MENEVŞELER ÖLMEMELİ
Kar uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu. Hava, gökyüzü ile yeryüzünün arasını dolduran boşlukta katılaşmış, zaman katılığında erimişti ve kar bu katılıkta, ancak boğulmamak için uykuda ve düşsü sallanıyordu. Gökle toprak arasında bir bocalayıştı bu. Akşam oluyordu; şehir, bütün bu donmuşluk arasında ışıklarını yakmış, bilmediği bir geceye hazırlanıyordu.
Şehrin, gidip gelen bir geniş kaldırımın üstünde gidip gelen bunca insanın içinde bir kişi vardı ki kara benziyordu. Ötekiler kendilerinden olmayan bu adamın farkında bile değillerdi. Gidişlerinde kendileri, gelişlerinde yine kendileri vardı.
Adam, delikanlı sayılabilecek bir yaştaydı. Belki yılların aslında pek uzun olmadığını yeni anlamıştı. Bir adımı, yılların kısalmaya başladığı çağa atılmıştı; öteki adımı henüz uzun yılların çağındaydı. Adımlarının arasında boşluk pek uzun değildi; dardı daha. Geniş yüzü yumuşak, bu yumuşaklık içinde derinleşen gözleri bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleriydi. Kaşları, gözlerini büsbütün yalnız bırakmıştı. Sanki gözlerden kaçıyordu kaşlar; burnuyla alnın birleştiği noktada birbirini itiyordu, sona doğru, yorgun düşüyordu.
Kar, kışın son karı olabilirdi. Belki de gecenin sonunda güçlü ve güzel bir ilkyaz fışkıracaktı. Akşam şehrin boğuculuğunu, şu gidip gelen kişilerin kötü kendiliklerini biraz olsun güzelleştiriyorsa, sonunda sabaha dönerken getirebileceği ilkyazdandı. Akşam karanlığının ve yağan karın isteksizliğinin arkasında, belki belirsiz de olsa bu umut saklıydı.
Durdu adam. Niçin, neden olduğunu bile bilmeden durdu. İçinde bir şey durdurmuştu onu; ayaklarına asılmıştı. Dört bir yanından bir sürü geçiyordu, ister istemez bu kalabalık yüzlere baktı. Bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleri bir garip irileşiyordu. Sanki bütün bu kalabalığı içine alacaktı; yağan karı içine alacaktı; akşam karanlığını, yanan ışıkları, şehrin yollarını ve evlerini… Sonra gökyüzünü içine alacaktı. Üşümemişti bunların hiçbiri, biliyordu, ama ısıtacaktı; ısıtırken ısınacaktı. Nedense küçüldü gözleri durup dururken; eskisinden de küçük küçüldü. Havı dökülmüş paltosunun cebindeki elleri terledi; terli elleri kendiliğinden bükülüp yumruk oldu. Kötü bir sıcaklık bütün bedenini sardı. Yüreği, yerinde, daralıp sıkıştı. Yumuşak geniş yüzü gerilmiş, kapkara bir deri olarak daralmıştı. Yüzler yabancıydı çevresinde; gözler yabancıydı ve gülüşler büsbütün yabancıydı. Onun geldiği yerdeki insanların yüzleri hiç böyle değildi. Onun geldiği yerdeki insanların gözler böyle bakmaz,gülüşler böyle yaban ve soğuk, yüzlere yapışıp kalmazdı ve akşamlar karanlığını böylesine merhametsiz bir bencillikle şuraya buraya sıvamazdı. Onun geldiği yerde bir kadın vardı, şu geçen kadınlar gibi karanlık ve karlı değildi; ilk yazdan, kışa yakın gülümsemezdi.
Yüreği, gözleri yüzü ve kaşlarıyla adam, bir kurtuluş umuduyla başını gelip geçenlerden gökyüzüne doğru kaldırdı. Evlerin pencerelerinden de; karanlığa karşı, pembeden açık kırmızıya doğru ışıyan pencerelerde bir kurtuluş umudu olabilirdi. Bulamadı. Pencerelere ve perdelere de karanlık ve kar, yavaş yavaş sıvanıyordu.
O zaman kaçmaya başladı adam.
