HAVUÇLU PİLAV MESELESİ
Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum. Bu kara gün pazar, başka türlü geçerdi.
Karımı düşünmek istedim. Henüz kendi, güzeldi, şimdi akşam yemeğini hazırlamaya çalışıyor ve henüz mutfak işlerinden hoşlanıyordu. Epey çalışmama rağmen onu duygularımda canlandıramadım. Bu fena bir haldi… Ne yapmalı?
Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir…
Her şey canlanıverdi. İçimde kâinatı güzelleştiren, hayata mana veren o büyülü o heyecan belirmeye başlamıştı. Seslendim
Hürrem
Görpecik seni işittim.
– Efendim!
Gelsene biraz, dedim.
– Ne var? diye sordum.
Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri paylaşmaktan başka ne için çağırırdım.
– Gel hele, dedim.
— Ama yemek, yemek yetişmeyecek sonra.
Varsın yetişmesin, diyecektim fakat lüzum kalmadı. Keman susmuş bed bir ses hiç sevmediğim bir dilde konuşmaya başlamıştı. Bana içim yeniden boşalıverecekmiş gibi geldi. Mutfağa geçtim keman sesinin getirdiği iştiyak ile ılık hatırayı kaybetmek istemiyordum.
O bir şeyler yapıyordu: başını bile çevirmeden, rastgele bir gülüşle:
– Ne var diye sordu.
– Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum.
Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile…
Umursamadan:
– Ne düşünüyorsun? dedi.
Dişlerimi sıktım, birdenbire başını çevirerek!
– Ne yapıyorsun orada? diye bağırdı.
Ekmek bıçağını almış, havuçlara hücum etmiştim. Ben bunun farkında değildim fakat istifimi bozmadan:
-Hiç! dedim. Pilav için hazırlıyorum.
Bu esnada: demin ‘havuçlar benden mühim diye düşünüyordum.
– Delirdin mi sen, Allah aşkına.
İşime daha dikkatle devam ettim. Biraz hırçınlaştı:
Sonra bir işe yaramayacak havuçlar
Oralı olmadım. Sesini biraz daha yükseltti.
– Bırak artık, aklanmaksa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet sakindi.
Sen bunu eğlence mi zannediyorsun?
Oda tıpkı benim gibi sakinleşiverdi.
Demek havuçlu pilav da oluyor?..
İzah ettim:
— İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim.
— Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz zannediyorsun.
— Peki, sen gördün mü? Diye sordu.
— Hayır! Dedim, fakat neden olmasın?
— Olsa ne çıkar? Sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun?
Anlayışsızlığa açıyormuş gibi güldüm.
— Beğeniyorum hem de çok beğeniyorum. Hatta daha da çok beğenebilirim. Fakat bu ondan da daha çok beğenilecek pilavı arayışıma mani olabilir mi? Ben iktifa etmenin fazilet olduğuna inanıyorum. İnsanlığı bu hale getiren bu fazilettir. İlmin anası bu fazilettir. Benim istediğim, bu faziletin mutfağımıza da girmesidir.
– Bu mutfak sadece benimdir, yani demek istiyorum ki sen şimdi burada fazlasın.
Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık vererek ilave etti:
– Haydi sen odana git, kitap oku, esne veya uzan!
– Pilavı hazırlamadan nasıl giderim canım? dedim.
Ve mani olmasına fırsat vermeyecek kadar süratle, fakat sükûnetimi bozmadan pirinci maltızın üstündeki suya salıverdim. Arkasından havuçları boca ettim. Atıldı, fakat geç kalmıştı. Yanakları pençe pençe kızarmıştı. Bu haliyle ilk randevumuzdaki kadar güzeldi. Ve bu hiddetini mağlup edebilmek bana ilk aşkı kadar tatlı gelecekti. Birden bire kucakladım; öptürmedi. Üstelik iki tanede tokat attı.
— Sana ne oluyor böyle gözüm? dedi.
Fakat dinleyen kim?
– Çık buradan. Git diyorum sana! dedi.
– Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu sezdiğim için, o da mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordu.
Demek beni evden kovuyorsun? dedim. Bunu da nereden çıkardın?
