Son Haberler
Anasayfa / atölye / KIRIK BİR DAL HİKAYE İNCELEMESİ

KIRIK BİR DAL HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

HİKYE İNCELEME

1_ŞEKİL

     A) HİKYE HAKKINDA BİLGİLER

 

1) Hikyenin Adı: KIRIK BİR DAL

 

2) Hikyenin Yazarı: SEVİNÇ ÇOKUM

 

3) Hikaye Kitabının Adı: ROZALYA ANA

 

4) HİKAYE YAZARININ HAYATI, SANATI VE ESERLERİ HAKKINDA BİLGİ:

 

SEVİNÇ ÇOKUMM

 

Sevinç Çokum, (d. 25 Ağustos 1943 İstanbul). Yazar, şair. Hisarcılar akımı temsilcilerinden. Hikâye, roman ve senaryo yazarı.

 

Sevinç Çokum 25 Ağustos 1943’te İstanbul Beşiktaş’ta dünyaya geldi. Üç kız evlada sahip olan ailenin en küçük çocugudur. Beşiktaş Büyük Esma Sultan İlkokulunu, Beşiktaş Ortaokulu ve Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu; ayrıca Umumi Sosyoloji dalında ögrenim gördü. Acıbadem Özel Anadolu Lisesinde ve Etfal Hastanesine bağlı hemşire okulunda Türkçe ve Edebiyat dersleri verdi.

 

Orta ögrenimi sırasında bir süre İstanbul Radyosu çocuk korosunun haftalık programlarına katıldı. Klasik Batı müziği dalında özel keman dersleri alarak Türk ve değişik ülkelerin temsilcilerinden oluşan A. Kavafyan yönetimindeki İstanbul Amatör Senfoni Orkestrasında ikinci kemanlarda çaldi, konserlere katıldı. Üniversitedeyken politikayla ilgilenmeğe başladı. Bir siyasi partinin ilçe gençlik kolu başkanı oldu, daha sonra İl Gençlik Teşkilâtına geçti, bir süre sonra politikada aktif rol almaktan vazgeçti. Ögrenimi sırasında evlenen Sevinç Çokum, 1968 çalkantili döneminde ögrenci hareketlerine fikirleriyle katıldı.

 

Edebiyata sevgisi ortaokul sıralarında Türkçe Ögretmeni Necmi Seren’in, lisede ise Suzan Karamanlıoğlu’nun yönlendirmeleriyle yol aldı. Necmi Seren ögretmenligin dışında Macarca’dan çeviriler yapmış, ünlü “Pal Sokağı Çocuklari” romanını Türkçeye kazandırmıştı. Sevinç Çokum daha o tarihlerde günlük tuttu, şiirler yazdı. Lisede ögrenciyken büyüklerin katıldığı Kudret Gazetesindeki bir yarışmaya girerek ikinci oldu. Üniversitede hikâyeler yazmağa başlayan yazarın Bir Eski Sokak Sesi adlı öyküsü Hisar Dergisinde (Şubat 1972) yer aldı. O sıralarda Yelken ve Eflatun Dergilerinde de birkaç hikâyesi görüldü, Ahmet Nadir Caner’in yönettiği Başkent Gazetesinde şiirlerinden bazıları neşredildi. İlk hikâyelerini Eğik Ağaçlar adlı kitabında toplayan yazar, Behçet Necatigil’in tavsiyesiyle öyküde yoğunlaştı. Bu kitabın ardından Hisar Dergisinin yanısıra Türk Edebiyatı Dergisinde de yazmağa başladı. 1975-76 yıllarında Kültür Bakanlığı bünyesinde düzenlenen komisyonlardan Halk ve Çocuk Yayınları Kurulundaki çalismalara katıldı. 1977-79 yıllarında Türk Edebiyatı Dergisinin yazı işleri müdürlüğünde bulundu. Daha sonra, (1981-85) eşi Rıfat İzzet Çokum’la kurdukları Cönk Yayınlarını yönetti. Sevinç Çokum’un öykü, söyleşi ve diğer yazıları, Hisar, Türk Edebiyatı, Gösteri, Varlık Dergilerinde ve Dünya- Kitap’ta yer aldı.

 

          Sevinç Çokum Eserleri:

 

Hikâyeleri

 

Eğik Ağaçlar (Dizgi: Başaran Matbaası, Baskı: Haşmet Matbaası İstanbul – 1972)

Bölüşmek (Türk Edebiyatı Cemiyeti Yayınları, İstanbul) (1974)

Makina (Töre-Devlet yayınları, Ankara) (1976)

Derin Yara (Cönk yayınları, İstanbul) (1984)

Onlardan Kalan (1987). (Bu ilk beş kitap daha sonra üç kitap halinde yeni adlarla yayınlanmıştır.)

Onlardan Kalan (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1993)

Rozalya Ana (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1995)

Bir Eski Sokak Sesi ( Ötüken Yayınları, İstanbul – 1996)

Evlerinin Önü (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1997)

Beyaz Bir Kıyı (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1998)

Gece Kuşu Uzun Öter (Ötüken Yayınları, İstanbul – 2001)

Romanları

 

Zor (Töre-Devlet yayınları, Ankara) (1977)

Hilâl Görününce (Ötüken Yayınları,İstanbul – 1993)

Karanlığa Direnen Yıldız (Ötüken Yayınları,İstanbul – 1996)

Bizim Diyar (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1996)

Çirpintilar (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1996)

Ağustos Başağı (Ötüken Yayınları, İstanbul – 1996)

Deli Zamanlar (Ötüken Yayınları, İstanbul – 2000)

Gülyüzlüm (Ötüken Yayınları, İstanbul – 2003)

Gece Rüzgarları (Ötüken Yayınları, İstanbul – 2004)

Tren Burdan Geçmiyor (Ötüken Yayınları, İstanbul – 2007)

Senaryoları

 

Beyaz Sessiz Bir Zambak (1987)

Yeniden Doğmak (1987)

Radyofonik eserleri

 

Hilâl Görününce

Ağustos Başağı

Nefise Hatun.

