Sabah, İkdam, Akşam, Cumhuriyet, Yeni Gün, Vakit, Haber, Hakikat gibi dergi ve gazetelerde yer aldı. Bu yazıların bazılarında Anber takma adını kullandı. Çingeneler adlı romanı 1942 CHP Roman Yarışması’nda ödül aldı. Edebiyatta güldürü yazılarıyla tanınan Osman Cemal’in oyun ve incelemeleri de vardır.

Osman Cemal Kaygılı, 1910 yılında ‘Eşek’ adlı bir dergide yazın hayatına başlamış; hemen hemen her türde edebî ürün vermiş yazarlardandır.

Çağdaşlarından farklı bir çevrede yetişen yazar, ortaya koyduğu bütün edebî ürünlerde bu farklı çevreyi okura hissettirir. Osman Cemal, bahsi geçen dönem edebiyat dünyasının dışında kalmış Haliç, Kumkapı, Kasımpaşa, Balat, Samatya, Hasköy gibi semtleri; bu semtlerdeki sosyal hayatı; Çingeneler, tulumbacılar, hovardalar, aksamcılar, külhanbeyleri gibi tipleri; meyhâneler, kahvehâneler, gazinolar gibi eğlence yerlerini, eserlerine konu olarak seçer. Bu zengin ve çeşitli konular yazarın dilini ve özellikle söz varlığını önemli ölçüde belirler. Her ülkede, her dilde görülen, toplum içinde bir kesimin ya da öbeklerin farklı bir biçimde anlaşmayı sağlamak amacıyla oluşturduğu özel bir dil olarak tanımlanan argo, Osman Cemal’in söz varlığını farklı kılan öğelerden biridir. Osman Cemal’in eserlerinde kullandığı argoyu, suç dünyası içinde kabadayı, dolandırıcı argosu; azınlık dünyası içinde etnik azınlıklar ve göçmen argosu; alışveriş dünyası içinde eğlence yerleri (gazino, meyhane, müzisyen) argosuyla sınırlandırmak doğru olacaktır. Osman Cemal’in söz varlığında argo, gerçekçiliği yansıtma, mizaha katkı sağlama ve ayrıca yazarın kendi yaşanmışlıklarını ortaya koyma işlevleriyle karsımıza çıkar.

 

Hikaye kitapları:

Eşkiya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938).

Romanları:

Çingeneler (1939), Bekri Mustafa (1944), Aygır Fatma (1944), Akşamcılar (Açıkgöz gazetesinde tefrika.) Kavak Palas (Son Telgraf’ta tefrika).

 

2. MUHTEVA(İÇ YAPI)

Tema:

 Çingeneler

Konu:

 Çingenelerin Yaşamı

Ana Düşünce:

Çingenelerin yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan kavgalar, onların, yaşam sıkıntılarını ve zorluklarını üzerlerinden atmada kullandıkları bir ara yoldur.

Tez-Mesaj-İleti:

Çingeneler denildiği zaman akla sanki farklı bir toplum, insan olmayan ancak insana benzeyen toplum kesimi geliyor. Bu hikayeyi okuduktan sonra aslında Çingenelerin de biz gibi oldukları, bizlerden biri oldukları, ancak hayatlarını bizlerden ufak farklılıklarla yaşayan, bu kültürün içindeki unsurlardan birisi olduklarını görmekteyiz.

Özet:

Bir Çingene kavgasına şahitlik etmek için sabah erkenden bir Lonca’ya Hançerli Bostan Kahvesi’nde buluşan iki arkadaşın(Reha Bey ve Yazar), sabahın erken vaktinden başlayarak akşam karanlığında erkeklerinin-kocalarının eve dönmelerine kadar geçen süreçteki Çingene kavgasını, Çingene kavgasının nasıl başladığını devam ettiğini ve bittiğini, Çingenelerin günlük konuşma dillerini, kullandıkları argoları, hayatları hakkında ki birkaç ipucunu ve bu kavgaların sebebinin tamamen hayatın zorluklarından bıkan insanların bir şekilde rahatlama işlevi olarak görüldüğü anlatılmaktadır.