Gelip geçenler, az önce aralarında onlar gibi yavaş yavaş yürüyen, sonra birdenbire durup kendilerine irileşmiş gözlerle bakan adamın nasıl farkında olmadılarsa, kaçışını da fark etmediler. Hatta bir ikisine çarptığı, birkaçının yürüyüşüne engel olduğu üstünde durup düşünmediler de, bu kalabalık içinde böylesine yaban ve sersemcesine yürüyen bir adama ayakkabılarına bastığı, yürüyüşlerine engel olduğu için kızdılar. Fakat bu kızış, sürekliliğiyle olsun hiç değilse, ilgilenmiş bir kızış değildi. Çok az sürmüştü; hemen unutulmuştu.
Adam öylece şehrin son evlerine kadar kaçacaktı belki. Ta ki insanlarıyla, evleriyle, hatta havasında ve suyunda büyüdüğü için gerçekliklerini yitirip insanlaşmış, evleşmiş ağaçlarıyla şehir gerilerde kalıncaya kadar kaçacaktı. Gökyüzüyle yeryüzünün arasını gerçek ağaçlardan, gerçek topraklardan başka bir şeyin doldurmadığı bir yerde duracaktı. Işıkların yalan olmadığı, akşam karanlığının yalan söylemediği, gökyüzünün ve yeryüzünün bütün açık yürekliğiyle sere serpe göründüğü bir yerde ancak soluk alabileceği, içinde biriken kiri ve tortuyu dökebileceğini umuyordu.
Bu umuş yarı yolda kaldı.
Bir dört yol ağzında gelip geçenler azalmıştı-bir ses durdurdu onu bu defa. Cılız, korkak, küçük bir ses. Ama cılızlığına, korkaklığına, küçüklüğüne rağmen gizli bir umutla yiğitti.
Adam elinde olmadan döndü. Gözleri çarpıntılı bir sevinçle sesin geldiği yeri aradı. Tam köşede, sesi gibi cılız bir çiçekçi büzülmüştü.
“Menevşeler!.. Mor menevşeler!. Üç demet kaldı.. Üç…”
Adamın gözlerindeki çarpıntılı seviniş yüreğine ve damarlarına geçmişti. Çiçekçiye doğru yaklaştı. Kar durmuştu sanki; akşam sabaha dönmüş söz verdiği ilkyazı getirmişti.
Çiçekçi, hızla geçip giden adamın önce durduğunu, sonra dönüp geldiğini görünce, yarısı yırtık paltosuna sarınmayı da unutmuş, üç demet menevşeyi, epey zamandır bir arada tutmaktan üşüyüp katılaşan ellerini adama doğru uzatmıştı. Sesi daha çok umutlandığı için olacak, iyice yiğitleşmişe benziyordu.-İlkyazı getiriyor menevşeherim beyim. Mor menevşelerim… üç demetkaldı.”
Adam, yanına iyice yaklaşınca daha cesur:
“Üç demetle bir ilkyaz götürün beyim” dedi; “Bunlar çiçek değil güneştir.. Bakın!..”
Adama doğru uzatmıştı. “Sıcaklıktır bunlar beyim. Hanımınızı sevindirir! İlkyaz kokusudur bunlar…” Adam almazsa diye korkuyordu, belliydi; ben onları satamazsam, böyle beklersem bu köşede, karanlık çökerse diye korkuyordu. Adamın ikircikli duruşundan, umutsuzlaşan sesinden menevşeleri satamayacağını sanmıştı.
Oysaki adam hiç de çiçekçiyi umutsuzlaştıracak gibi değildi. Güzel yüzü yumuşamıştı yine. Gözleri derinleşmişti, ışıl ışıl bakıyordu; en az menevşeler kadar ısıtıcı idi. “Kaç para bunlar?”
Bu sadece çiçekçiyi sevindirmemiş, uyuşuk yağan karı keyiflendirmiş, karanlığı neşelendirmişti birden. Ve adamın menevşelere doğru uzanan eli çiçekçinin üşümüş elini ısıtmıştı. Çiçekçi, ya almadan giderse bu da?, korkusu içinde bir çırpıda “Beş lira beyim” dedi. “Üçü beş lira. Bir ilkyaza beş lira çok mu?”
Adamın parmakları menevşelerdeydi.
Çiçekçi yorgun, umutsuz “Ama siz ne derseniz… Akşam; görüyorsunuz. Son artık bunlar da. Ne verirseniz…” diye menevşeleri bıraktı adamın ellerine.