Gazete Yazıları:

 

Güzele Bakan Karınca (1997),

Vaktini Bekleyen Tohum (2000 )

Anlatı:  Hevenk- Kayıp İstanbul (1993-TYB Armağanı)

 

Çevrilmis Eserleri:

 

Çarmih,Bir Geminin Getirdikleri, Der Neu Mensch İn Der Türkei – Almanya(Seçkiye Katılan Öyküler)

BizimDiyar, Prof.Dr.  Azize Cefarzade’nin çevirisiyle- Azerbaycan-Baku.(Roman)

Tarifsiz Bir Sesin Hikâyesi, Moderne Turkse Verhalen- Hollanda (Seçkiye Katılan Öykü)

Denizin Dalgası Saçların, Racconti dell Anatolia-İtalya (Seçkiye Katılan Öykü)

Deli Zamanlar  Arapçaya çevrilerek Mısır’da yayımlandı (Roman)

Tarlabaşi’nda Sabah Oluyor, Istanbul In Women’s Short Storıes – England ( Seçkiye Katılmış Öykü)

Deli Zamanlar Arnavutluk, Bulgaristan ve Hindistan’da yayımlanmak üzere çevrilmektedir.

 

 

ESERLERİ:

 

BEYAZ BİR KIYI

 

Beyaz Bir Kıyı, Sevinç Çokum’un 4 yılda kaleme aldığı, aslında bir romanının ayrı ayrı bölümleri de diyebileceğimiz hikâyelerinden oluşuyor. 1994 yılında Fas’a giden yazar, bu ülkeyi coğrafyası, insanları, manevî atmosferi ve sanatları açısından tanıdıktan sonra Beyaz Bir Kıyı’yı yazmağa karar verdi. Mağrib’in kendisine has kokusunu, rengini, ruhunu eserine katan Çokum, Beyaz Bir Kıyı’da, dünyevî aşk ve istekler boyutunun ötesindeki arayışları dile getiriyor. İki insanın dostluğu ile birlikte Hak dostluğunu, gül motifinin arkasında Peygamber sevgisini ebru dalgalanışı bir anlatımla sergiliyor.

 

GÜZELE BAKAN KARINCA

 

Güzele Bakan Karınca, Sevinç Çokum’un 1990’dan bu yana Türkiye Gazetesi’ndeki haftalık “Edebiyat Sohbetleri”nden seçilmiş yazılarıdır. Çokum, bu yazılarında edebiyatla birlikte dil, tarih, sanat, gelenek ve görgüler, “İstanbul Özlemi” eskinin terkibi ile yeniyi oluşturmak, insan, çocuk, hayvan sevgisi üzerinde yoğunlaşmış, inancımızdan renkler taşimıştır.

 

KARANLIĞA DİRENEN YILDIZ

 

Sevinç Çokum, Karanlığa Direnen Yıldız’da Türk siyasî hayatının önemli durağı 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin çerçevesi içinde farklı kişilikleri sergiliyor. Aynı apartmanı paylaşan dostların, yakınların ayrılan sofraları, dahası ihanetler, iki yüzlülükler, uydu vicdanlar… Özellikle anlatım ve tahlil ağırlıklı romanı yer yer Yunus Emre dilinin zenginlikleri besliyor. Yazarın kendisinin ve tanıdığı gerçek kişilerin de yer aldığı romanın asıl çikis noktası bugün medya dediğimiz şartlandırma, yönlendirme gücünün o yıllarda da insana el atışıdır. Onun için kahramanımız Feridun katıksız, dürüst, kendi kararlarını kendisi verebilen insanın arayışı içindedir. Sürü olmak yerine birey olma sevdası. Ama Feridun’un benliğindeki kargaşada yer alan bir başka sevdası daha vardır… İncenaz Abla, Çokum’un, hikâyelerindeki titizliğini aktardığı bu romanı el değmemiş konusu, (özgünlügü) yaşanmışlığı ve anlatım özelligi ile yeni bir aşamadır

 

ROZALYA ANA

 

Rozalya Ana, Sevinç Çokum’un daha önceki İstanbul hikâyelerinden farklı olarak Kırım’dan, Anadolu il ve köylerinden görüntüler taşidığı son hikâye kitabı. Sevinç Çokum, bu kitabında sürgün Kırımlı Raziye’nin (Rozalya Ana) toprağına yerleşme çabasi içinde kendi varlığını anlamağa başlamasından yola çikarak varoluşun hangi değerlerle bütünlendiğini araştırır. Sadece büyük şehirlerde değil, Anadolu şehir ve köylerindeki sosyal değişim içersinde eğrilikleri görerek, yarının endişeleriyle bugünün çikmazlarinda çikis noktaları arar. Günümüzde materyalist çikarci anlayışın kurallaşmasına karşilık Kütahyalı Kız’la sembolleşen katıksız, çikarsiz sevgi ayakta durabilecek mi? sorusu etrafında dönen Sevinç Çokum, modern hikâyesine kendi kültür motiflerimizi, menkıbelerden ve halk hikâyelerinden süzülmüş renkleri katmaktadır. Hikâyeler varoluş ve yokluk çizgisinde durarak yer yer tasavvufla bezenir.

 

BİR ESKİ SOKAK SESİ

 

Sevinç Çokum’un ilk hikâyeleri olan Bir Eski Sokak Sesi ferdî ve sosyal meseleleri şiirli bir anlatımla ve yaşanmışlıkla işlemektedir. Yazarın yayımlandığı yıllarda hayli ilgi uyandıran bu hikâyeleri büyük şehrin dar ve eski sokaklarının insanlarını zengin iç dünyalarıyla anlatıyor.

