İÇECEK SU
Balkan Harbi zamanına ait bir hatıra zihnimde tam bir canlılıkla yaşıyor:
Köy hemen hemen büsbütün boş! Kâr ve kazanç ihtiyacı telaş ve vehmine(korkusunu) galebe çalan (yenen) tek tük esnafla köşklerde bırakılan birkaç bekçiden, bahçıvandan başka hemen kimse kalmadı. Yalnız asker…
İki aydan beridir ki yalnız, karadan, denizden, gündüz gece bu asker kafilelerinden, köyün dolup boşalan, sonra bitti zannederken yerden fışkırırmışçasına birdenbire çamurlu kırlara beyaz çadırlarıyla iri papatya yığınları kuran binlerce asker öbeklerinden başka bir şeye tesadüf edilmiyor. Bir taraftan harp hastalarından, ölülerinden mürekkep (oluşan) o kahr ve idbar (talihsizlik) eserlerini getirip buraya dökerken diğer taraftan anayurt, asırlardan beri üzerine yağan ateş yağmuruyla yanıp kurumak, tutuşup kavrulmak bilmeyen cûd ve seha (cömertlik) göğsünden binlerce evladın alıp buraya bahşediyor (bağışlıyor) ve burada, gelenler gidecek olanlara, malul (hasta) ve sakatlarla, zinde (sağlıklı) ve tüvanalara (gücü yerinde olanlara) ayrı ayrı mıntıkalar(bölgeler)tayin edilmiş (belirlenmiş) olmasına rağmen evvelkilerle şimdikilerin arasında zaruri bir temas hâsıl olarak(oluşarak) memat (ölüm) ile hayat, ümit ile yeis (ümitsizlik), sükut( düşme) ile itila (yükselme), hezimet (yenilgi) ile intikam el ele tutuşuyor; bu iki el tutuşurken birincisinden ötekine bir fütur (bezginlik) manası, elem ve şikâyet ifade eden, cesareti kırıp şüphe ve endişe veren bir şey gelmiyor, ikincisinden berikine teselliyet(teselli) ve kuvvet meçhul bir ümniyenin(umudun) tahakkukunu (gerçekleşeceğini) vaat eden bir sıcaklık sirayet ediyor.(geçiyor)
Bütün bu daima kaynayan ve köpüren insan pınarının dalgaları yuvarlanıp yayıldıkça, bir gecenin karanlıkları içinde sanki toprakların yarıklarında kayboluverdikten sonra ertesi günün ağlayan güneşi altında yeniden temiz ve berrak dalgalarla fışkırdıkça köyün havassında ne bir telaşın gürültüsü, ne bir musibetin(uğursuzluğun) uğultusu var. Bu binlerce insan kütlesinden mabetlere mahsus bir sükut(sessizlik), ara sıra boru seslerinin tenhalıklarda birbirini arayan selamlarıyla yırtılmış derin, ölü bir sükut!..
Onlara bir rüyan seyyar gölgeleri halini veren bu sükûtun yanda diğer bir hassaları (özellikleri) var: Çekinmek.. Sokaktan geçerken sizin gözünüze tesadüf etmekten utanan kaçınışları, kapılara sürünmekten ürken çekinişleri, bir parça sabun almak için elinde parasıyla bakkal dükkânlarının önünde girmeye cesaret edemeyen düşünüşleri, koca bir kümeyle yolunu şaşırarak beklerken bir geçenden korkarak soruşları, bahçeleri tamamıyla göz önünde tutan köşk parmaklıklarının arasından iğrilen bakışlarıyla var ki yarın güllelere mert göğsünü gererken gözlerini kırpmayacak olan bu adamları korkak çocuklara benzetiyor. Kaç kere tesadüf ettim: birçok evinde birer değirmenin neşeli pervaneleri dönen bu köyde bir türlü yoluna konamamış su meselesi, onları, ellerinde kovalarla, kırbalarla, boyunlarında, sırtlarında, onar yirmişer deste deste mataralarıyla garptan şarka (batıdan doğuya), deniz kenarından demir yoluna sevk eder. Su tedarik olunabilecek (temin edilebilecek) en yakın yeri haber verirseniz, o zaman koşarlar.