Fakat izaha lüzum gördüm:
– Mademki öyle istiyorsun, peki. Beni bu kadar anlayışsız mı zannediyorsun? Zaten bu sabahtan belliydi. Sinemaya gidelim dedim, yağmuru bahane ettin. Tavla oynayalım dedim. Okuyacağım dedin. Mademki istiyordun niçin şimdiye kadar durdun. Seni tutan kim, hadi ne duruyorsun vakit kaybetme.
Ona gözlerimi kısarak bakarken bıçağı kuvvetle masaya sapladım ve dışarı çıktım. Arkamdan tekrar:
– Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere gere ‘git!’ diye meydan okuyor.
Fakat olmadı! Sandalyeleri devire devire gittim. Bu sırada ‘dönüşten dönüşe fark var’ diye mırıldanıyordum.
Sokak kapısına vardığım zaman mutfağın eşiğine çıkarak:
– Pilavı berbat ettin şimdide gidiyorsun, dedi.
Caddeye çıktığım zaman içimde şu zıkkımı adam gibi içmeyi hala öğrenemedim diyerek bir arkadaşa hasret vardı.
Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken bir tuhaftı.
Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve yepyeni bir yaylada yağmur ne güzel çiseliyordu. Fakat insanlar bana yabancı bana aldırış etmeyen insanlar. Hâlbuki ben, meselâ şu kadını sevebilirim, şu adamla pekâlâ dost olabilirim, ama onlar geçip gidiyorlardı. Rastgele bir meyhaneye girdim. Büfenin ortasındaki taburelerden birine oturdum. Bir hamlede bütün şişeleri boşaltmak istiyordum. Bir kadeh, bir kadeh daha, bir kadeh daha…
Yanımdakiler mesut insanlardı. Hele biri ki beni saadetten kolayca tiksindirebilirdi, çocuklarından, karısından binlerce liradan bahsediyor. Hâlâ isimleri sayıyordu. Büfeci ona votkasıyla birlikte bir parça da limon getirdi. Adam limonu kadehe sıkmak için bir hayli uğraştı. Su yerine çekirdek sıkıyor ve beni eğlendiriyordu. Alay etmek için mükemmel bir fırsattı.
Halinden anlamam ama beyefendi dedim. Şu elinizdekinin ilk görüşte limon olduğunu söyleyebilirim. Adam bana tuhaf tuhaf bakarak;
Limoncu musun? Dedi.
O budala, bu sözdeki nükteyi asla kastetmemişti bana eminim. Fakat gene de çileden çıktım.
– Evet, dedim. Ben limon üzerine ihtisas yaptım. İtalya’da, Tirino’da, mektebin bahçesinde seksen yedi çeşit limon vardı!
Adamın gözleri hayretle açılmıştı:
-Seksen yedi çeşit mi?
– Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar, renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar.
Büfeci de beni dinliyordu:
– Tatları ayrı limonlar da var mı? Diye sordu.
Onu ‘sen işine bak’ der gibi şöyle süzerek:
– Siz bana bir porsiyon havuçlu pilav getirin! Dedim.
–Havuçlu pilav mı?
– Sahi dedim siz bilmezsiniz. Pilaki olsun!
Yanımdaki adam gözlerini bana dikmişti. Derin derin içimi çektim:
-Bu benim karımın, rahmetli karımın yemeğiydi.
–Rahmetli mi dediniz?
Dik dik baktım:
– Bu şaşılacak bir şey mi?
Adam kekeledi:
– Hayır! Estağfurullah! Gençsiniz de!
— O benden gençti. Ve biz beş aylık evliydik.
Adam bana karşı bir kardeş kesilivermişti. Bu bana pek dokundu.
– Deli gibi severdik birbirimizi… Sonra havuçlu pilav…
Gözlerim yaşardı. Garson pilakiyi getirmişti. Fasulyelere kinle, nefretle bakarak:
– Ben artık yemek yiyemem ki, dedim!
Artık ağlıyordum.
Borcumu o adam ödedi sokağa beraber çıktık. Beni gezdirmek, avundurmak istiyor, ısrar ediyordu. Nihayet hüznüm onu mağlup etti ve ben yalnız kaldım. Oh karıma doğru uçma istiyordum. İçimde vicdan azabına benzeyen fakat aynı zamanda çılgın bir neşeyi müjdeleyen bir şey vardı. Bir taksiye atladım.