 

ONLARDAN KALAN

 

Sevinç Çokum’un olgunluk çizgisindeki hikâyelerinin toplamı olan Onlardan Kalan, yine İstanbul dekoru içersinde kültür değişiminin pençesinde kaybolmakta olan erdemleri anlatıyor. Üslûbundaki derinleşmeyi belirleyen bu hikâyelerde Sevinç Çokum kendine has duyarlılığı ile kalıcı olan güzellikleri desteklemeğe çalismaktadir.

 

EVLERİNİN ÖNÜ

 

Sevinç Çokum’un fikir ve duygu ağırlığını bir arada yansıtan hikâyeleri Evlerinin Önü 1980 öncesi bunalımlı günlerin ürünüdür. Yazar o karanlık atmosfer içersinde sevgiye dayanarak toplumumuzdan ve yakın tarihimizin içinden kesitler vererek dünden bugüne geçişlerle insanımızı değerlendirir.

 

HİLAL GÖRÜNÜNCE

 

Sevinç Çokum’un bu romanı, Türk dünyasının Kırım’la ilgili bir dilimini ele almıştır. 1853-1865 Kırım Harbi yıllarında Osmanlı Kırım yakınlaşması sırasında, Kırımlı Nizam Beyin kendi toprağına tutunma çabasinin işlendiği romana Kırım Türklerine has renkli örf ve adetlerin hâkim olduğunu görmekteyiz… Nizam Beyle birlikte romanın diğer kişileri Arslan ve Giray beyler, Şirin Gelin, romana orijinallik katan “anlatıcı” Felekzede Ârif Çelebi karakterlerinin güçlü çizgileri, iç dünyalarının zenginlikleriyle yazarın olaydan bireye giden roman anlayışını ortaya koyarlar. Sevinç Çokum’un romanda belli bir noktaya ulaştığı Hilâl Görününce, Türk Edebiyatında önemli bir yeri doldurmaktadır.

 

AĞUSTOS BAŞAĞI

 

Ağustos Başağı’nda yazar, Millî Mücadele yıllarını ele almıştır. Olayları, Osmanlı Devleti’nin beşiği Söğüt ön planda olmak üzere, Batı Cephesi’nin diğer bölgelerine de uzanan bir coğrafya içerisinde değerlendirmektedir. Cepheyle cephe gerisi belgelerden ve gerçek kişilerden alınan bilgilerden yola çikilarak anlatılmış ve yorumlanmıştır.

 

ÇIRPINTILAR

 

Çirpintilar, yazarın üzerinde durduğu “parçalanmış aile”ler ve göç dramının bir başka kesitidir. Çokum bu romanında Avustralya’ya göç etmiş üç kişilik bir ailenin ayakta durma savaşinı, bu savaşin nelere mal olabileceğini, kendi ülkelerine dönüşlerinde yaşayacakları uyumsuzlukları anlatır. Sevinç Çokum Çirpintilar’da Türk romanı için yeni, sıcak ve unutulmaz kişilikler çizmektedir

 

BİZİM DİYAR

 

Bizim Diyar, Sevinç Çokum’un ikinci romanı. Yazar bu romanıyla yakın tarihimizden önemli bir kesiti günümüze getirmektedir. Osmanlı imparatorluğunun çöküs yıllarını, Balkan Savaşi ve Rumeli göçlerini ele alan yazar, bu kopuşu derinden yaşamış olan yakınlarının hikâyesini o çevreden seçtiği canlı karakterlerle romanlaştırmıştır. Bizim Diyar’ın bir özelligi de kaybedilen Rumeli’ye ait kültür mirasının İstanbul’a uzanmış çizgilerini yansıtmaktadır.

 

 BAĞIMSIZ  BİR YAZARIM…          (Sevinç ÇOKUM)

 

Ben sanat kaygısı taşiyan bir yazarım; ille de bir tutamağım veya fikirlerimi sığıştıracağım bir dehlizim mi olmalı?

 

Bir muhabir soruyordu: “O değilsiniz, bu değilsiniz! Siz nesiniz?” diye. Yıllar öncesine kaydı düşüncelerim; sağcılık solculuk yaftaları, 1980’den önce kitleleri iki

 

uzak kıta gibi birbirinden ayırmıştı. Aynı ülkenin insanları arasında açılan o günlere has dipsiz nefret denizini bugünkü kuşaklar yaşamadıklarından pek

 

anlayamazlar. O günlerde uçurumlara rağmen  bütün insanlar gibi birbirimize söyleyeceğimiz sözler, göstereceğimiz yollar ve birlikte  okuyabileceğimiz türküler

 

olmalıydı. Olamadı. 12 Eylül öncesi ve sonrası çekilen acıların derinliğini, o dönemin kalıcı izlerini taşiyanlar iyi bilirler. Ömürlerinin ilkbaharında hüküm giyip kış

 

suretinde hapisten çikanlar, başka diyarlarda sürgün ruhlarıyla mum alevi gibi eriye söne yaşayanlar…Ve idam edilen gençlerin ardından ağlaya ağlaya gözleri

 

kuruyan anneler babalar…Evet, iyi bilirler  o tortuları, o karalanmaları…

 

Aradan bunca zaman geçti; Hala sağcı solcu ayrımcılığı kulağıma çarptikça irkiliyorum bir. Ve diyorum ki, artık kimseyi baştan aşağıya bir yağlıboya fırçasıyla

 

boyar gibi şekillendirmeyelim; fikirlere bir diyeceğim yok,   ama fikirler  bir insanı bütün ömrünce kendine mahkum etmemeli, onu bir sabıkalı, bir sicili bozuk kişi

 

biçiminde dosyalamamalı!  1946 da çok partili döneme geçildiği zaman  kurulan Demokrat Parti  1950 de iktidara geldiğinde ben ilkokula yeni yazılmıştım.