Adam, menevşelerin morluklarını incitmekten korkarak okşarken çiçekçi konuşsun istiyordu; daha çok konuşsun, bu konuşma daha da uzasın, çiçekçi yoruluncaya, kar duruncaya, gece bitinceye kadar sürsün istiyordu. Ve o gelinceye kadar. O, uzakta kalan şimdi; inanmadığı, güvenmediği için kendisiyle birlikte gelmeyen, orda kalan kadın… Ama çiçekçinin korkusunu ve üzüntüsünü anlayınca böyle bir şeyin olmayacağını; karın durmasının, gecenin bitmesinin ve o kadının gelmesinin imkânsızlığını anladı. Üstelik çiçekçi de hemen yorulacaktı; öyle görünüyordu.
Cebinde, deminden beri buruşan kâğıt parayı çıkarıp verdi çiçekçiye. Bütün bir on liralıktı ve hemen hemen kalan son paraydı. Menevşeleri, solar uçup gider korkusuyla yavaşça aldı.
Gidiyordu.
Çiçekçi, “beyim” dedi. “Paranın üstü….”
Adam, yolun öte tarafına geçmişti. Dönüp bakmadı bile. İçinde, bütün damarlarına yayılan hoş bir sıcaklık buğulanıyordu. Yüreği, eski yerinde ve o hoş sıcaklık içinde olabildiğine genişlemişti. Menevşeler iki avucundaydı. Yüreğinin üstüne doğru götürdü. Bir bu menevşeler vardı yeryüzünde şimdi; uzaklarda kalan bir kadın gibi bakan ve gülümseyen bu menevşeler; bir de kendisi. Başka hiçbir şey yoktu. Zaman silinmişti.
Ama uzun sürmedi bu da. Işığın altına gelince menevşeleri gözleriyle de sevmek istedi. Korktu; içi titredi. Menevşeler pörsüyordu. Boyunları bükülmüştü. Terlemişlerdi. Kıvrılıyorlardı.
Deli gibi döndü, geldiği yana adam. Kocaman, korkak gözleriyle delirmiş gibi çiçekçiyi aradı.
Çiçekçi yerinde yoktu.
Menevşeler ölecekti neredeyse. Zaman kapkara bir gece ve canavarlaşmış bir yalnızlıkla korkunçlaşıyordu.
Çiçekçiyi öteki yolda, yarısı yırtık paltosuna sarınmış ve büzülmüş giderken gördü. Otomobillerin ölümsü hızını da hiçe sayarak koştu arkasından. Yetiştiğinde çiçekçi suçlu “Ama ben arkanızdan bağırdım beyim” diye yalvardı. “Paranın üstü için…”
İstemem kalsın paranın üstü. Ben para için gelmedim ama ne olur al şu menevşeleri, ölecekler…”
Çiçekçi, adamın konuşuşundan ve bakışından korktuğu için daha çok, menevşeleri aldı. Adam menevşelerin çiçekçinin elinde birdenbire canlandığını gördü şaşırarak, “Ama nasıl olur?. Ölüyordu bunlar…”
Çiçekçinin iyice korkan, yüzüne ve gözlerine aldırmadan rahat bir soluk aldı: “Ne yana gidiş baba?.”
Çiçekçi şaşkın burnu ve çenesiyle, gideceği yeri gösterdi. Adam “Ben de gelsem” dedi. “Senin yanında azıcık yürüsem?. Sıkıldığın zaman söyle; dönerim.”
Birlikte yürürlerken adam çiçekçinin ellerinde canlanan menevşelere bakıyordu. Gözleri buğulandı. “Benim elimde ölüyordu az daha bunlar” diye mırıldandı. Çiçekçi, “Sana öyle gelmiş beyim” dedi. “Kimsenin elinde ölmez menevşeler herkesi severler; ilkyaz çiçeğidirler.”
“Benim elimde her şey ölüyor” diye üsteledi adam; “Her şey… onun için…”
Sustu. Soluk borucu tıkanır gibi olmuştu. Konuşmadılar.
Sonra adam sordu yine: “Evin var mı baba?”
“Var oğul.. Bir gözcük işte. Gecekondu. Tee orda; tepede.” Şehrin dışını gösteriyordu.
“Peki bekleyenin?. Bekleyenin var mı?”