Yatak odasına yıldırım gibi girdim onu omuzlarından tutarak var kuvvetimle sardım. Saçları dalgalanıyordu, kurtulmak için çırpınıyor fakat gülüyordu. Bıraktığım zaman:
-Sen çıldırmışsın dedi.
Öptüm, yüzünü buruşturdu.
– Sarhoş! dedi.
– Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim.
– Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti. Gülerek:
– Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. Vakit bırakmadın ki dedim.
TAĞRIK BUĞRA
İNCELEME
YAZAR ADI : Tarık Buğra
HİKAYE : Havuçlu Pilav Meselesi
YAZARIN HAYATI VE ESERLERİ:
Ünlü yazar Tarık Buğra Akşehir’de dünyaya geldi. İlköğretimini Akşehir’de gördü. İstanbul Lisesi’nde Pertev Naili Boratav’un öğrencisi oldu. Tarık Buğra yazar olmaya 10. sınıfta karar verdi. 1936 yılında Konya Lisesi’nden mezun oldu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. 2 yıl sonra Hukuk
Fakültesi’ne, oradan da Edebiyat Fakültesi’ne geçti. Mezuniyet tezini vermeden buradan ayrıldı.
Gazeteciliğe 1947’de Akşehir’de babası Nazım Bey’le beraber Nasrettin Hoca gazetesini çıkararak başladı. 1951’den sonra Milliyet, Vatan, Yenigün, Yeni
İstanbul gazeteleri ile haftalık Yol dergisinde yazdı. Bu gazete ve dergilerin bir kısmında yazı işleri müdürlüğü görevinde bulundu. Tercüman Gazetesi’ndeki köşe yazarlığından 1976’da istifa etti, vaktini tümüyle edebiyata ayırdı. Devlet Tiyatroları’nda Edebi Kurul Başkanlığı’nda Edebi Kurul üyeliğinde bulundu..
Tarık Buğra, ilk piyeslerini ve “Yalnızların Romanı” adlı eserini askerliği esnasında kaleme almıştı. 1940 yılında bitirdiği bu roman, 1948 yılında Çınaraltı dergisinde tefrika edilmişti. Ancak ismi, bir iddia üzerine üç saatte yazdığı “Oğlumuz” isimli hikâyesinin 1948’de Cumhuriyet Gazetesi’nin açtığı yarışmada ikincilik kazanmasıyla duyuldu. 1949’da yayımladığı ilk hikâye kitabı Oğlumuz’u, 1952’de Yarın Diye Bir Şey Yoktur, 1954’te İki Uyku Arasında, 1964’te Hikâyeler izledi. Kasaba yaşantısından, orta sınıf insanların ev ve aile ortamlarından kesitler verdiği hikâyelerinde, yoğun, şiirli bir dille aşk, yalnızlık, uyumsuzluk gibi temaları ele aldı. Olay örgüsünden çok iç gerçekliğe ağırlık verdi. 1955’te çıkan “Siyah Kehribar”la romana geçti.
Kurtuluş Savaşı’na merkezden değil, bir kasabadan baktığı Küçük Ağa’da (1963) yakın tarihe resmi tarih anlayışının dışına çıkan bir yorum getirdi. Bu romanın devamını 1967’de Küçük Ağa Ankara’da adıyla yayımladı. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) isimli romanlarında da Cumhuriyet’in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi.
Ortaoyuncusu “Komik-i şehir” Naşit’in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş’in Rüyası ile 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülü, Osmanlı İmparatorluğu ’nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık’la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, Yağmur Beklerken ile Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü’nü aldı.
1991’de Devlet Sanatçısı unvanını aldı. Birey özgürlüğünü savunduğu Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı.
Tarık Buğra, 26 Şubat 1994′de kanser tedavisi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi’nde hayata gözlerini yumdu. Tarık Buğra, öğretim üyesi Ayşe Buğra’nın babasıdır.