Ah! Türk çocuğu! Sen tarihinin o türlü türlü dolaşık ve çapraşık çizgileri arasından ne zamandan beri bu içecek suyun arkasından koşarsın!.. Ne kadar asırlardan beri hep yolunun üzerinde böyle bir tesadüf parmağı kalkmış, sana bir yol göstermiş, seni garptan şarka( batıdan doğuya), şimalden cenuba (kuzeyden güneye ) hep o içecek suya sevk etmiştir! Bu koşuşunda, köyünün o hiçbir zaman kana kana, rahat rahat içemediğin suyuna, o genç kızların akşamları testilerini doldurduklar güleç çeşmeye bir hasret hissi mi, bir iştiyak, özlem manası mı saklıdır?
Mukadderatının (kaderinin) daima dolup boşalacak, boşaldıkça dolacak matarasını takarak oradan oraya, buzlu dağlardan ateşli çöllere yolladığı, tarihin bitmez tükenmez dikenlikleri, kayalıkları arasında türlü izlerde yuvarladığı Türk çocuğu, mübarek mahlûk sen ezeli bir seyyarsın hep bu içecek suyu arar ve hep mataranı kaldırarak köyünden başka her diyarın acı sularından birer yudum nasip oldukça gözlerini göklere dikerek şükredersin.
Bir gün odamın penceresinden boş sokağa dalgın bakıyordum. Yavaş yavaş çiseleyen bir yağmur köyün yapışkan çamurlarını biraz daha geçilemeyecek, biraz daha içine batılacak bir cıvıklığa getiriyordu. Karşıdaki komşunun tavuklar tahta perdenin deliğinde, başın eğip bir gözüyle güneşe bir sual nazarı (bir soru soran bakış) yollayan horozun arkasında, bu ıslak elbise ile kümese dönüp dönmeyeceklerini düşünüyorlar, duvarın kenarından bir siyah kedi ıslak temaslardan korkak ihtirazlarla (çekingenliklerle) kadife pençelerini kurtarabilecek bir yer arıyordu.
İki elinde iki boş kova ile etrafına bakınarak geçen bir asker gördüm, su arıyordu. Belliydi ki bu boş kovalarıyla uzun uzun dolaşmış ve önünden geçilen bahçelerin ekseriyetle açık kapılarından bakmaya cesaret edemeyerek saatlerden beri onları dolduramamıştı. Bizim evinde açık kapısında durmadı, ona bakmaya bile kendisini mezun addetmedi (izinli saymadı), geçip gidecekti. Penceremi açarak seslendim. Durdu, anlattım,’’Girersin,sağına dönersin!..’’ dedim. Şüphe içinde, çekingen duruyordu.
O zaman inmek ve cesaret edemeyen bu çocuğa delalet etmek(yol göstermek) lazım geldi. Bu çocuk otuz beş yaşlarında vardı ve onu yakından görünce otuz beş senenin türlü zahmetler ve meşakkatleriyle (sıkıntılarıyla) türlü ıstıraplar ve elemleriyle hırpalanmış, yıpranmış bir vücuttu; fakat onun halinde öyle bir natıka (ifade) vardı ki ıslak eski elbisesinin buruşuk serpuşunun (başlığının) ellerinde boş duran kovaların sefil ifadesine rağmen asalet takrir ediyordu (anlatıyordu). Bu dalgaların hırçın çarpıntıları gelip üzerinde çatladıkça altından daha parlak çıkan kaya parçaları gibi kader hücumlarının darbelerinden daha parlak bir alınla sıyrılan bir Türk oğluydu.
Karşı karşıya gelince bekledim ki söylesin. Elinde boş kovalarıyla, ürkek ve çekingen, yüzüme baktı. O zaman sordum:
– Ne aradın, arkadaş?
– İçecek su aradım, dedi.Yalnız bu cümlesinde uzun bir su aramak hikâyesi vardı. Başının öyle bir eğilişi, gözlerinin öyle bir bakışı vardı ki, “Zahmet vermeyelim !” demek istiyor gibiydi.