Işığın altındaydılar. Çiçekçi maviş maviş baktı adama. “Var” dedi. “Oğlan da kız da koyup gitti bizi; ev bark kurdular. Ama biz kaldık. Geç oldu bugün; köroğlunun gözü yollardadır.”
Adam sapsarı oldu; titredi. Döndü birden. Gittikçe kararan sapsarı yüzüyle döndü. “Anladım” diye mırıldandı. Sesi bir yere takılmış gibiydi gırtlağında. “Benim avuçlarımda menevşeler niçin ölüyordu şimdi anladım..”
Çiçekçi ışığın altında kaldı.
Adam karanlığa gidiyordu.
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU
A-ŞEKİL
1-Hikayenin Adı: Menevşeler ölmemeli
2-Yazarın Adı: Mustafa Necati Sepetçioğlu
3-Baskısı: 1972
4-Yazarın Yaşamı
Zile’nin Kislik Mahallesi’nde ailenin adını taşıyan Sepetçi Sokağı’nda dünyaya geldi (1932). Babası Abdurrahman Bey, annesi Cemile Hanımdır. Mustafa (temizlenmiş, seçilmiş, güzide), Necati (kurtuluşa ermiş) isminin “kendisine verilmiş bir armağan” olduğunu bilgece hatırlatan bir dede; sokakta kötü söz öğrenmesinden endişelenen ve ona hem Kur’ân öğreten hem de dinî hikâyeler anlatan bir babaanne; çocuğuna, “işinin hamalı olmadan alın terinin anlamını bilemeyeceği” gerçeğinden hareket ederek her şeyi yaşayarak öğretmeye çalışan bir baba; ilâhîlerden gönül erenlerine kadar mânevî esintileri çocuğunun can kulağına fısıldayan bir anne elinde çocukluk yılları şekillendi. İlk ve ortaokulu bu kültürel akışın sıcaklığında Zile’de okudu (1947). Liseyi Sivas, Tokat, Bursa ve İstanbul’da Haydarpaşa liseleri olmak üzere çeşitli yerlerde okuyarak tamamladı (1950). Muazzam Gürşen Hanım ile evlendi. (1954). İstanbul Üniversitesi Türkoloji ve Sanat Tarihi bölümlerinden diploma aldı (1956); bir süre de Felsefe bölümüne devam etti.
Fakülteden mezun olunca İstanbul Adalar Belediyesi Şube Müdürlüğü ile memuriyet hayatına atıldı. Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü görevinde bulundu (1963). İstanbul SSK Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik (1963-66), SSK Şişli Hastanesi Müdürlüğü (1967), Milli Eğitim Basımevi (1968) ve Derleme Müdürlüğü (1974) yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı Derleme Müdürlüğü’nden emekliye ayrıldı (1976).
Gece Vaktinde Gün Dönümü ve Karanlıkta Mum Işığı kitaplarıyla Türkiye Millî Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı kazandı (1980). İLESAM üstün hizmet beratı verildi (1994). Atatürk Dil-Tarih Kurumu şeref üyeliğine seçildi (1998).
“Çağımızın Dede Korkut’u” olarak nitelenen Mustafa Necati Sepetçioğlu, Sarıyer’deki evinde ebediyete intikal etti (8 Temmuz 2006).
SANAT ANLAYIŞI:
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Zile Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeninin yönlendirmesiyle edebiyata ilgi duydu ve lise yıllarında yazı hayatına başladı. Sivas’ta yayımlanan Hakikat gazetesinde hikâyeleri ve “Zileden Fıkralar” başlığı altında fıkraları yayımlandı. Ayrıca Milliyet ve Türk Düşüncesi’nde yazdı. Haydarpaşa Lisesi’nde okurken Mithat Sâdullah Sander, Enver Naci Gökşen, Mahir İz ve Nihal Atsız’ın yakınlığını gördü. Türk Ocağı üyesi olduğu için Hamdullah Suphi Tanriöver ve Abdulhak Şinasi Hisar; fakültede de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Mehmet Kaplan’ın ve Ali Nihat Tarlan’ın çevrelerinde bulundu. Daha sonra hikâyeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili (1955-59) ve Türk Edebiyatı dergilerinde yer aldı. “Çağlayanlı Vadi” isimli romanı Vatan gazetesinde tefrika edildi (1964). İlk roman denemesinden sonra tiyatroya ağırlık verdi (1965-1970). Bu arayışın sebebini şöyle açıklar:
“Maksadım, asıl maksadım roman yazmaktı. Anadolu ve Rumeli topraklarımızı Türkleştiren o erişilmesi zor ruhun romanını yazabilirsem huzur duyacaktım. Bunun için uğraştım. Belli bir üsluba erişebilmek için şiir, hikâye, tiyatro, masal, denemeler yazdım. Şiir musikidir, akar; hikâye maksadın çekirdekleşmesidir… Tiyatro ise harekettir aslında; karşılıklı konuşmalar, diyalog denilen nesne, pinpon topu gibidir, sürekli hareket ve hareketin değişerek bağlanması…
Denemeler ise anlatımdır; açık olmak denemede şarttır. Roman ise bütün bunlardan sonra bütün bunların çerçevelenmesidir… Yani hayatın kendisi.” (1)
Roman tarzındaki ilk büyük eseri, Türk Edebiyatı Cemiyeti’nce Malazgirt Zaferi’nin 900. Yılı armağanı olarak basılan “Kilit”tir. Romanlarının serilerinde; “Dünkü, Bugünkü ve Yarınki” Türkiye’yi bir bütün olarak anlatmayı hedeflemiştir.
