Son Haberler
Anasayfa / atölye / GELİNLİK KIZ HİKAYE İNCELEMESİ

GELİNLİK KIZ HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

 

GELİNLİK KIZ

Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler. Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben. Çoğu dünyadan elini, eteğini çekmiş kimselerdi. Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını. Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz. Annem, dikkatle sokak kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açıcı serinlikte, sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi ısıtan ılık güneşlerle dolardı.

Yollarda dönüp dönüp, gerime bakıyorum. Şifa’nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar çıkıyor; Kurbağalıdere’nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa’dan Moda’ya kadar gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı.

Annemin yeniden genç kız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi; soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ay yıldızlı Türk bayrakları… Yağmurun çiçek dürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık.İncilâ ablayla. İncilâ abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.

Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda. Bizim geldiğimizi görünce delicesine sevinirlerdi. İffet Hanım beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp koklardı. Taşlıktan girilince karşımıza düşen odaya koşardım. Burada İffet Hanım’ın annesi yaşıyor. İffet Hanım’ın annesi, ben hatırladığımda çok yaşlı bir kadındı. Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinçti. İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyordu. Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması Kur’an’ını çıkarır, hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası kokardı. Kolonyası Nuhbe Hanım’ın başucunda dururdu. Yuvarlak, tombul şişenin kapağı sincap rengiydi.

Nuhbe Hanım kına yakardı saçlarına. Önü işlemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarını. İncecikti saçını örttüğü tülbentler. Yatağının ayak ucuna konmuş bohçasında kalın tülbentler vardı, lavanta torbacıklarıyla sarmaş dolaş. Nuhbe Hanım azıcık kıpırdanıp hareket ettiğinde terliyordu ve kızı sırtına kalınca tülbentlerden koyardı. Elbiselerinin yakalarına rokoko yapraklar işlenmiş; ikide bir ellerini bu yapraklara değdiriyor Nuhbe Hanım. Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor. İffet Hanım’a, “Çocuğa bir bardak tükenmez versenize canım,” diyor. İffet Hanım hâlâ tükenmez kurardı kış aylarında. Benim için taze meyveler, bal bademler, iç fıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklattığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.

İncilâ ablaların evi Bahariye’nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at arabasıyla gelirdik İncilâ ablalara. Öteden sokağa sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan. Dut ağaçlarıyla akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı ..

İncilâ ablalar, hemen bahçeye açılan en alt katta oturuyorlardı. Ama pencereleri kapalı durduğundan mevsimlerin rengi, ışığı, kokuları konağın kilerinden bozma eve giremezlerdi. Evin içi suskunluk ve sıcak; İncilâ ablanın yeşil marul yapraklarıyla beslediği kanaryasının ötüşleriyle dağılırdı. Taşlıkta duvarlar ak badanaydı. Nuhbe Hanım’ın odasında gülkurusu. Kireç badananın üzerine yapışmış fırça kıllarını ayıklamaya bayılırdım.

Nuhbe Hanım’ın eşyası yıllardır yenilenmemişti. Evin kökeni gibiydi eşya. Duvara dayalı, parlaklığını yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu aynalı konsol… Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum. Sonraları Nuhbe Hanım’ın yanından ayırmadığı İncilâ ablanın mevlüt şekerlerini bir de.
İffet Hanım’a, kolay kolay  Nuhbe Hanım’ın kızıdır denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadındı. Çok çökmüştü, yaşını kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarıydı. Modası geçmiş uzun elbiseler giyerdi. Giysileri değişir, göğsüne taktığı elmas iğne değişmezdi: Ne dalı olduğu anlaşılmayan bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar. Taşların tümüne su kaçmıştı, kara karaydı. Saçları topuzdu İffet Hanım’ın. Başındaki kemik tokaları, firketeleri ne zaman saymaya kalksam, sonunu getiremezdim.

Dışarıda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben.

İncilâ abla, geçmiş zamanlardan kalma bir peri kızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyla yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ ablayla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına. Defterime kenar süsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyla düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.

Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım’ın sözünü ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyla çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyla yetiniyordu. İffet Hanım’sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ’yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya götürürdü. İncilâ’nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim maaşına İffet Hanım’ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım’ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi. Oysa İncilâ ablanın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur verirdi içimize.