ESERLERİ:
Denemeleri:Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uykunun Arasında
Romanları: Siyah Kehribar,Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da, İbiş’in Rüyası, Firavun İmanı, Dönemeçte, Gençliğim Eyvah, Yağmur Beklerken, Yalnızlar, Osmancık
BU ÇAĞIN ADI
Tarık Buğra’nın makalelerinden bir kısmıdır. Aydınlarımız, idârecilerimizi ve bütün akıl sâhiplerini düşünmeye sevk eden konuları içine almaktadır. Politik şarlatanlıklara karşı gerçekleri ve bağımsız kafayı savunan; kısacası şahsiyetli insanlara yakışan bir tavır ve uslupla millet ve memleket meselelerine bakmayı gündeme getiren bu makalelerin, okuyanlara çok şey ifade edeceği inancındayız.
DÖNEMEÇTE
Türkiye’de çok partili döneme geçiş yıllarını anlatır. Konuya bir Anadolu kasabasından, o çevredeki halkın ve aydınların canlı ilişkileri içerisinde bakar. “Dönemeç” adıyla TV’de dizi filmi yapılmıştır.
OSMANCIK
“Cihan devletini kuran irade; şuur ve karakter”. Tarık Buğra, esere ikinci bir başlık tarzında bunları yazmıştır. Konu, Osmancık’ın (yahut Kara Osman’ın) Osman Gazi olarak tarih sahnesine çıkışını ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatmaktadır.Osmanlı’yı cihan çapında büyük” yapan bir devlet ve insan anlayışının ilk tohumlarının roman çerçevesinde ele alınışını okuyacağınız bu eser, TV’de “Kuruluş” adı ile dizi film olarak da defalarca yayınlanmıştır.
GENÇLiĞiM EYVAH
Tanıtım Yazıları: Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir.
KÜÇÜK AĞA
Tanıtım Yazıları: Küçük Ağa, Tarık Buğra’nın en büyük ve en tanınmış eseridir. Kurtuluş Savaşı’nın, küçük bir Anadolu kasabasından görünüşüdür. Konuya ilk defa resmî olmayan bir gözle, aydın bir Türk’ün hür bakışlarıyla ve değerlendirmeyle bakılmıştır. İnsanımızın ve kültürümüzün tanıdık simalarını ve hususiyetlerini yazarın üstâdâne zevkle okuyacağınız bu eser, Milli Mücadele’nin gerçekten milli bir romanıdır.
İBiŞ’iN RÜYASI
Tarık Buğra’nın bu eseri, onun dil, üslûp ve teknik özelliklerini en iyi belirten romanlarından birisidir. Eser, konu bakımından da tiyatro ve sinemanın ilgisin çekmiş, Devlet Tiyatroları’nda sahneye başarıyla uygulanmış, TRT tarafından da -yazarın söyleyişi ile- “akıl almaz şekilde yozlaştırılarak” dizi film yapılmıştır. Biz, romanı okuyanların, bu TV filmi konusunda yazara hak vereceklerine inanıyoruz.
FİRAVUN İMANI
Kurtuluş Savaşı’nın Kuvâ-yı Milliye ve Çerkez Ethem dönemlerini anlatan Küçük Ağa’dan sonra, Sakarya Savaşı öncelerini ve sonralarını ele aldığı bu eserde, Tarık Buğra, çıkarcıları, üç kâğıtçıları, vurguncuları, satılmışları ve bunlara karşı eşsiz yiğitleri ile, yeni bir devletin kuruluş günlerini anlatmaktadır.
YARIN DiYE BİR ŞEY YOKTUR
Yazarın 1948-49, 1950-52, 1954-64 yılları arasındaki hikâyelerini içine alır. Bu hikâyelerde insanın değişmeyen yanlarını ve eskimeyen bir Türkçe ile duyguları ve düşünceleri zenginleştiren bir anlatım bulacaksınız.
SiYAH KEHRiBAR
Tarık Buğra’nın ilk romanı. Rahmetli Mümtaz Turan bu eser için “Tarık Buğra’nın burada iddiasız görünüşüne rağmen büyük bir tezi, “Yirminci asrın hüznü” dediğimiz hastalığı ele aldığını sanıyorum. Günümüzün trajedisi romandaki maceralara bir fon müziği gibi baştan sona refakat ediyor.”diyor.