“Sepetçioğlu’nun dünya görüşünde, her şeyi sevgi içinde birleştirmek isteyen mistisizme yakın bir hava vardır.” (2)
Bu görüşüne ve düşünce sistemine temel olan Peygamber Efendimize ait şu hadisedir:
“Büyük Peygamber, bunaltıcı bir Ağustos ikindisinde, biraz nefes alabilmek için ashabıyla birlikte Mekke’nin dışına çıkmış. Kendileri önde, ashabı bir adım gerisinde bir müddet yürümüşler. Dayanılmayacak derecede kokan bir köpek leşinin önünden geçiyorlarmış. Kokudan rahatsız olan ashab burunlarını tutarak hızlanmak istemişler. Bunu hisseden Hazreti Muhammed durmuş, ashabını çevresine toplamış ve her şeyi ile feci bir manzara arzeden köpek leşini göstererek: ‘Bakınız’ demiş, ‘ Ne güzel dişleri var. Bembeyaz, inci gibi.” (3)
Bu büyük hadiseden hareketle şöyle der: ” Sanat adamları ancak yeryüzünü güzelleştirebilmek uğrunda çirkinde bile mevcut olan bütün güzellikleri insanların gönül gözünde yerleştirmek için çaba sarfetmek mecburiyetindedirler.”
Sanat anlayışını etkileyen ikinci husus şu Hadîs-i Şerif’tir: “Yatıştırıcı yalan, fitne koparan doğrudan iyidir.” (4)
EDEBÎ KİŞİLİĞİ:
Mustafa Necati Sepetçioğlu, bütün eserlerinde insandan hareket eder. Fert ve toplum olarak bu toprağın insanını anlatır. Dünün ve bugünün insanını tiyatro türünde yoğurup şekillendirir. Hikâyelerinde ise insanı daha yakın planda ve değişim karşısındaki tavrıyla yakalar. Hikâyelerinde konu olarak köy insanının şehirdeki bunalımını işler. Fakat ayrıntıların çeşitliliği ve sosyal çevreyi farklı boyutlarıyla işleyişi bakımından bir toplumu bütün halinde yansıtmayı başarmıştır. Duygulu ve şiirimsi bir üslubu vardır. Tasvir ve ruh çözümlemelerine önem vermiştir.