Beraber yürüdük ve tulumbayı çekerek ona yardım ettim. O, galiba biraz utanarak, beni daha ziyade yormamak için acele ediyordu. Kovalarından biri ağzı açılmış ve ortasına bir kalınca değnek çivilenmiş bir teneke, öteki kulplu yenice bir çinko idi. Biraz su geldikten sonra kovayı çalkaladı, onun suyunu ötekine boşaltarak onu da yıkadı ve bu suretle temizlik düşüncesini tatmin ederek kovalardan birini tekrar tulumbanın altına koydu. Ben çekmeye başladım; o, gözlerinde karar veremeyen bir şeyle bakıyordu: Bu işi bana bırakmalımıydı, kendi mi geçip çekmeliydi; halledemiyordu. Kova dolunca, onun hatırına gelmiş olmasında ihtimal bulunan zehaba (düşünceye) imkân bırakmamak için:
-Yoruldum arkadaş, ötekini sen doldur! dedim. Fazla bir acele ile dolan kovayı çekti, ötekinin koydu ve benim yerime geçti. Aramızda başka bir kelime teati olunmamıştı (konuşulmamıştı). Öteki de dolunca bir söz söylemiş olmak için:
-Sen nereden geldin arkadaş, dedim
Dudaklarını büzerek ve kim bilir ne kadar uzakları murat ederek (arzulayarak) :
-Te!.. İçerilerden! dedi, biri uzun biri kısa gelen kulplara yapıştı.
-Nereye yollayacaklar, dedim. Başını sallayarak:
-Bilmem ki… dedi. Biri ağır biri hafif gelen kovaları kaldırdı ve yürüyüşüne ufak bir aksak ahenk veren bir muvazenesizlikle (dengesizlikle) ıslak kumların üzerinden geniş adımlarla yürüdü.
Kendi kendime:
-Bu iki cevap, dedim; işte Mehmetçiğin bütün tarih-i hikâyesi! Ta içerilerden gelip bilinemeyen nerelere giden derbeder bir hikâye.
Bahçenin kapısına kadar o önde ben arkada böylece geldik, ta orada biraz durdu, fakir lehçesinde bana şükran eda edecek bir tabir aradı, bütün güzide (seçkin) bir lisanın ibareleri, bütün zarafet cümleleri onun sadece ruhunda iflas ediyordu, sonra ruhunu daha güzel daha iyi tefsir eden (yorumlayan) bir şey buldu:
-Efendi, hakkın helal et! dedi ve aksa yürüyüşüyle çamurların içine bata bata, elinde biri ağır biri hafif, biri uzun biri kısa kovaların suyu çalkana çalkana yürüdü.
Arkasından bakarken düşündüm ki bu Türkoğlu altı asırdan beri türlü tesadüflerin kasırgaları önüne düşmüş bir cidal cihanının (mücadele dünyasının) yarlarında, uçurumlarında, denizlerinde, çöllerinde yuvarlanmıştı. Tarihin bu hırpalanmış yolcusu türlü afet ve musibet ( bela) çukurlarından şan ve şeref tepelerine tırmanmış, dizleri parçalanarak tırnakları koparak tırmanılan yerlerden bir kaza darbesiyle taşlara çarpa çarpa düşmüş ve daima kalkarak, yeniden dimdik durmaya çalışarak tutunacak bir kaya parçası, yapışacak bir ağaç kütüğü aramıştı. Ve Yemen çöllerinden Arnavutluk taşlarına, Acem ellerinden Girit sularına kadar altı asırdan beri kumlara, buzlara, denizlere kanını akıta akıta, mebzul(bol) bir kaynağın bitmez tükenmez kereminden her vakit taze bir kuvvetle fışkıran o al kanının garip çizgileriyle hikâyesini yazmıştı.
Bu kanla yazılmış kasidenin her satırında yüksek bir fedakârlığın, insanlık üstünde bir bahadırlığın haşmeti parlarken o, sanki kendi büyüklüğünden bihaber (habersiz) fakat gene fütur (bezginlik) getirmeyerek diyar diyar dolaşıyor, gene içecek su araya araya dolaşılan yerleri kanıyla suluyordu. Ve sonra düşündüm ki ihtimal yarın bana akan kanını sunacak olan bu adam kuyumun suyu için benden hakkımın helal edilmesini istiyordu.