 

CHP’nin içinden çikan Demokrat Partiyi halk  Demirkırat adıyla benimsemiş ve sevmişti. Bizim ailede de özellikle Menderes’in sevilmesi beni etkiliyor,  sonraki

 

yıllarda bir iki arkadaşimla fikir ayrılığına düşecek biçimde Başbakan Adnan Menderes’i tutuyordum. İcraatçı, kibar, beyefendi tavrından dolayı tabii.  Sonraları

 

iktidar hırsının gözlerini kapatmış olması sebebiyle Menderes baskıcı ve tahammülsüz biri haline geldi. Basına baskılar koydu, radyolardan her akşam

 

yayınlattığı “vatan cepheleri” propagandalarıyla oy potansiyelini arttırmağa çalisirken, taraftar bağlılığının kendisini ayakta tutmağa yeteceğini zannetti.

 

Sonrası hüsran… 27 Mayıs askeri darbesi ve iki bakanının ardından Menderes’in de idamı…İdamlara karşiydım, askeri yönetimin halk üzerindeki ağırlığını ben

 

de hissediyordum. Sessiz ve başi önünde insanlar olmuştuk artık. Hazırlanan yeni anayasanın ardından çok partili hayata tekrar geçiş…Demokrat Partinin

 

devamı gibi görünen bir partiydi Adalet Partisi. O sıralarda İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanmıştım. Varlığımı, sesimi duyuracak bir

 

mecra arıyor olmalıydım ki, Adalet Partisi gençlik kolları arasında bulmuştum kendimi. Beşiktaş Gençlik Örgütünü kurarak, başkan seçildim. Gençlik çaginin iyicil

 

düşüncelerinin dürtüklemesiyle bir takım projeler geliştirirken bir yandan da ileriki romanlarım için gözlemler yapıyor, insan malzemeleri topluyordum.

 

Genel  Başkan Ragıp Gümüşpala’nın  vefatıyla Sadettin Bilgiç’in önderliginde yürüyen partinin genel başkanlığına 1964  kongresinde sürpriz isim Süleyman

 

Demirel seçilecekti. Bu partiyle ilgili  çalismalar sırasında aynı binada bulunan İşçi Partisi temsilcileriyle görüşmelerimiz oluyordu. Onları düzenlediğimiz çaylara

 

davet ediyordum. İlçe gençlik örgütünden bazıları İşçi Partisiyle diyaloğumdan hoşnut değillerdi. Politikanın daha esnek bir yapı gerektirdiğini fark etmeğe

 

başlamıştım; ayrıca politik çevreleri kazanç ve çikarlari için kullananları görüyordum. Bu, benim ideallerimin bir yerlere çarpip çökmesi demekti. Bir zaman sonra

 

partiden ayrılmağa karar verdim.

 

1968’li yıllarda aksayan ögrenimime devam ediyordum ki dünyada gençlik eylemlerinin yanı sıra bizde de reform istekleri ve eylemler başladı. Partiyi bıraktıktan

 

sonra Sol düşüncelere ilgim artmıştı; Sosyalizmle ilgili kitaplar okuyordum, arkadaşlarım genellikle  o çevrelerdendi ve Nazım Hikmet’in şiirleri her zaman yanı

 

başimdaydı. Zaman içersindeki değişimler, bir türlü düz gitmeyen çizgilerim, sağ sol gitgellerim, okudukça ve yazdıkça daha farklı pencereleri fark etmeme

 

yaradı. Gitgide geleneksel parti anlayışlarından sıyrılarak birey olmamın değerini anlamağa yöneldim. Gece Rüzgarları  romanımda kendimle ve toplumla

 

yüzleşmelerimi dile getirmişken, Tren Burdan Geçmiyor’la  birlikte ortaya attığım Abukizm felsefesiyle artık benim için çok boyutlu doğrular ve ters doğrular söz

 

konusuydu. Bir bakıma Michel Foucault’nun değişmez kılınmış doğruları çizip başka doğrular araması gibi bir tutum içine girdim.  Böylece beni yoğurmağa ve

 

üzerimde etkili olmağa çalisan  zümrelerden uzak kalmanın sanatımı ve yazarlığımı daha yararlı hale getireceğini görebildim.  Bu, aynı zamanda yazar olarak

 

özgürlüklerimin farkına varmam demekti.

 

Şimdi  “Bağımsız bir yazar” olduğumu söyleyebiliyorum. Çünkü sağcıyım demek, sağın içindeki yanlışları, solcuyum demek solun içindeki yanlışları görmezden

 

gelmenize sebep olacaktır. Bu da kişiyi doğru seçimden ve özgürlüklerden uzaklaştıracaktır. Nerede durduğumu görmek isteyenler,  lütfen bu satırları ve 2000

 

yılından sonra yazdığım kitapları okusunlar.

 

 

 

2_ MUHTEVA

 

B) HİKYEDEKİ OLAYIN İNCELENMESİ

 

1 )TEMA: HAYAT

 

2) KONU: HAYAT TELAŞI

 

3) ANA FİKİR: İnsanların hayat mücadelesi. Daha iyi bir yaşam için çabalama ve imkanları iyileştirme uğraşi.

 

4) MESAJ/İLETİ: Eldeki imkanlarla daha iyiye ulaşmak ve rol statüsünün etkisi.

 

5) ROMANIN TÜRÜ: Olay hikayesi.

 

6) OLAYLAR:

 

1 _Bahçevanın kendi kendine konuşması.

2_Bahçevanın oğlunun, resim yapan emekli polis ve jimnastik hocası ile hangi resmin daha güzel olduğunu açıklaması.

3_Miço’nun onların yanına gelmesi.