1970’li yıllardan sonra ağırlık verdiği romanlarında ise asıl gayesinin “İmparatorluk hudutları”nı yazmak olduğunu belirtir. “Kilit” ile başlattığı tarihimizi ve millî kültürümüzü anlattığı eserlerini yayımlanan son romanı “Yesili Hoca Ahmed” romanıyla büyük ölçüde ana hedefine ulaştırmıştır. Orta Asya’dan göç, Selçukluların Anadolu’yu yurt edinme çabaları, Haçlı Seferleri, Moğol istilâsı, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Fetret Devri, İstanbul’un fethi, Çanakkale Zaferi, Kıbrıs tarihi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife- Ahmed Yesevî-Yûnus Emre çizgisinde din büyüklerinin hayatı ile yaşadıkları devir, 1940’lı yılların Türkiyesi gibi tarihî olayları ile başlangıçtan günümüze kadar Türk Milleti’nin “yönetenler ve yönetilenler”in bütün kesimlerini birbirini tamamlayacak şekilde işlemiştir. Göçebelikten yerleşik hayata geçişten sosyal teşkilâtlara kadar askerî, siyasî, ekonomi ve tasavvufî oluşumları “imparatorluk sınırları” içinde değerlendirir. Olayların perde arkasına uzanır, belirsizliklerde ihtimaller üzerinde durur, çelişkilerde ise okuyucuya seçenekler sunar. Geniş coğrafyada geniş-dar-açık-kapalı mekânı gerektiği gibi kullanır. Zamanı, genel olarak kronolojik bir sıraya göre akarken, konuya ve roman karakterine göre o anın içinde bütün dilimleriyle canlandırır. Romanlarda gerek tarihî gerekse hayali kişilerle şahıs kadrosu zengindir. Onları uzun tasvirlerle tanıtmaz. Roman akışı içinde, olayların seyrine göre davranışları ve sözleri ile tanıtır. Bunların hepsi de yaptıklarıyla hayat filizlendiren ya da çeşitli ve derin ilişkileri ile olumsuz da olsa insanlık hâllerini sergileyen somut tiplerdir. Bu tipler; çerçevelenip bakılacak portreler değil, günlük hayatta her an rastlanabilecek canlılıkta ya da yaptıklarıyla hâtıralarda yaşayacak değerdedir.
“Kilit” ile başlayan tarihî romancılığında dil anlayışında da istikrarlı bir çizgi yakalamıştır. Anlatımda olayların hareketlerini etkili kılan fiillerin kullanımı ile yan cümleciklerle cümlelerin uzatılması dikkati çeker. Sade ve etkili anlatımını; tasvirlerde şairane söyleyişle, diyaloglarda tanımlama ve açıklama ile pekiştirir. Kullandığı kelimeler; yazarın memleketi olan Zile’ye ait mahallî, anlattığı dönemden günümüze kadar gelen ve yaşayan Türkçe kelimeler ile roman kişilerinin kültür seviyesine uygun kelime ve terimlerdir. Romanlarındaki deyimler ise bir sözlük oluşturacak kadar çoktur. Halk dili ile kültür dilinin kaynaşmasından doğan zengin ve çağrışımlı bir dil anlayışıyla “Çağın Dede Korkut’u” denilmesini sağlayan üslûbun sahibi olmuştur.
“Sepetçioğlu, başarılı üslup ve ustalıklı vak’a kuruluşlarıyla asıl bu büyük tarih amacını, bu amacın sürekli, dolgun yüce felsefesini anlatmaktadır.” (5)
Mustafa Necati Sepetçioğlu, millî rûh ile millî gövdenin terkibinden oluşan Türk varlığını; geniş mekân, kalabalık şahıs kadrosu, büyük olaylar ile onu hazırlayan sosyal şartlara göre çağları ve nesilleri birbirine bağlayarak göstermedeki başarısından dolayı “Çağımızın Dede Korkut’u” olarak anılmayı hak etmiştir.
ESERLERİ:
Mustafa Necati Sepetçioğlu; hikâye, roman, deneme, tiyatro, destan, efsane, inceleme, araştırma, makale, çocuk kitabı gibi pek çok alanda eser vermiştir. Tercüman, Yeni Haber, Ortadoğu, Zaman, Yeniçağ gazetelerinde köşe yazarlığı yapmış ve pek çok dergide yazıları yayımlanmıştır.
Başlıca eserleri:
Hikâye: Abdürrezzak Efendi(1956), Menevşeler Ölmemeli (1972).
Bu hikâyeler Almanca’ya çevrildi. Azerbaycan Bakü’de yayınlandı. Kitaplarda yer almayan ve dergilerde kalan hikâyeleri de vardır. Hikayelerinde günlük olaylardan kesitler vermektedir. Hikâye kişilerinin duyguları, düşünceleri, yaşayışları tahlil edilmektedir.
Oyun : Büyük Otmarlar (oyn. 1967, bas. 1970), Trampacılar (oyn. 1968), Çardaklı Bakıcı (1969), Köprü (1969), Son Bloklar (1969), Her Bizans’a Bir Fatih (1972), Mehveş Hanım (1984), Meragati Abdülkadir (1986), Yunus Emre (1995).