Halid Ziya UŞAKLIGİL
1.ŞEKİL (DIŞ YAPI):
A-) HİKÂYE ADI : İçecek Su
B-) YAZARIN ADI : Halid Ziya Uşaklıgil
C-) HİKAYENİN BASKISI: Uşaklıgil, Halid Ziya, Aşka Dair, Özgür Yayınları, İstanbul 2007
D-) YAZARIN YAŞAMI, DÖNEMİ VE ESERLERİ :
Halid Ziya Uşaklıgil 1866 İstanbul’un Eyüp semtinde doğdu. Babası halı tüccarı Halil Efendi, Uşak’tan İzmir’e göçmüş varlıklı bir ailedendi. Halid Ziya, o sırada İstanbul’a yerleşmiş olan Halil Efendi ile Behiye Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Mahalle mektebindeki ilk eğitiminin ardından Fatih Askeri Rüştiyesi’ne devam etti. 93 Harbi’nin başlaması ile Halil Efendi’nin işleri bozuluncaaile, İzmir’e yerleşti ve Halit Ziya öğrenimini İzmir Rüştiyesi’nde sürdürdü. Ardından İzmir’de Ermeni Katolik rahiplerinin çocukları için kurulmuş yatılı bir okula devam ederek Fransızcasını geliştirdi; Fransız edebiyatını yakından tanıdı. Fransızca çeviri denemeleri yaptıktan sonra henüz öğrenci iken ilk yazılarını yayımlamaya başladı. Önce İzmir çevresinde kendini tanıttı. Bazı edebi yazılarını İstanbul’da Hazine-i Evrak adlı önemli bir dergide “Mehmet Halid” adıyla yayımladı.
Son sınıfta iken okuldan ayrıldı, babasının kâtibi olarak iş yaşamına başladı. Aynı yıl, Bıçakçızade Hakkı ve Tevfik Nevzat adlı arkadaşlarıyla “Nevruz” adlı bir dergi yayımlamaya girişti. 10 sayı kadar yayın hayatında bulunan ve İzmir’in ilk edebiyat dergisi olan bu dergide çeviri şiir ve hikâyeler, mensur şiirler, bilimsel yazılar yayımladı. Babasının yanındaki işi edebiyat merakı ile bağdaştıramadığından farklı bir iş aradı. İstanbul’a giderek hariciyeci olmak için başvurdu; başvurusu kabul edilmeyince İzmir’e döndü. İstanbul’da bulunduğu süre içinde Fransız edebiyat tarihi ile ilgili olarak uzun süredir yazmak istediği kitabı yazdı. Garbdan Şarka Seyyale-i Edebiye: Fransa Edebiyatının Numune ve Tarihi adlı kitabı 1885’te 84 sayfa olarak basıldı. Bu eser, onun basılan ilk kitabıdır ve Türkçede basılmış ilk Fransız edebiyatı tarihi olma özelliği taşır. İzmir’e döndükten sonra İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı, öğretmenliğe devam ederken Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başladı. İzmir İdadisi’nin açılmasından sonra öğretmenliğe bu okulda devam etti; Fransızcanın yanı sıra Türk edebiyatı dersleri verdi.
Halid Ziya 1883′ten 1943′e kadar altmış yıl devam eden uzun yazı hayatıyla nesrin hemen hemen tüm alanlarında eser vererek Türk edebiyatına büyük katkılarda bulunmuş usta bir yazardır. Türk edebiyatına en büyük katkısı o döneme kadar teknik kusurlarla anılan Türk romanını bu kusurlardan arındırmasıdır.
EDEBİ KİŞİLİĞİ:
Edebiyat hayatına İzmir’de başlayan ve burada değişik gazetelerde yazılar yazan Halit Ziya, işlerinden dolayı İstanbul’a gelmiş ve burada Servetifünun Edebiyatına katılarak bu topluluğun edebiyat anlayışını benimsemiştir. Eserleriyle Servetifünun’un nesir anlayışını da belirleyen sanatçı, daha çok bireysel konuları, özellikle de aşkı, işlemiştir. Ancak bu eserlerinde realist tutumunu da elden bırakmaz. Halit Ziya’daki realizm, sadece konuyu ele alışta değil eserin tamamındadır. Çevre tasvirleri, ruh tahlilleri ve olay örgüsü tamamen bir gerçeklik duygusuyla işlenir.
Kahramanlarını çok çeşitli sosyal çevrelerden ve mesleklerden seçmiş, Fransız realist romancılarında görülen başarılı insan – çevre kompozisyonunu eserlerinde yansıtmaya çalışmıştır. Yazar, ferdin dünyasıyla sosyal çevre arasındaki münasebeti vermeye çalışır. Romanlarında İstanbul’u mekân olarak kullanan sanatçı hikâyelerinde Anadolu’yu da kullanmıştır. Halit Ziya, eserlerinde dönemin ve topluluğun edebiyat görüşüne uygun olarak ağır ve süslü bir dil kullanır. Bu dil sanatçının mensur şiirlerinde daha da ağırlaşır.