4_Balıkçının balıktan gelmesi.

5_Gece yarısı balıkçının içip içip bahçıvanın oğluna derdini anlatması.

6_Bahçevana oğlunun bahçeyi sulamak için yardımı.

 

 

7) KİŞİLER

 

1_Bahçıvan                                                                  5 _Miço

 

2_Bahçevanın oğlu                                                      6 _Balıkçı

 

3_Emekli polis                                                              7_Manolya

 

4_Jimnastik hocası

 

 

8) YER:

 

Bir sahil kasabası.

Kumluk.

İskele.

Deniz kenarı.

 

Hikâye ve romanlarında tarihî perspektifi göz ardı etmeyen Sevinç

Çokum’un hikâyelerinde mekân unsuru da özenle hazırlanmıştır. Bu özeni

yazar şöyle ifade etmektedir:

“Hikâye ve romanlarımda tasvirler, insan ve eşya

münasebetleri, tabiatla ilgili dikkatler de geniş bir şekilde yer

alır. Dış dünya olmadan, çevremizdeki teferruat ele alınmadan

insanın ve olayın canlılık kazanamayacağı kanaatindeyim.

Gerçek hayatta da bu böyledir. Çevremiz olmadan biz olamayız.

Bu açıdan hikâye ve romanlarıma bakıldığında adeta bir resim

kompozisyonu kurmağa çalistigim, ışık gölge oyunlarına ve

renklere ehemmiyet verdiğim görülür. Ses gibi renk de benim için

ayrı bir değer taşir.”

 

 

Çokum’un tasvir ettiği mekânların temel özelligi Türk

insanının hayat tarzını gösteren unsurlar taşimasıdır.

 

9) ZAMAN:

 

Sabahın ilk ışıkları.

Ögle vakti.

Gece.

 

Hikâye ya da romanın “genel terkibini meydana getiren temel  unsurlar” arasında yer alan zaman kavramı, “(…) itibari de

olsa insan ve hayatla ilgilidir. Bu sebeple, insanı ve hayatı yansıtma

durumuyla karşi karsıya bulunan her tahkiyeli eserin belli veya belirsiz, net

veya karışık, statik veya dinamik bir zaman dilimini içermesi kaçınılmazdır.”

Geçmiş, hâl, gelecek şeklinde üçlü zaman tablosu, sanatkârın dünyayı,

insanları ve olayları yorumlayışına göre değişiklik gösterir10. Her sanatçının

zamanı algılayışı ve değerlendirişi ile zamana yüklediği mana farklıdır. Bu

farkın ortaya çikarilmasi sanatçının daha iyi anlaşilmasına yardımcı olur.

Sevinç Çokum, “geçmiş zaman boyutunu, tarih şuuruna dönüştürerek

işleyen” bir yazardır. Geçmiş zamana olan

ilgisini, “Geçmişe dönmeyi seviyorum. Yarınlara bakmaktan

hoşlanmıyorum. Hikâyelerimde de ben geçmişte yaşiyorum. şeklide ifade eder. Buna rağmen, Sevinç Çokum’un zaman anlayışı

geçmişten günümüze bir bütünlük gösterir. Bu anlayış yazarın roman ve

hikâyelerinde açıkça görülmektedir. Bir başka ifadeyle, Sevinç Çokum’un

zamanı algılayışı ve yorumlayışında, geçmiş ile hal arasında gidiş-gelişler

söz konusudur.

Sevinç Çokum’un hikâyelerinde hâkim

zaman, yazarın hatta birçok okuyucusunun da şahidi olduğu yıllardır

 

Zaman ve mekan:

“Eserlerinde büyük şehirlerde yaşayan orta halli ve fakir

insanlar iç dünyaları ve çevreleriyle birlikte verilmiştir. Teknik

bakımdan klasik bir yazar olan Çokum’un eserlerinde zaman ve

mekân karmaşik bir şekilde değil, ayrı ayrı, düzenli ve sıralı

olarak görülür.”

” (Bilge Ercilasun’dan Aktaran Tağızade Karaca:

2006: 292).

 

Türk edebiyatında modern manada tahkiyeli ifadeye dayalı eserler,

Tanzimat’tan sonra verimli bir döneme girer. Sevinç Çokum da Türk

tahkiyesinin 1970’ten sonra yetiştirdiği önemli kadın yazarlardandır.

Eserlerinde sosyal, siyasi ve kültürel değişimlerin, bireyin iç dünyasındaki

izlerini görmek mümkündür. Çokum’un öykülerinde, sokaktaki insanın

yalnızlığına, sıkışmışlığına, çikis arayışlarına umutlu bir bakış açısı ile

dikkat çeker. İncelediğimiz öykülerde değişime ayak uydurmaya çalisirken,

özünü kaybetmeden varlığını sürdürmeğe çalisan insanların karşisında,

yozlaşmış, kültürüyle bağlarını koparmış insanlara eleştirel bir bakışla

yaklaşildığını söylenebilir. Hikâyelerinde yaşadığı zamandan, tarihi

dönemlere kadar geniş bir yelpazede yürüdüğünü gördüğümüz yazarın

eserlerinde, mekânın da adeta canlı bir tahkiye unsuruna dönüşmüştür.

Yazarın mekâna bakışında eski ile yeni karşilaştırılırken, eskiye özlem

açıkça hissedilir.

Sevinç Çokum’un hikâyeleri, edebi kıymetinin yanında, Türk insanının

1970’ten sonra yaşadığı değişimleri görmek açısından ayrıca bir öneme

sahiptir.

Sevinç Çokum’un öykülerinde, geçim derdiyle çalismak için yurt dışına

giden insanlar ile ardında bıraktıkları, çözülmüs ailelere de dikkat çekilir.