Çingene kavgalarında olayların sadece sözde kaldığı ve herhangi bir fiziki şiddet uygulanmadığını, kavgaların laf dalaşından ibaret olduğunu, bu kavgalarda önemli olan birbirlerine karşı üstünlük kazanma olduğu anlatılmaktadır. Bunu da evde ki kap kacak, yemekler, tatlılar, gittikleri yerler vb. şeylerin üzerinden yapmaya çalıştıkları anlatılmaktadır.

 

Hikayenin Türü:

Durum Hikayesi

İçerik Yönünden Hikayenin Türü:

Toplumsal olayları, realist bir bakış açısıyla vermiştir. Olayı olduğu gibi ele alıp Çingeneler hakkında ki bir gerçekliği ortaya koymuştur.

 

Olaylar:

1.)Reha Bey ve anlatıcının gerçek bir Çingene kavgasına şahit olması ve bununla ilgili görüş belirtmesi.

2.)Bitli Kağıthane’den gezmeden gelenlerle, onları orada gören Çingenelerin laf dalaşına girmesi.

3.)Anlatıcı ve Reha Bey’in yarın sabah çıkacak olan kavgayı tahmin edip sabah Lonca’ya gitmek için anlaşmaları.

4.)Lonca’daki Çingenelerin tartışmaya başlamaları.

5.)Yaşlı kadının elinde tencere dolması ile gelmesi ve kızıyla birlikte  tekerleme söylemesi.

6.) Diğer Çingenelerin elinde bezelye yemeği ile gelip birlikte öbür Çingenelerin söylediği tekerlemeye, kendi tekerlemeleriyle cevap vermeleri.

7.)İki tarafa da kocakarıların gelip birbirlerine tekerleme söyleyerek atışmaları

8.)Çingenelerin bir telaşla dışarı çıkmaları ve tartışmanın ikinci faslının başlaması.

9.)Birbirlerine servetlerini eşyalarla göstermeye çalışmaları ve bunu yaparken de birbirlerine küfür ve argo kullanmaları.

10.)Tartışmaların sürekli azalıp tekrar tırmanmaya başlaması ve bununla birlikte kadınların kan ter içinde çırpınmaları.

11.)Anlatıcının “Çingene Kavgası Hastalığı” diye bir hastalık olabileceğinden bahsetmesi ve Çingenelerin kavgada sadece söz dalaşında bulunduklarını, ara ara bu kavgalara devam ettiklerini belirtmesi.

12.)Erkek Çingenelerin karakterlerinden bahsetmesi ve bazen Çingenelerin arasındaki bu kavgaların iki günü bulduğunu belirtmesi ayrıca anlatıcının, Çingenelerin bu kavgaları olmasa dünyanın en kibar ve uysal insanları olacağını belirtmesi.

13.)Bu kavgaların Ayvansaraylılar ve Sulukulelilerde olup Harmancılarda olmaması.

14.)Reha Bey’in Harmancılarla ilgili görüş belirtmesi.

15.)Anlatıcı ve Reha Bey’in son konuşmalarında Çingenelerin yaşamlarından bahsetmeleri.

 

 

Kişiler:

 Reha Bey, Anlatıcı(I.Tekil şahıs ağzından), Çingene Ahalisi

İnsan İlişkileri:

Çingenelerin günlük hayatta birbirleriyle olan ilişkileri üzerinde durmuştur. Kendi içinde gruplaşmış olan Çingenelerin birbirleriyle en ufak bir olayda kavgaya varabilecek alınganlıkları, huysuzlukları anlatılmıştır. Günlük konuşma diliyle karakterler konuşturulmuştur.

Menfaatten uzak, kendi içerisinde kuralları olan ve bunlara bağlı olan Çingenelerin aralarındaki doğal ilişkiden bahsedilmiştir.