Kısaca özetleyecek olursak;
- Servetifünun Edebiyatının roman ve öykü alanındaki en önemli ismidir.
- Modern anlamda Türk romanının kurucusudur. Türk edebiyatında Batılı anlamda ilk romanları yazmıştır.
- Realizmin bütün ilkelerini başarılı bir şekilde uygulamıştır. Natüralizmden de etkilenmiştir.
- G. Flaubert, H.de Balzac, A. Daudet, Goncourt Kardeşler gibi Fransız realist ve natüralist yazarlardan etkilenmiştir.
- Halit Ziya’nın alışılmışın dışında bir söz dizimi vardır.
- Anlatımı tekdüzelikten kurtarmak için devrik cümle ve eksiltili cümle kullanmış, bazı sıfatları isimlerin sonuna getirmiş, cümlenin sonunda değişik zamanlı fiiller kullanmıştır.
- Sanatlı ve ağır bir dil kullanan sanatçı Arapça, Farsça sözcük ve tamlamalara sıkça yer vermiştir.
- Romanları teknik açıdan güçlüdür, kusursuzdur.
- Roman ve öykülerinde kişiliğini gizlemiştir.
- Gözlemci gerçekçiliği başarılı bir şekilde uygulamıştır.
- Romanlarında ruh çözümlemelerine önem veren sanatçı, kahramanların iç ve dış dünyalarını anlatırken olabildiğince nesnel davranmıştır.
- Kişileri yetiştikleri çevreye göre konuşturmuştur.
- Romanlarında aydın, öğrenim görmüş, sanat ve edebiyattan anlayan kişileri ve çevrelerini; öykülerinde ise halkın yaşayış ve adetlerini işlemiştir.
- Romanlarında sadece İstanbul’u anlatmış; öykülerinde ise Anadolu ve köy yaşamına, kasabalardaki yaşayışa yer vererek İstanbul dışına çıkmıştır. Öykülerinde dili romanlarına göre daha sadedir.
- Eserlerindeki kişiler kendi çevresinde yaşayan kişilerdir.
- Eserlerinde bireysel konuları işlemiştir. Sürekli yakınma, karamsarlık, hayal kırıklığı, mutluluğu arayıp bulamama ve aşk romanlarının başlıca konularıdır.
- Serveti fünun Edebiyatının en kültürlü yazarlarındandır. Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Farsça ve Arapça bilir.
- Türk edebiyatında ilk mensur şiir örneklerini vermiştir. Mensur şiir tarzının öncülüğünü yapmıştır.
- Cumhuriyet’ten sonra dilini sadeleştirmiştir.
ESERLERİ
ROMAN: Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Sefile, Nemide, Ferdi ve Şürekâsı, Bir Ölünün Defteri, Nesl-i Ahir.
HİKÂYELERİ: Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Nakıl, Bu Muydu, Heyhat, Küçük Fıkralar, Bir Yazın Tarihi, Solgun Demet,
Bir Şi’r-i Hayal, Sepette Bulunmuş, Bir Hikâye-i Sevda, Hepsinden Acı, Onu Beklerken, Aşka Dair, İhtiyar Dost ,Kadın Pençesi, İzmir Hikâyesi, Kar Yağarken
OYUNLARI: Firuzan, Kabus, Fare
HATIRALARI: Kırk Yıl, Bir Acı Hikâye, Saray ve Ötesi
GEZİ YAZILARI: Almanya Mektupları, Alman Hayatı
DENEMESİ: Sanata Dair
MENSUR ŞİİR: Mezardan Sesler
2.MUHTEVA (İÇ YAPI):
A-) TEMA : Kahramanlık
B-) KONU: Türk milletinin asırlar boyunca çektiği zorluklar, bu zorluklara karşı giriştiği mücadele ve bir yudum su için kanını,canını feda edecek kahramanlık örneğini sergilemesi konu edilmiştir.
C-) ANADÜŞÜNCE: Türk askeri bütün zorluklara karşı yılmadan mücadele ederek kahramanlık hikayesini yazmıştır.
D-) MESAJ, İLETİ :Türk askerinin bu topraklar için verdiği mücadelenin büyüklüğünden habersiz dolaşılan yerleri kanıyla sulaması ve seve seve kanını akıtacağı milletten içecek su için haklarını helal etmesini isteyecek kadar mütevazı olamsı verilmek istenen mesajdır.