Annem, onlara gittiğimizde daima hediyeler götürürdü. Sırayla Nuhbe Hanım’a, İffet teyzeye ve İncilâ ablaya. Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldığı yerlere götürdüğü buket çiçeklere, lüks fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice taşlıktaki ayakları sallantılı yemek masasına bırakırdı. İffet Hanım hemen fark eder, “Kızım ne diye zahmet ediyorsun,” derdi. Sesindeki titreyiş, bende onlardan, o taşlıktan ve odalardan kaçmak ihtiyacını uyandırırdı.

Taşlıkta ayakkabılarımızı çıkartırdık. Naftalin kokulu terlikler getirirdi İncilâ abla. Terlikler ayaklarıma biraz büyük geliyor. Çay vakti kızarmış küçük ekmeklere sürülü reçel ve tereyağıyla kahvaltı ediyoruz. Birden iştahım kapanırdı. İncilâ ablanın gözlerini aradım. Bakışlarımız birleştiğinde dinerdi midemin sinsi bulantısı.

Bunca eski, yalın eşyanın ortasında çay fincanları harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya eğilmiş, çayı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı… Çay içtikten sonra İncilâ abla bize ut çalardı. “ek deveci develeri engine / Şimdi rağbet güzel ile zengine” diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanım, bu türkü söylendiğinde İncilâ ablaya nedense dargın, küsmüş bakardı. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü akşamın karardığı saatlerde kapının gıcırdayarak sokaktan açılmayacağını bilmek, bende çözemediğim duyguların başlangıcı sayılır. Sözgelimi bize sunulan gümüş kuşlu fincanların kırıldığını duyardım. Kafesteki kanaryanın bir sabah öldüğünü. Bahçedeki camları boydan boya çatlak limonlukta sıkışmış arıları.

Biz eve döndüğümüzde babamı beklerdik.

Şaşırmam gereken konulardan biri, İffet Hanım’la İncilâ ablanın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanım’ın yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu.

Bir gün olağanüstü bir şeyle karşılaştık İncilâ ablalarda. Nuhbe Hanım’lara annemle benden başka misafir gelmezken, ilkyaz öğleden sonrasında, genç ve yakışıklı bir adam, taşlıktaki masayı çevreleyen iskemlelerden birine oturmuş, kahve içiyordu. Pencerelerin kepenkleri aralanmıştı üstelik. İçeriye yansıyabilen, nihayet odaları dolduran gün ışığı ansızın eski eşyayı büyülemiş, şenlendirmişti. Genç adamın saçlarından bir demet alnına dökülmüştü. İffet Hanım annemi karşıladığında, o da ayağa kalktı.
“Ne iyi ettiniz de geldiniz,” dedi İffet Hanım, “erişte kesmiştim ben de.”

İncilâ abla ibrişimleri, elvan elvan iplikleri topluyordu telâşla. “Kusura bakmayın,” dedi anneme.
“Biz yabancı mıyız İncilâ?”
“Cahit,” dedi İffet Hanım. “Tanıyacaksın Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu.”
Annem gülümsüyordu. Hasan amcayla Kâmran yengenin adlarını ilk kez işitiyordum.
“Mühendis çıkmış bu sene Cahit. Bin bir güçlükle arayıp bulmuş burasını sağolsun.”
Ben hemen mühendis olmaya karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit ağbim oluyordu ve ben, büyüyünce tıpkı ona benziyordum. Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın  elini sıkarken güvenç veren.

Cahit ağbi saygıyla annemin elini sıktı. Benim de. Galiba hayatımda alaysız elimi sıkan birinci insandı o.

Dün gibi hatırlıyorum: O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım’ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti. Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. “Cahit ağbine şiir okusana” dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor, sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ abla, Cahit ağbi üçümüz. Camları boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıt pıt terliklerimizi giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe Hanım’ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ ablayı seyrediyordu sezdirmeden. Cahit ağbiye defterimi, İncilâ ablanın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım’ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ abla ut çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; “Sana da vereceğim Cahit,” dedi. “Size gelip yerim teyzeciğim.” Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım’ın kadife kesesinden çıkan elyazması Kur’an. Ayrılırken annem, İncilâ ablayı sevecenlikle kucaklıyor.

İlkyaz aylarında Cahit ağabeye hep rastladık Nuhbe Hanım’larda. Misafir odası şimdi, bize olduğu gibi, onun için de açılıyordu. İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular… Kadıköyü’ne geçtiğinde, ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım’larda erişte yiyordu.

İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyordu. Sayfalarını çevirdiğim Manidifata’lar da yoktu ortalıkta. Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyordu. Sokağa çıktığımızda anneme sordum:
“Anne, Cahit ağbi onların nesi oluyor?”
“İncilâ abla’yla evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün İncilâ’nın.”
“İncilâ abla gidecek mi buradan?”