POLiTiKA DIŞI
Tarık Buğra’nın bu kitabı, siyaset dışı yazılarından oluşmaktadır. Muhtelif tarihlerde ve değişik yerlerde yayınlanmış yazıları ve yazarla yapılmış bazı röportajlar kitaba alınmıştır. Böylelikle, genel olarak edebiyatımızla ve özellikle yazarımızın edebî kişiliği ve görüşleriyle ilgilenenler için lüzumlu bir derleme meydana getirmiştir.
YAĞMUR BEKLERKEN
Cumhuriyet döneminin muhtelif kesitlerini romanlarına konu yapan yazar, bu büyük kuraklıkla siyaset arasında paralellikler kurarak anlatıyor.
TEMA: Sevgi, aşk.
KONU: Havuçlu pilav meselesi nedeniyle eşlerin tartışmaları ve beraberinde gelişen olaylar anlatılır.
ANA DÜŞÜNCE:
Eşlerin birbirlerine karşı daha anlayışlı olması gerektiği ve karşısındaki ona çok anlayışlı davranırken bunun suistimal edilmemesi gerektiği.
İLETİ:
Karşımızdaki insanın sabrını zorlamamalıyız,hoşgörülü olmalıyız.
HAVUÇLU PİLAV MESELESİ ÖZET:
Yağmurlu bir Pazar günü yapacak işi olmayan kahramanımız kendine vakit geçirecek bir şeyler arıyor.Radyoya gidiyor ,eşini hayalinde canlandırmaya çalışıyor.Eşi Hürrem ise mutfakta akşam için yemek hazırlamaya çalışıyor.O ise gelsin benimle ilgilensin istiyor gönül eğlendirmeye çalışıyordu.Mutfağa giriyor ve havuçlu pilav için hazırlanan havuçları doğramaya başlıyor.Bunun farkında bile değil kendisi eşinin onunla ilgilenmediğini düşünüyor.Daha sonra aralarında tartışma çıkıyor sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun diyor.O ise çok beğendiğini fakat daha güzel bir pilav arayışına mani olmadığını söylüyor.Tartışıyorlar Hürrem haydi sen odana git başka bir şeyle ilgilen diyor. O ise bunu anlamak istemiyor sanki evde mutfaktan başka bir yer yok gibi beni evden kovuyorsun demek diyor,bunu kastetmediğini gayette biliyordu.Evden çıkıyor meyhaneye gidiyor .Meyhanede fakat yalnız olmak istiyor, insanlar ona yabancı geliyor.Eşinin sesi hala kulaklarındaydı.Bütün votkaları içmek istiyordu.Yanında mesut insanlar vardı,hele bir tanesinin mutluluğu onu hayattan tiksindirebilirdi.Onunla alay ediyor.Sonra garsondan havuçlu pilav istiyor.Garson anlamayınca siz bilmezsiniz pilaki olsun diyor.Karşısındaki adam ona dik dik bakıyor.Sonra anlatıyor bu benim rahmetli karımın yemeğiydi diye, adam çok acıyor. Garson yemeği getiriyor ağlamaktan yiyemiyor,hesabı da adam ödeyip çıkıyorlar. Bir taksiye atlayıp evine geliyor,karısına sarılıyor, barışıyorlar.Ben çok acıktım havuçlu pilav isterim diyor.
Hikayenin Türü İçerik Yönünden: Aşk
OLAYLAR:
1)Evde kahramanın eşi ile havuçlu pilav yüzünden tartışması, aslında adamın yapacak bir işi olmadığından sürekli bahaneler bulması,en küçük bir şeyi bile büyütmesi,evi terk etmesi.
2)Meyhaneye gitmesi ve oradaki mutlu insanı gördüğünde mutluluktan tiksinecek hale gelmesi.Meyhanede garsondan havuçlu pilav istemesi adamın anlamaması daha sonra pilaki istemesi.
3)Karşısındaki adamın dik dik bakması ve onun rahmetli karımın yemeği demesi ağlaması.
4)Garsonun getirdiği pilakiyi yememesi ve adamın haline acıyıp hesabı ödemesi çıkmaları.
5)Adamı bir şekilde atlatıp evine karısının yanına gitmesi ve barışmaları.
KİŞİ ÇATALI:
Adam ile karısı Hürrem arasında geçenler
Meyhanede karşısında oturan adamla arasında geçenler
Sokaktan geçen kadın ,meyhanede mutlu görünen adamla arasındaki ilişki
Garsonla aralarında geçen konuşma.