 

 

 

10)DİL VE ANLATIM:

Sevinç Çokum’un dili sade ve anlaşılırdır.Yazarımız eserlerinde dili açık bir şekilde kullanır ve buradaki hikayesinde de bu açıklığı görebiliriz.

Cümle uzunluğu hikaye yapısına uygundur.Kısa ve net cümleleriyle olayı akıcı hale getirmiştir.

Söz sanatları ile betimlemeler yaparak dilin hareketliliğini göstermiştir.Betimlemelerle anlatılan manolya çiçeği bu hikayede renk kazanmıştır.

 

11) ANLATICI:  İlahi Bakış Açısı

 

12) KAYNAKÇA:

 

Sevinç ÇOKUM, Rozalya Ana, Ötüken Yayınları

 

www.turkceciler.com

 

http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=267

 

http://tr.wikipedia.org/wiki/Sevin%C3%A7_%C3%87okum

 

http://www.sevinccokum.info/?page_id=829

 

turkiyat.gazi.edu.tr

 

 

 

 

KIRIK BİR DAL

 

Onu sabahleyin bahçevan bulmuştu.Lekesiz, bembeyaz bir manolya…Birisi dalını kırmıştı.Haylaz bir çocuk olacak.Dalı sadece ince, taze bir lif bağlı tutuyordu.Çiçekle dal, dalla ağaç arasında işte böyle incecik bir hayat bağı kalmıştı.Fedkr ağaç elinden geleni yapsa da yara kapanmayacaktı.Canı sıkılan bahçevan sitedeki haylaz çocuklari bir bir gözünün önünden geçirdi.Sonra uzanıp çiçegi koparttı.Bu kocaman bembeyaz, bir fenerdi.Yaz bahçelerinin feneri.Çiçek dalını ağaca bağlayan o incecik lifin kopuşuyla  <ah > etti.Bahçevan duymadı.Adamın toprak kokan avucundan, yeni doğmuş ve çevresini henüz tanıyamayan bir güvercin yavrusu gibi sağa sola bakındı.İçine bir gurbet acısı çöktü.Bahçevanda da aynı duygular…Bir yalnızlık, bir kimsesizlik…Gurbetteki kızını hatırlamıştı.Damadını, torunlarını…Yakında geleceklerdi.Ama bir arada olmanın sevinci, her yıl olduğu gibi yine ayrılık gününün hatırlanmasıyla gölgelenecekti.Hep böyle olurdu.Doğru dürüst konuşup dertleşmeden günler gelip geçerdi.Halbuki onlara anlatacak ne çok şey vardı…Hele torunlarına…Nedense arada Almanya’nın o güneşsiz sokakları, kalabalıkları olurdu.Tam türküler söylediği, masallar anlattığı sırada, karşisına kocaman binalar, yeraltı geçitleri, bavullar, havaalanları dikilirdi.Almanya…Hiç aksamayan kocaman bir saatti.Damadı, <Biz iyiyiz,idare ediyoruz işte..> diyordu.Ne desin?Oralarda ezilerek horlanarak yaşamanın zorluğunu havadan sudan bahsederek örtmege çalisirlardi.<Biz iyiyiz, idare ediyoruz işte…>

 

Derken o kocaman saatin akrebi, yelkovanı silindi.Almanya, uçak gürültüleri içinde kayboldu.Gözlerini giriş katlarının önündeki toprak zemini süsleyen  Alman papatyalarına çevirdi.Kahverengi, kurumuş dalları budamalıydı.

 

Bahçevanın oğlu bu sırada köyden getirdiği üç beş yumurtayı A Bloktaki paşanın hanımına satmıştı.D Bloka doğru yürüyordu.Güneş, sıhhatli, gürbüz bir çocuk gibi gülümsüyordu.Perdeler kıpırdıyor, balkon kapıları, pencereler açılıyordu.Gençler, emekliler sabah yürüyüşüne çikmislardi.Bahçevanın oğlu denize baktı.Deniz, t ileride ufka lcivert bir çizgi çekmisti.O çizginin önünde bir arabalı vapurun kara gövdesi belirmişti.Sabahın bu erken saatlerinde her şey hakik renginde görünüyordu.Belki de bu yüzden o iki adam, hep bu saatlerde kayık iskelesinde resim yapıyorlardı.Şimdi de oradaydılar.Yaşlı olanı polis emeklisiydi.Öbürü, yani kırmızı eşofman giyeni jimnastik hocasıydı.Sabahları sitenin çocuklarini toplayıp koşturur veya resim yapardı.Konuşkan biriydi.Gülüşü, bağırtısı ilk zamanlar site sakinlerini rahatsız ederdi.Şimdi alışılmıştı.Hatta aranan bir şey olmuştu.

Bahçevanın oğlu o gün bahçenin sulanmasına yardım edecekti.Resim yapan adamları görünce, işi gücü unutuverdi.Kumluğa inip, iskeleye doğru yürüdü.Resim yapan adamların baktıkları yerde müthiş bir güzellik olmalıydı.Herhalde görünmez bir kapıdan masal bahçelerini seyrediyorlardı.Bahçevanın oğlu da şimdi bir masal kahramanı gibi heyecanla o gizli kapıyı keşfe gidiyordu.Adımlarını sıklaştırdı.Beton iskelenin basamaklarını çikti.Denizden esen rüzgrla kucaklaştı, yürüdü.Şimdi resim yapanların konuşmalarını, gülüşmelerini işitiyordu.Yaklaştı.Ayal sesini işiten emekli polisle, jimnastik hocası dönüp baktılar.Bahçevanın oğlu,

-Kolay gelsin…dedi.

 

Sonra resimlere daldı…İkisi de aynı yerin resmini yapıyorlardı.Denizi, sol tarafta, nefti çalilarla kaplı burnu, sonra o beyaz evi, ötede dumanlı silik bir renkle devam eden tepeleri…Bir de balıkçıların sandallarını.İşte bu kadardı.Sihirli masal bahçesi falan yoktu.Belki büyüsüne kapıldıkları o beyaz evdi.Şu tembel tembel uçan, koca kanatlı martıları da resimlerin bir yerine konduracaklar mıydı?