İncilâ abla’yı yitirmekten ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batıyordu. İncilâ abla limonlukta yine ut çalıyor, Cahit ağbi gür sesiyle “Etme beyhude figan vazgeç gönül” şarkısını okuyordu. Nuhbe Hanım, odasının penceresini ardına kadar açmış, dinliyordu. Kafesteki kanarya güneşlerde bahçeye çıkartılıyordu. Ot gövermiş, harap bahçeler azmıştı. Nuhbe Hanım’ın sedefli kavuklarına yerleştirilmiş cılız küpeçiçekleri bile tomurcuklanmıştı. Ben konağın oymalı dam çıkmalarından hoşlanmıyordum, limonlukta yükselen kalın erkek sesini sevmiyordum, Cahit ağbi dostum olmuyordu.

İffet Hanım’ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. “Eskiden,” diyordu Nuhbe Hanım, “kızların çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gömlekler makbuldü.” Herkes gülüyordu onun anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ ablayı, o dut ağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ abla bir peri kızı olmaktan uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcak tutacağına, her şey hazırlanıyordu çeyizde.

“O uğursuz mum çiçeklerinden,” diyordu da, başka bir şey demiyordu annem. Nişan elbisesi dikilirken söz bozuldu. Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ ablayı kucaklayışlarında soğuktu, bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. “Yıllarca otun üremediği limonlukta.”

Cahit ağbinin İncilâ ablayla nişanlanmayışının nedeni belirsizdi. Annem konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklaşıyordu, yazın esrikliği vurmuştu başıma. İffet Hanım’ı kıpkırmızı gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmıştı. “Üzülmeyin İffet abla.” diyordu annem “nerde İncilâ gibi bir kız bu zamanda. Kısmeti kapanmadı ya.” Kendi de inanmıyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine kondu. İncilâ ablanın yüzünde yaşamadan tükenmiş umut ışığı gülümsemeler. Sonra sonra zayıflamaya başladı. İnce vücudu ateşlerle kavruluyordu. “Bu yapılır mıydı,” dedi annem, “bu yapayalnız, sığınaksız insanlara yapılır mıydı bu!”

Annemin misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın, “İncilâ’yı da bundan sonra kimse almaz,” dedi. “Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri çınlattı âvazeleri.” Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanım’ların; Kızılay’a satılan hesap işleri, mürver iğneler, civan kaşları.

Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti. Koskoca bir yaz geçmişti. Cahit ağbiyi yanında kısaca boylu, çok şık bir kızla Moda’da görmüştük. Deniz Kulübü’ne giriyordu. Genç kızın saçları bukle bukle kesilmişti. Perçemleri, yokuşta Cahit ağbiye yaslanışları… Deniz Kulübü’nde caz çalıyordu. Kayıklarla gelip dans edenleri seyrediyordu halk. Cahit ağbi, anneme selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, “Tanıyacaksın Süheylâ.” Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip sürüklemişti annem.

Düğünler yaşanıyor. Gelin güler yüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.

Ben hiç düğünlere gitmiyorum.
İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ ablamın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yağıp eriyordu.

Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi.
“Hoş geldiniz, “dedi annem.
“Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı,” dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı. Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, “İşittiniz mi?” diye sordu. “Sizin İncilâ’nın Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş.” Bir an sustu anlamlı göz süzmelerle. “Regaip Bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açık.”

Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu.

1. ŞEKİL(DIŞ YAPI)

Hikâye Adı: Gelinlik Kız

Yazarın Adı: Selim İleri

Öykünün Alındığı Kitabın Adı: Mehmet Kaplan Hikâye Tahlilleri

Öykünün Alındığı Kitabın Baskısı-Boyutu: 18. Baskı, Nisan 2013

Yayına Hazırlayan: Dergâh Yayınevi

Yazarın Yaşamı, Yaşadığı Dönem ve Eserleri:

Selim İleri 30 Nisan 1949 tarihinde İstanbul’da doğmuştur.

Bilim adamı Profesör Hilmi İleri’nin oğludur. Lise hayatına Galatasaray Lisesinde başlamış sonra Atatürk Erkek Lisesine geçmiştir.1968 yılında Atatürk Erkek Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini yarıda bıraktı. 19 yaşında Cumartesi Yalnızlığı isimli ilk öykü kitabı yayınlandı. İlk yazısını 1967 yılında, Yeni Ufuklar dergisinde yayımladı.