E-) ÖZET :
Balkan Harbine ait bir hatıranın anlatılmasıyla hikâye başlar.Yazar olayın geçtiği köyün tasvirini şöyle yapmıştır.’’ Köy hemen hemen büsbütün boş! Kâr ve kazanç ihtiyacı telaş ve vehmine(korkusunu) galebe çalan (yenen) tek tük esnafla köşklerde bırakılan birkaç bekçiden, bahçıvandan başka hemen kimse kalmadı. Yalnız asker..” Köyde asker öbeklerinden başka bir şeye rastlanmıyor. Askerler öbek öbek fakat büyük bir sükut içindeler ve çekingenler. Güllelere göğüs geren askerler anlatıcı tarafından korkak çocuklara ve daima dolup boşalacak, boşaldıkça dolacak matarasını doldurmak için oradan oraya gezen bir seyyara benzetilmiştir.
Anlatıcı bir gün odasının penceresinden dışarıya bakarken iki elinde boş kova ile yağmur altında etrafına bakınarak su arayan bir asker görür. Askerin çekindiğini anlayan adam ona yardım etmek ister. Askere yol göstermek için bahçeye iner ve ne aradığını sorar.35 yaşındaki askere yardım eder ve tulumbadan suyu çeker. Nereden geldiğini sorar ve içerlerden cevabını alır. Nereye yollayacaklar diye sorar ve bilmem cevabını alır. Bu iki cevap arasında düşünür ve Mehmetçiğin tarih-i hikâyesi diye özetler. Kovaları suyla doldurduktan sonra asker önde anlatıcı arkada bahçe kapısına kadar yolcu eder.Kapıdan çıkarken asker helallik ister ve yola düşer. Anlatıcı askerin ardından bakarken düşüncelere dalar.Türlü tesadüflerle bu dünyanın türlü yerlerine, uçurumlarına yuvarlanmış Türkoğlu’nu düşünür. Yemen’den Arnavutluk’a, Acem’den Girit sularına kadar altı asırdan beri kumlara, denizlere kanını akıtarak kahraman hikâyesini yazan bu askerin belki de yarın ona kanını akıtacağı adamdan su için helallik istemesini yadırgıyordu.
F-) HİKAYENİN TÜRÜ : Durum hikâyesidir. İçecek su hikâyesi seri ve heyecanlı bir ritimle başlayan, gelişen ve sonuçlanan bir olaydan çok farklı hassasiyetlere sahip bir insanın hayatından alınmış bir kesitin son derece zengin bir dil ve üslup unsuruyla anlatılmıştır.
G-) OLAYLAR :
- Balkan Harbi sırasında olayın yaşandığı köyün anlatıcı tarafından gözlemlenmesi.
- 2 aydır gelen asker kafilelerinin özelliklerinin ve durumlarının anlatılması.
- Anlatıcının Türkoğlu hakkındaki düşüncelerinin verilmesi.
- Anlatıcının bir gün penceresinden bakarken su arayan bir asker görmesi ve yardım etmek için bahçeye inmesi.
- Askere ne aradığını sorması ve suyu doldurmak için ona yardım etmesi.
- Askerle su doldururken konuşması ve verdiği cevaplar hakkındaki düşüncelerinin belirtmesi.
- Askerin su doldurduktan sonra helallik istemesi ve oradan gitmesi.
- Anlatıcının askerin giderken arkasından bakarak Türk askeri hakkındaki düşüncelerini belirtmesi.
Ğ-) KİŞİLER : Olayı anlatan anlatıcı ve su arayan Türk askeri. Ayrıca köyde kalan bekçi ve bahçıvanların adı da geçmektedir. Olayın kahramanı Türk askeridir. Anlatıcı ve askerde karakterdir. Ayrıntılı anlatılmıştır ve gerçek hayatta karşılabileceğimiz kişilerdir.
H-) İNSAN İLİŞKİLERİ : Vatanları için anayurdun canını bağışladığı askerler mabetlere özgü bir sükut içerisindedirler.Askerlerin bir diğer özelliği ise çekingen olmalarıdır. Hikâye de bu durum:” .. Sokaktan geçerken sizin gözünüze tesadüf etmekten utanan kaçınışları, kapılara sürünmekten ürken çekinişleri, bir parça sabun almak için elinde parasıyla bakkal dükkanlarının önünde girmeye cesaret edemeyen düşünüşleri, koca bir kümeyle yolunu şaşırarak beklerken bir geçenden korkarak soruşları, bahçeleri tamamıyla göz önünde tutan köşk parmaklıklarının arasından iğrilen bakışlarıyla var ki yarın güllelere mert göğsünü gererken gözlerini kırpmayacak olan bu adamları korkak çocuklara benzetiyor.” bu cümlelerle anlatılmıştır.