Tiyatro eserlerinin bir kısmı İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneye konulmuş, bir kısmı da kitap hâlinde basılmıştır. Büyük Otmarlar, Parma ve Zürih’te oynanmıştır. Ayrıca Dünya Gençlik Tiyatroları Festivali’nde birincilik armağanını kazanmıştır (1968).
Roman: Toprağı vatanlaştıran rûhu, tarihî gerçekliğin ışığında “insan” unsuru ile anlatır. Bu bakımdan milletin ve devletin geçmişi, bugünü ve geleceği ile ilgili meseleler üzerinde durur. Nehir romanları birbirini tamamlayan farklı diziler hâlinde yayımlanmıştır.
Dünkü Türkiye Dizisi: Malazgirt Zaferi’nden (1071) başlanarak Osmanlı’nın Fetret Devri ve İstanbul’un fethine kadar Türk tarihini işlemiştir. Üçlemeler hâlinde yayımlanmıştır.
Kilit (1971), Anahtar (1973), Kapı (1973): Selçuklular dönemi ele alınmış ve Anadolu’nun yurt edinilme çabaları anlatılmıştır.
Konak (1974), Çatı (1974), Üçler – Yediler – Kırklar (1975): Osmanlıların kuruluş yılları ile mücadeleleri anlatılır.
Bu Atlı Geçide Gider (1977), Geçitteki Ülke (1978), Darağacı (1979): Yıldırım Bayezıd-Timur-Şeyh Bedreddin ile fetret devri anlatılır.
Ebem Kuşağı (1980), Sabır (1980), Gece Vaktinde Gündönümü (1980): Fâtih üçlemesidir. Fetret devri sonrası ile İstanbul’un fethine kadar gelişen olaylar anlatılmıştır.
Bugünkü Türkiye Dizisi: Günümüz Türkiye’sinde yaşanan sosyal değişimler ve sonuçları işlenmiştir.
Karanlıkta Mum Işığı (1978): 1946 yılındaki Türkiye’yi anlattığı romanda “vakıf” kurumu ile demokrasiye geçiş dönemi iç içe işlenmektedir.
Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu (1980): 1944 yılındaki Türkiye’yi anlatmaktadır.
Güneşin Dört Köşesi (1983): Çok partili hayata geçildikten sonra gelişen olaylar ve o zamanın Türkiye’si anlatılmaktadır.
Çanakkale Dizisi: …Ve Çanakkale 1 / Geldiler (1989), … Ve Çanakkale 2 / Gördüler (1989), …Ve Çanakkale 3 / Döndüler (1989): Türk’ün şeref destanı Çanakkale Savaşı’nı bütün yönleriyle anlatarak, bu alandaki çalışmalara öncülük etmiştir.
Kutsal Mahpus-Ebu Hanife (1990): İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hayatını anlatır. Roman, 21 Ekim-8 Aralık 1986 tarihleri arasında Yeni Haber Gazetesi’nde tefrika edilmeye başlanmış, ancak gazetenin kapanmasıyla tefrika yarım kalmıştır.
Sabır Ağacı: “Sahibini Arayan Toprak, Zaman ve Sahibi, Zamanın Yürüyüşü, Zaman Dar Kapıda, Zaman Sarkacı, Zaman Dönümü, Zaman Yok, Zaman Uyanışı” (1990-1992): Kıbrıs’ın 4000 yıllık tarihini anlatan 8 ciltlik bir roman.
Benim Adım Yunus Emre (1980,1994): Yunus Emre’nin oluş çizgisini roman gerçekliğinde anlatır.
Bir Ömür Boyu Kıbrıs -1. Boyun Eğiş, Bir Ömür Boyu Kıbrıs -2. Hayır Deyiş (2000):1878-1974 yılları arasındaki Kıbrıs’ın “Boyun Eğiş”i ile “Hayır Deyiş”in insanlarını anlatır.
Yesili Hoca Ahmed- 1.Sesler ve Işıklar, 2.Aydınlığın Mühürü (2002): 2. baskısı ise gözden geçirilmiş olarak bu defa üç cilt halinde (1.Sesler ve Işıklar, 2.Hurmalığın Ak Doğanı, 3. Aydınlığın Mühürü) adlarıyla 2004 yılında yapıldı. Ahmed Yesevî’nin hayatını anlatır.