1998 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır.

Romanlarında ve öykülerinde bireyin zengin iç dünyasını başarıyla yansıtabilen yazar, ilk eserlerinde bireyler arasındaki iletişimsizlikleri de ön plana çıkarır.

Yıllarca, Cumhuriyet gazetesinin kültür-sanat sayfasında, “Yazı Odası” köşesinde makaleler yazmıştır. Radyo ve televizyonlara birçok program yapan yazar, 2008’in yarısında başlayan programı “Selim İleri’nin Not Defterinden”i de sunuyor. Her pazar canlı olarak yayımlanan programı, TRT-2 sunuyor. Ayrıca 2008 yılından beri Zaman Gazetesi’nin Cumartesi ekinde İstanbul’la ilgili yazılar kaleme almaktadır.

Hikâyeleri:

Romanları:

Senaryoları:

  • 2007 – Kilit (Sinema Filmi)
  • 1999 – Kerem (TV Filmi)
  • 1994 – Bir Aşk Uğruna (TV Dizisi)
  • 1992 – Yedikuleli Mihriban (TV Dizisi)
  • 1992 – Her Gece Bodrum (Sinema Filmi)
  • 1990 – Yalancı Şafak (TV Dizisi)
  • 1990 – Bir Yalnız Melek (Sinema Filmi)
  • 1989 – Hiçbir Gece (Sinema Filmi)
  • 1987 – Afife Jale (Sinema Filmi)
  • 1982 – Seni Kalbime Gömdüm (Sinema Filmi)
  • 1982 – Göl (Sinema Filmi)
  • 1981 – Kırık Bir Aşk Hikâyesi (Sinema Filmi), diyaloglarını yazdı
  • 1978 – Seninle Son Defa (Sinema Filmi)
  • 1975 – Çapkın Hırsız (Sinema Filmi)
  • 1974 – Askerin Dönüşü (Sinema Filmi)
  • 1973 – Cennetin Kapısı (Sinema Filmi)
  • 1973 – Bir Demet Menekşe (Sinema Filmi)
  • 1972 – Yaralı Kurt (Sinema Filmi)
  • 1972 – Kadın Yapar (Sinema Filmi)
  • 1972 – Günahsızlar (Sinema Filmi)

Oynadığı filmler:

  • 1990 – Soğuktu Ve Yağmur Çiseliyordu (Sinema Filmi) 1990, Yazar
  • 1991 – Şen Dullar (TV Dizisi)

Yönettiği Filmler:

  • 1989 – Hiçbir Gece (Sinema Filmi)
  • 1992 – Yedikuleli Mihriban (TV Dizisi)

2. MUHTEVA (İÇ YAPI)

 

Tema:  Onur

Konu:   Onurlu hayat

Ana Düşünce:  İnsan ne kadar yoksul olursa olsun onurlu hayatından taviz vermez.

Tez-Mesaj-İleti: Bu aile yoksuldur. Genç delikanlı zengin ve asil bir kızla evlenir. Ama asillik sadece zenginlere ait değildir. Önemli olan onur duygusudur. Onur duygusu yoksulluğu asilleştirir.

Özet:

İstanbul’un Kadıköy Şifa semtinde kiralık bir konağın zemin katında, anneanne, anne ve kızından oluşan yoksul, kendi halinde “fakirliğini onuru ile örten” aile oturur. Bu aileyi, eskiden küçük bir çocuk iken, hikâyeyi anlatanın annesi, yardımda bulunmak için ara sıra ziyaret eder; hikâyeyi anlatan da bu vesile ile bu aileyi tanımış olur. Çocuk, evin güzel kızı İncilâ ablaya karşı içinde çocukça bir sevgi hisseder. Yine bir ziyaret esnasında hiçbir erkeğin kapısını çalmadığı bu evde, mühendis mektebinden yeni çıkmış, genç, yakışıklı bir delikanlıya rastlarlar. Çocuğun “Cahit ağbi” dediği ve onun gibi olmaya heves ettiği delikanlı, İncilâ ’ların tanıdıklarının oğludur. Aile evlerine gelen bu delikanlının kızla evlenmesinin muhtemel olmasını düşündükleri için çok sevinirler ve İncilâ  ile görüşmelerine, sevişmelerine izin verirler. İncilâ  ut çalmasını bilir. Cahit’in de güzel sesi vardır. Cahit gelince limonlukta, türkü söyler ve eğlenirler. İki gencin evlenmesine kesin gözüyle bakıldığı için çeyizlik işlenmeye başlanır. Fakat çapkın delikanlı İncilâ ’yı bırakır. Moda’da başka kızlarla dolaşmaya başlar. Onuruna düşkün olan İncilâ  ve ailesi çok üzülürler. Cahit ile sevişmeleri herkes tarafından duyulduğu için İncilâ ’nın başka bir erkekle evlenmesine imkân yoktur. İncilâ  hastalanır ve ölür. Genç mühendis eski elçilerden Regaip Bey’in kızı ile evlenir.