Yaşlı asam,

_ Hangisini beğendin? Diye sordu.Hangimizin resmi daha güzel?

Bahçevanın oğlu gülümsedi.Resimleri yeniden inceledi.Ama vereceği cevap öncesinden hazırdı.

 

_ İkisi de güzel…

 

_ Olmaz! dedi yaşlı adam.İki güzelden biri mutlaka ötekinden biraz daha  güzeldir.Hadi, karar ver!

Bir yarış mı, bu bir şaka mı?Şimdi üçü de aynı yaştalar.Gülüyorlar.

 

_ Peki, dedi bahçıvanın oğlu.Sizinki daha güzel.

 

Güceneceğini düşünerek, jimnastik hocasına baktı.Adam gücenmiş, kırılmış değildi.

 

_ Elbette ustamınki daha güzeldir.Ben resme yeni başladım.O ise yirmi senedir yaparmış.Yirmi yıl, yirmi yaşinda bir genç demektir.

 

_Zevk için, dedi yaşlı ressam.Bir şeyleri unutmak için.Oyalanıyorum işte.Hele son iki yıldır işi iyice hızlandırdım.

 

_Emeklilik zor, dedi öteki.Bakalım ben ne yapacağım…

 

_Yalnız emeklilik değil.Oğlumu düşünüyorum.Gurbetteki oğlumu.Elçilikte vazifeli.Koruma polisidir.Kelle koltukta anlayacağın.Allah acısını göstermesin.

 

Bunları söyledikten sonra gözlerini uzaklara, o dumanlı, silik tepelere dikti.

 

_Zor…dedi öteki.(Evlat acısı hiçbir şeye benzemez.) diye düşündü.(Böyle söylerler.Benim evladım yok ki…)

 

Bahçevanın oğlunu unutmuşlardı.

Yaşlı ressam,

 

_Sen niye evlenmedin? diye sordu.

 

_Evlenmedim, dedi jimnastikçi.

 

_Sahi mi?

 

_Boşandım sonra.Kumar oynuyordu.Benim sokağa atılacak param yok ki usta…Sonra…anamın kalbini çok kırardı.Ana gibi yar olmaz derler.Tabii bir eksiklik duymuyor değilim.Yani çolugum çocugum olmadığı için…

 

_Evlen..

 

_Yok usta.Böyle iyi.

 

Bunları söyledikten sonra bahçıvanın oğluna döndü:

 

_Hayat bir yarıştır.Demek üniversiteye gideceksin.

 

_Birinci elemeyi kazandım, dedi çocuk heyecanla.İkincisi de fena geçmedi.

 

_Hayat bir yarış.Üniversiteyi bitirsen de gireceğin imtihanlar bitmeyecek.Çünkü hayat bir imtihandır.

 

Jimnastik hocasının bu çok duyulmuş laflarına yaşlı adam hiçbir şey eklemedi.Resmine dalmıştı.Bu sırada iskelenin başinda sitenin köpeği belirdi.Tembel tembel yürüyüp yanlarına geldi.Bahçevanın oğlu ayakkabısının burnuyla hayvanın sırtını okşadı.

 

_Naber Miço? Dedi

 

Yaşlı ressam,

_Miço muydu adı? diye sordu.

 

_Bilmem, dedi çocuk.Balıkçı öyle söylüyor.Miço diyor.

Köpek, resimleri inceliyor, kuyruğunu sallayarak sehpaların etrafında dönüyordu.Sonra iskelenin ucuna gitti.Denize baktı.Hakikisi daha güzeldi.Resmini yapmak aptallıktı.Her şey çerçeveyle sınırlanmayacak kadar göz önündeydi, sereserpeydi.

 

_Beğenmedi resimlerimizi.

 

Bunu jimnastik hocası söylemişti.

Güldüler.

 

İşte balıkçı da geliyordu.Bu onun motorunun pata patası.Başka kimin olabilir ki?Kim böyle fetih sevinciyle dönebilir?O, evet.Bu keyifli pat patlar yalnız onun teknesinden duyulur.

 

_Hey mübarekler, diyordu balıkçı.Resmi yapılır bunların, resmi…

 

Budadığı dalları el arabasına dolduran bahçıvan da uzaktan onları seyrediyordu.Oğlu hl oradaydı.< Arkadaşi yok> diye düşündü.<Köyde var da, burda yok.Köydeki ev dar geliyor ona.Şu imtihanı bir kazansa…Biliyorum gece rüyasına giriyor.Büyük büyük kapılar görüyor, kğıtlarla uğraşiyor.O sabah annesi okunmuş pirinçler yutturdu.Çocuk harbe gider gibi gitti.Söylüyorum onlara işin ucunda ölüm yok ya.. Diyorum.Kazanmazsa ölecek miyiz yani? Arkadaşi yok.Burdaki çocuklarin çogu Ankaralı.Yüksek mekteplerde okuyorlar.Kimi mühendis çikacak, kimi doktor.Şimdi diplomanın da kıymeti yok diyorlar.Nasıl olmaz?Okumuşla okumamış adam bir midir?Ben ona şu  manolya gibi tertemiz bir yürek verdim.Adam olacaksa olur.İşte görsün, gurbet yerlerinde ekmek parası için adamın başina ne işler geliyor.Sıkıntısız iş olmaz, derler.Lkin o sıkıntı vatanda çekilse, insana bu kadar zor gelmez.Okuyacaksa okusun.Yarın öbür gün burnu büyüyüp bizi hor görmesin de…Adam olursa yine kendine.Çok şükür maaşim, sigortam var.Evim de var.Ne yaparsa kendine.Bak, oyalanıyor hl.Bahçeyi sulamama yardım edecekti.Ne var ki orada? Resim yapan adamlar, balıkçının motoru,deniz, dağ tepe…>