Konuşmalarda argo sözcükler kullanılmıştır. Ailenin tüm bireylerinin kavgaya hazır oldukları, en ufak bir laf dalaşında bile olayın çok büyütüldüğü ancak evin erkeklerinin kavgaya bulaşmadıkları gösterilmiştir. Kısaca her an çatışma halinde olan Çingenelerin günlük yaşam ilişkileri üzerinde durulmuştur.

Zaman:

Eser kısa vak’a zamanlıdır. Eserde bir gün içerisinde geçen olaylar anlatılmaktadır. Eserde zaman ise  belirtilmemiştir. Kısa vak’a zamanlı olduğunu, eserde geçen sabah ve akşam sözcüklerinden anlamaktayız. Bu sözcükler bize olayın bir- iki gün içerisinde gerçekleştiğini göstermektedir.

 

Mekan:

             Olaylar, genellikle açık ortamlarda geçmektedir. Kapalı ve ev içi  ortamlar kullanılmamaktadır. Ancak, kapalı ortamlara kısa süreli girişler vardır. Eserde  mekan olarak İstanbul, Lonca, Hançerli Bostan Kahvesi, Hoca Ali Camii, Sulukule, Bitli Kağıthane, Kilisedibi, Çağlayan Köşkü’nün arkası gibi yer isimleri kullanılmaktadır; fakat olay Lonca’da Hançerli Bostan Kahvesi’nin önünde geçmektedir.

 

Dil- Üslup:

Yazar eserini günlük konuşma diliyle yazmıştır. Eserinde yer yer kelime tekrarlarına başvurmuştur. Cümleleri hem devrik olarak hem de kurallı bir biçimde kurmuştur. Açık, anlaşılır bir dil kullanmıştır. Konu akışını bozacak ve kesecek betimlemelere yer vermemiştir. Kişileri konuşturma yolunu seçmiştir. Çingenelerin ağzından bir durumu, olayı bizlere aktarmıştır.

Yazar eserinde argoya yer yer başvurmuştur. Konuşmalar arasında, Çingenelerin birbirleriyle atışmaları sırasında tekerlemelere bolca yer vermiştir.

– Dolma görsün gözlerin… (Devrik, fiil cümle)

– Karşı taraftaki başlar da üçleşti… (Kurallı, isim cümlesi)

-Reçelimiz vişnedir, görenleri kişnetir! (Argo )

-Buna derler kavurma… Dumanını savurma…Eti aldık kasaptan…Biz korkmayız hesaptan! Halis karamandır bu! Körpe tamamdır bu! (Tekerleme)

 

 

Dil Sapmaları:

            Yazar eserinde küfre yer vermemiştir. Çingenelerin ağzından karakterler konuşturulmuş, tekerlemeler kullanılmış ancak küfre yer verilmemiştir.

Çevre:

Eserde çevre unsuru olarak; Sulukule, Bitli Kağıthane, Kilisedibi, Çağlayan Köşkü’nün arkası gibi Çingene ahalisinin bol olduğu, ekonomik durumun, orta gelirin de altında olduğu yerler ve çevrelerdir. Hikayenin atmosferi sürekli kavga, tartışma, çelişkiler, eleştirilerin olduğu bir ortamda geçmektedir.

 

Hikayesi, Ekolü:

 Osman Cemal soyadı gibi “kaygılı” bir insan. Bundan dolayı ön plana çıkamıyor. İnsandaki ekonomik güç onu rahat kılar. Kaygılı, geçinmek kaygısında olduğundan hiçbir zaman rahat olamamıştır. Bu yüzden belki de gönlünden geçen edebi eserleri verememiştir. Kısacası Osman Cemal, yaratılış ve ekonomik kaygılar itibarıyla hep geri planda durmuştur. Bu da tanınmasını engellemiştir.