Hikâyenin Türü: Olay Hikâyesi

Olaylar:

  1. Çocuk ve annesinin yoksul üç kadını ziyareti
  2. Çocuk ve annesinin bu üç kadınla olan ilişkileri
  3. Şifa semtinde kiralık harap bir konakta oturan üç kadının yoksul hayatının anlatılması
  4. İncilâ  ile Cahit’in tanışmaları
  5. İncilâ  ve Cahit’in evlenmeleri beklenirken ayrılmaları ve Cahit’in başka kızlarla gezip İncilâ’dan ayrılması
  6. İncilâ’nın hayal kırıklığı ve acıyla hastalanıp ölmesi
  7. Çocuk ve annesinin Cahit’i başka bir kızla görmesi ve İncilâ için üzülmeleri
  8. Bir kadının çocuk ve annesinin evine misafir olup Cahit’in evlendiğini söylemesi.

Kişiler: 

Çocuk (Anlatıcı, Çocuk hikâyeci ikinci şahıs) ,anne, İncilâ (Ana karakter, Cahit’in terk ettiği kız ),İffet Hanım ( İncilâ ’nın annesi Nuhbe Hanım’ın kızı), Nuhbe Hanım(İncilâ ’nın anneannesi), Cahit(İncilâ ’yı terk eden genç delikanlı ), Regaib Bey ( Cahit’in evlendiği kızın babası)

 

İnsan İlişkileri: Çocuk ve annesinin yoksul üç kadınla ilişkisi samimiyeti ve sevgiye dayalı bir komşuluk ilişkisidir. Eski Türk aile geleneğine dayalı bir aile ilişkileri vardır. Toplum, kızın nişanının bozulması sonucunda evlenmesine imkânsız gözüyle bakarken erkeğin evlenmesinde bir sorun görmez.

Zaman: Geçmiş zaman, çocukluk yılları, uzun vakalı zaman.

Mekân: Somut bir mekân vardır. Olay kiralık harap bir konağın zemin katında geçer. Şifa semti, Moda mekân adı olarak hikâyede geçer.

 

Dil ve Üslup: Gereğinden fazla söz kullanılmamıştır. Hikâyeci, tatlı çocukluk izlenimlerini, hatıralarının arasından anlatırken tamamlanmamış ifadeler kullanır. Kelimelerin yerlerini, fiillerin zamanlarını değiştirir. Bu tarz öyküye şiir havası verir. Sade bir üslup kullanılır. Diyaloglara yer verilmiştir. Devrik ve kurallı cümleler vardır.

 

“Çocuklar geziniyor ortalıkta.” ( Devrik cümle )

“Gelin güler yüzle iniyor merdivenlerden.” (Devrik cümle)

 

Ayrıca deyimlere de yer verilmiştir.

“Bir an sustu anlamlı göz süzmelerle.”

Çevre: Eskiden zengin ve kibar ailelerin yaşadığı Şifa semtindeki çevre ve kiralık harap bir konağın zemin katında yaşayan yoksul bir aile.

Dil Sapmaları:  Küfür ve argoya yer verilmemiştir.

Hikâyenin Ekolü: Birçok şey sezdirme yoluyla anlatılmıştır. Hayal kırıklığı acıma duygusuna yer verilmiştir. Tahlilden çok telkin yoluyla sezdirme vardır. Modern bir hikâyedir.

Hikâye Hakkında Okur Düşüncesi: Selim İleri hayal kırıklığı ve acıma duygusunu hikâyenin içinde eriterek anlatmıştır. Gelinlik çağındaki kızın hayallerini umutlarını eski Türk aile geleneğinden yararlanarak etkili bir şekilde hikâyeleştirmiştir. Kızın ailesi ve çocuk ile annesinin arasındaki samimi ilişkiyi çocuğun ağzından bize tatlı bir şekilde sunmuştur. Bu yoksul aileyi onur duygusuyla asilleştirmiştir. Gerçek asilliğin onur olduğunu bizlere başarıyla sezdirmiştir.

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*