İNSAN İLİŞKİLERİ (SOSYAL İLİŞKİLER):
Adam karısıyla yeni evli ve karısını çok seviyor ama meyhaneye falan gidiyor sarhoş pek değerden anlamayan birisidir. Hürrem ise eşine değer veren onun için bir şeyler yapmaya çalışan biridir.Adamın meyhanede karşılaştığı yan masada oturan adam ise servetini söylüyor, övünüyor ama limonu sıkmayı bile beceremeyen biri onunla dalga geçiyor.Karşısında oturan adam ise ona yardım etmek istiyor karısının öldüğünü söylediğinde acıyor ,yemek parasını dahi ödüyor yardım severdir.Adam yalancıdır aynı zamanda eşim öldü diye yalan söylüyor.Garson ise her şeye inanan saf bir tiptir.
ZAMAN (Vaka Zamanı, Sonradan Aktarma):
Kişi olayı kendisi anlatıyor. Genellikle belirli geçmiş zaman kullanılmıştır ve belirli geçmiş zamanın hikayesi kullanılmıştır.
MEKAN(Ütopik , Soyut) :
Mekan olaylar evde ve meyhanede geçmektedir.
DİL -ÜSLUP (Ağız , Argo,Biçem,Devrik Cümle,Tekrarlar):
Ağız özelliklerine yer verilmemiştir. İstanbul Türkçesi ile yazılmıştır. Argo yoktur. Cümleler genellikle kurallıdır ve kısa cümlelerden oluşturulmuştur.Diyaloglara sıkça yer verilmiştir.Soru cümleleri ,ünlem vardır.İkilemelere yer verilmiştir.
DİL SAPMALARI(Küfür, yergi) :
Küfür yoktur. Meyhanedeki adamla aralarında geçenler onu alaya alması cahilliğini eleştiriyor.Garsonun anlayışsızlığı.
HİKAYENİN EKOLÜ, DÖNEM AÇISINDAN (Klasik , Romantik): Romantiktir. Eşiyle arasında çıkan tartışmalara rağmen ikisi de birbirini çok sevmektedir.
HİKAYE ÜSTÜNE OKUR DÜŞÜNCESİ: Bilindiği gibi kısa hikayenin kurgusu bir çelişki, bir uyum eksikliği,bir karşıtlık üzerine kurulduğu için dar alanda kısa söylemler sunma hedefi vardır.Böyle bir yapının, okuru tam uyanıklık içinde tutması istenir.Okurun dikkati çekilecek, ilgisi kesintiye uğramayacaktır. Olaylar arasında seri geçişler sağlanacak seri geçişler yapılacak,okurun takip kabiliyeti zedelenmeyecektir.Tüm bunlar ironik anlatımın sanatçıya verdiği anlatım gücü ile oluşmaktadır.Tarık Buğra da, şahit olduğu kişisel zaafları , bencil ve tek taraflı uygulamaları, toplumsal bozuklukları,okuyucusuna yansıtmada ironinin imkanlarından yararlanır.Bu yöntemle, çoğu insanın fark etmeden içinde bulunduğu durum , mizahi bir karşılaştırma, alaylıcı bir dikkat ve eleştirel bir dille etkili bir söylem haline getirilir.Anlatıma katılan mizahçı anlatıcının rolü, hikaye boyunca kendini hissettirir.Hikayede geçen mesele, mücadele, ilim, fazilet,itina, mutluluk,rahmetli vb. gibi kelimelerin seçimi ve kullanımı ironik söylemin özünü teşkil eder.Bu kelimelerden bazıları sık sık tekrarlanarak dikkatlere sunulur. Onların çağrışımları ve üzerlerine yüklenen yeni yeni anlamlarla, okura sezdirilen hikayenin derinliğinde gömülü gizli metin,okuru rahat bırakmaz.Hikayede,alaycı ve iğneleyici üslubuyla muhatabını sarsan yazarın , akıcı bir dili oluşur.Hikayenin okuyucuyu sürükleyen ve bir solukta okunan anlatı haline gelmesi, dilinin akıcılığı , ironik söylemin imkanlarıyla elde edilmektedir.