Onu tanıtan yazılar ve kitapların çoğu ne yazık ki Osman Cemal’i bir mizah yazarı ya da romancı olarak ele alsa da, o hikâye yazarı ve iyi bir İstanbul vesikacısıdır. Hikâyelerini realist bir anlayışla yazmış, toplumsal gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Ayrıca o dönemin siyasi anlayışına mesafeli durduğundan hikâyelerinde siyasi bir yön görülmez. Aksine siyasetin ve siyasilerin olumsuz yönlerini mizah unsuruyla anlatmayı tercih eden Kaygılı, hikâyelerinde salt bir güldürme gayesi gütmeyip mizahı bir sorgulama aracı olarak kullanmıştır. Toplumda gördüğü ya da yaşadığı olumsuzlukları, aksaklıkları; kahraman, zaman ve mekandan ziyade ‘olay’ı önemsemiş, hikâyelerinde akıcı ve sade bir dil kullanarak yansıtmıştır. Dilinin ağır olduğunu söyleyebileceğimiz tek hikâyesi “Mahkemede Kaynana Gelin Kavgası”dır ki bunda da bazı hukuki terimler vardır. Bu yüzden ağırdır diyebiliriz. Halk dilinin, inceliklerinden büyük bir ustalıkla yararlanmış ve o döneme kadar kimsenin işlemediği konuları işlemiştir. Dil ve anlatımda kısmen başarılı olmuştur. Kendine özgü bir üslup ve tarz benimsemiştir.

 

 

 

Hikaye Üzerine Okur Düşüncesi:

Osman Cemal, tipik bir  Çingene kavgasını çok gerçekçi bir şekilde, olduğu gibi bizlerin önüne sermiştir. Çingenelerin günlük hayatlarından bir örnekle karşımıza çıkan Osman Cemal, hem dil becerileri hem de anlatımdaki başarısı ile yazdığı bu hikayeyi sıkılmadan bir oturuşta bitirmemizi sağlamıştır.

Osman Cemal’in hayatı araştırılıp incelendiğinde, hayatının her döneminde çok zorluklar çektiğini görebilmekteyiz. Ancak o hiçbir şey karşısında yılmamış aksine kalemine daha sıkı ve güçlü sarılabilmesini öğrenmiştir.

Hayatında çekmiş olduğu zorluklar, ekonomik durumu, çevresi gibi unsurlar, onu bu hayatın bir yerinde, bir yer edinme sürecine götürmüştür ve o da bunu eserleriyle yapmaya çalışmış ve başarmıştır da.

Osman cemal, belki hayatın adaletsizliğine belki çekmiş olduğu sıkıntılara bir tepki olarak, belki de yapısı gereği mizahi yazılar yazmıştır. Kalemini ustalıkla kullanan yazarlardan. Onu diğerlerinden ayıran şey, eserlerini okurken; karakterler, tipler, kahramanlar bizler gibi bir his uyandırıyor. Karakterlerin konuşmaları, dışarı çıktığımızda karşımıza her an çıkabilecek, her an hayatımızda olan insanların konuştuğu dilden.

Onun eserlerini okurken sıkılmıyor, usanmıyoruz. Kitabı hemen kapatmak içimizden gelmiyor. Sürükleyici bir anlatımı, meraklandırıcı bir üslubu, güldüren bir mizaha sahip. Onun eserleri, hayatın zorlukları karşısında, kendisine sığınan okurları asla yarı yolda bırakmayacak türden.

Hem olay, hem de durum hikayeleri içtenlik dolu. Eserlerinde alt tema olarak mutlaka bir mesaj gizlenmiş durumda. Eserlerinde kullandığı mizahta, bizleri güldürürken düşündürmesi de ayrıca taktire şayan.

Son olarak toparlayacak olursak Osman Cemal, okunması ve anlaşılması gereken yazarlardan. Bizi, bize biz gibi anlatan yazarlardan. Okurken kendimizi bulduğumuz eserler yazan, yazarlardan. Dili halk, sokak dili; kalemi ise kuvvetli yazarlardan. Yaptığı işi ciddiye alıp bu işe gönül veren ve mutlaka okunması gereken yazarlardan.                                           Osman Cemal’e saygı ve sevgilerle…

 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*