Bahçevanın oğlu balıkçının dün geceki sözlerini düşünüyordu.asılda öfkeliydi.Önce kıyıdan onu seyretmişti.Balıkçı denize ağ atmıştı.Yanında biri daha vardı.Balıkları şaşirtıp ağa toplamak için suya habire sopa vuruyordu.Motorun feneri şeytanın gözü gibi ağın çevresinde dolanıp duruyordu.Daha sonra onu kumlukta bulmuştu.Oturmuş, içiyordu.Sandallarına arasında dolaşan çocugu önce Miço zannetmişti.Kısık sesiyle,

 

_Miço, hain köpek, sen misin? Demişti.

 

Bahçevanın oğlu ortaya çikinca da şaşirmıştı.Gözleri çakmak çakmakti.Onu hiç böyle görmemişti.İçmişti.Babası hiç sevmezdi içkiyi ve içenleri.

 

_Sen misin bahçıvanın oğlu?

 

_Benim.

 

_Çök otur!

 

Oturmuştu.Böylece balıkçı hiç kimseye anlatmadığı sırrını ona açıvermişti.Açmasa ölecekti.<Dinle evlt> demişti.Şeytanın feneri bu gece bana yol gösteriyor.Bu gece birilerini vuracağım.Kızımı ve ı adamı vuracağım.Namus meselesi…Adresi ögrendim.Pendik’te bir ev tutmuşlar.Birazdan Pendik sahillerine çikacagim.Gidip ikisini de…(Balıkçının bu sözleri, delikanlının henüz zedelenmemiş, güzelliklerle dolu dünyasını karartıvermişti.O an hayat baştan sona aldatmacaydı.Kendisini, ilerde olabilecek bir takım terslikleri karşilayamayacak kadar güçsüz hissediyordu.) <Kafama koydum.Gidip vuracağım.Daha önce de oldu.Motoru sürüverdim o yana doğru.Ama her seferinde geri döndüm. Adam evli. Bir ev tutmuşlar.Kızım saçını sarıya boyatmış.Sigara içiyormuş.Kırk yıllık tiryakilere taş çikartirmis.Bir düğünde görmüşler.Yüzü gözü boya içinde.Bu gece denize ağ atarken sanki onlara tuzak hazırlıyordum.Hiddetimden ölecegim çocuk…Ben bunları niye sana anlatıyorum ki…

Sen git, Miço’yu gönder bana.>

 

İstavritler, izmaritler…Sigarası ağzının kenarında.Şakalaşiyor birileriyle.Adam vurmayı unutmuştur.O dün geceydi.Şeytanın feneri sönmüştür.

 

_Hey mübarekler, resmini yapın resmini…Barbunya mı? Armutluya yarın gideceğim. Sen iste, yaratırım barbunyayı.

 

Bahçevan elinde manolyası, kumluğa indi.Ağır ağır iskeleye doğru yürüdü.Bakalım ne vardı orada.Belki balıkçı ada açıklarından hiç kimsenin bilmediği bir şey bulup getirmişti.Garip bir yaratık, içi inci dolu bir dev bir istiridye yahut deniz kızı…Oğlu, onu görünce toparlandı. Yapacağı işleri hatırladı.

 

_Şimdi geliyorum baba, dedi.

 

Bahçevan resimlere bir göz attı.Elinize sağlık, dedi adamlara.Güzel oluyor.Şuraya da kırmızılı beyazlı sandallar yapaydınız.Şu köpeği de… Kuma uzanmış yatarken. Denizin rengi biraz soluk kaçmış.

 

Emekli polis bahçe canın elindeki manolyayı gördü.

_Ne güzel…dedi. Manolya.Hiçbir memlekette bir manolya burdaki kadar güzel açmaz. Taşindan, toprağından, insanından olsa gerek.

Bahçevan manolyayı uzattı.Öbürü aldı. Koklamadı.Baktı, baktı. Yüreğine bir serinlik doldu.Bir hasret…

 

_Nazik bir çiçektir.

 

_Şarkısı da var, dedi jimnastikçi.

 

Sözü bahçıvan aldı.

 

_Fener.Yaz bahçelerinin feneri derim ben buna.

 

Emekli:

 

_Resmini yapmalıyım.

 

Bahçevan:

 

_İyi olur.

 

Manolya:

_Ben solmadan.

 

Jimnastikçi:

 

_Titan beyazıyla mı ustam?

 

_Herhalde.

 

Bahçevanın oğlu <beyaz beyazdır> diye düşündü. <Beyazlar arasında fark olmamalı.>

 

Manolya elden ele dolaştı. Jimnastik hocası kokladı. Delikanlılık yıllarına has bir şeyler hatırladı.Ne olduğunu bulamadı, bulamayacaktı da.Balıkçı işinin arasında elden ele dolaşan manolyayı gördü.Kızının ellerini hatırladı.Kendini Pendik sahillerinde buldu. Ağzı zehir gibiydi. Sigarasını fırlatıp attı.

 

Sonra?

 

Sonra sabahın o saf renkleri kaybolmakta olduğundan resim yapan adamlar iskeleden ayrıldılar.Bahçevanın oğlu da onların boya sandıklarını taşidı.Balıkçı bir türkü tutturup, ardında köpükler bırakarak öteki sitelerin önünde demirlemeğe gitti. Bahçevanla oğlu, bahçeyi sulamaya daldılar.Köpek, gölgeli bir yere kıvrılıp uyudu.Manolyaya gelince, bir bardağın içindeydi. Hl beyazdı.Üzerinde tek bir leke yoktu.

 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*