I-) ZAMAN: Olayın zamanı Balkan Harbi yıllarıdır. Bu hikâye yazar tarafından hatırası olarak anlatılmıştır.” Balkan Harbi zamanına ait bir hatıra zihnimde tam bir canlılıkla yaşıyor.”
İ-) MEKAN : Asker kafilelerinin geçtiği, birkaç bekçi ve bahçıvandan başkasının olmadığı bir köydür. Açık bir mekandır ve somuttur.
J-) DİL- ÜSLUP : Halid Ziya’nın kendine has üslubu bu hikâyeye de yansımıştır.Son derece zengin isim ve sıfat tamlamalarıyla örülü zevkli bir dili ve üslubu vardır. Halid Ziya yazarlık hayatı boyunca Türkçede görülen sadeleşme eğilimlerinden ve bilhassa Öztürkçecilik akımından bazı eserlerini dil ve üslup yönünden sadeleştirerek yeniden yayımlamıştır. Cümleler genellikle uzun , tasvirlerle doludur. Sık sık diyaloglara ve aklından geçen düşüncelere yer vermiştir. Argo ve küfür yoktur. Yöresel ağızlar da kullanılmamıştır.
K-) DİL SAPMALARI : Hikâye de küfür ve argoya yer verilmemiştir. Ama Türk askerinin düştüğü duruma bir sitem vardır.
L-) ÇEVRE: Büyük bir sükut ve çekingenlik içinde bir yığın askerden ve o köyde yaşayan insanlardan oluşan bir çevre vardır.
M-)HİKAYE EKOLÜ: Halid Ziya Türk roman ve hikâyeciliğinin en önde gelen isimlerindendir..Sanat için sanat anlayışını benimseyen Halid Ziya’nın eserlerinde dil epey ağır ve süslüdür.Eserlerinde realizminin ve sembolizmin etkileri görülür. Halid Ziya yazarlık hayatı boyunca Türkçede görülen sadeleşme eğilimlerinden ve bilhassa Öztürkçecilik akımından bazı eserlerini dil ve üslup yönünden sadeleştirerek yeniden yayımlamıştır. Mai ve siyah, Aşk-ı Memnu gibi oldukça başarılı eserleriyle bilhassa kendinden sonra gelen romancılar üzerinde de etkili olmuştur. Kadın Şikayeti hikâyesi Theodore de Banville’den, Mavi Kelebekler ise Andre Theuriet’ten tercüme edilmiştir. Diğer hikâyelerinin çoğu ise bir nevi hatıralarının şekillendirdiği hikâyelerdir.
N-) HİKAYE ÜZERİNDE OKUR DÜŞÜNCESİ: Yazarın edebi esere yaşadığı dönemin değer yargısı, gelenek gibi birtakım özellikleri ve gerçekleri yerleştirmesi, bunlardan kesitler sunması, metni oluştururken yaşadığı dönemi yansıtması önemlidir. Olay Balkan savaşları sonrası Türk askerinin ve milletinin durumunu anlatır. Yazarın olayları hatıralarından derlemesi ve olayları kurgulamada dar zamanı kullanması hikâyeyi yetkin kılar. Ayrıca yazar hikâyeyi anlatırken kendi düşüncelerini de anlatıcıyla okurlara aktarmıştır.Yazar sözünü anlatıcıya emanet etmiş ve söylemek istediklerini anlatıcıyla söylemiştir Cümlelerin uzun ve tasvirin çok olması okuyucuyu sıkabilir. Daha kısa cümlelerle yazılmış eserlere göre bu eserin okunması zor olacaktır. Hikâyede yer alan Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçesinin bir arada verilmesi anlamda kopmalara neden olmuştur. Halid Ziya’nın kendine özgü olan diline göre yazılmış bu hikâye okuyucu yaşına göre ağır gelebilir. Hikâyenin vermek istediği düşünce tam anlamıyla nu hikâye ile verilmiştir. Yazarın bu düşüncelerinden hareketle okuyucular da bu konu hakkındaki düşüncelerini harekete geçirebilirler.