Tefrika romanları:
Çağlayanlı Vadi (1964, Vatan Gazetesi): Yazarın ilk romanıdır. Filme alınmıştır.
Kırım Kırımı (Tefrika 1985, Tercüman Gazetesi; Kitap olarak 2013): Rusların, 1940’lı yıllarda Kırım Türkleri’ne yaptıkları soykırımı anlatır.
Ayrıca Velihan Bahadır takma adıyla “Nurs Köyünden Dünyaya” (1994) isimli biyografik romanı yayımlamıştır.
Kültür Dizisi:
Deneme: Notlarından oluşan ve özel önem verdiği eserleridir.
Can Ocağında Pişen Aş (1981): Mânevî değerler ile Ahmet Yesevi üzerinde durulmuştur.
Sonsuza Uyanan Taşlar (1973): Türk kültürünün temel kaynaklarından “Orhun Âbideleri”nin bulunuşu ve kitabenin metni üzerinde durulmuştur.
Destan: Türk Destanları’nı yeni bir üslûp ve bakış açısıyla incelemiştir.
Yaratılış ve Türeyiş (1965), Türk Destanları (1972, Karşılaştırmalı Türk Destanları adıyla yeniden basılmıştır.), Dedem Korkut’un Kitabı (1990).
Efsane: Türk-İslâm Efsaneleri (1972, “Bir Büyülü Dünya Ki” adıyla 1990 yılında yeniden basıldı): Kendi derlemesi olan 45 Türk-İslâm efsane ve menkıbeleri hikâyeci gözüyle değerlendirilmiştir.
Makale: Dünden Bugüne ve Yarına 1-2 (1999): Yazarın farklı konularda yazdığı ve eserlerinin alt yapısı ile hayatı hakkında ipuçları verdiği makalelerinden seçmeler yer almaktadır. Birinci kitapta 34, ikinci kitapta 38 makale yer almaktadır.
Araştırma: Hamdullah Suphi Tanrıöver-Seçmeler (1971) kitabını, 1000 temel Eser serisi’nin 65. kitabı olarak baskıya hazırlamıştır.
Senaryo: Çanakkale İçinde Bir Dolu Mermi (TRT için, Çanakkale Savaşı’nı 8 bölümlük dizi olarak hazırlamıştır), İki Suyun Arasında (Diyanet İşleri için, 12 bölümlük dizi hazırlamıştır).
B- MUHTEVA( İÇ YAPI )
1-TEMA: Yanlızlık
2-KONU: Yanlızlık ve yabancılık duygusu
3-ANA DÜŞÜNCE: Dünyayı sevmek isteyengenç ile büyük şehrin yabancılığı arasındaki tezata dayanır.
5-HİKAYENİN TÜRÜ: Durum hikâyesi
6-KİŞİLER: Büyük ve kalabalık bir şehirde yanlız bir genç ve çiçek satan adam
7- ZAMAN VE MEKAN: Zaman ve mekân hakkında kesin bir bilgi verilmiyor. Sadece karlı bir akşam vakti hava kararmak üzeredir. Şehir soğuk ve cadde kalabalıktır.
8- DİL , ÜSLUP:
Dili çok sade değildir. Yer yer devrik cümlelere ve söz sanatlarına yer verilerek hikayeye şiir havası veriliyor.Daha ilk cümleden itibaren yazar ,objektif âleme duygular yükleyen bir ifade kullanmaya başlıyor: ‘Kar uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu’.
Hikâyede tasviri anlatım fazladır. Kişiler ve çevre ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir.Yazar, hikâye kahramanının portresini çizer. Bu tasvire göre hikâye kahramanının mizaç ve kaderi âdeta çehresiyle yazılmıştır ”Kaşları gözlerini büsbütün yalnız bırakmıştı”
Bir tabiat hadisesi olan kar ne duyar, ne düşünür, ne de ister. Yazar ”uyuşuk,isteksiz ve zevksiz” kelimeleriyle âdeta onu beşerileştiriyor. Bundan sonra gelen cümlelerde de buna benzer ifadeler var. Sepetçioğlu’nun hikâye ve romanlarında eskilerin ”teşhis” dedikleri bu ifade özelliklerine sık sık rastlanır.
4-ÖZET:
Mustafa Necati Sepetçioğlu bu hikâyesinde insanların birbirini yakından tanıdığı ve sevdiği bir çevreden büyük şehre gelen şair ruhlu bir gencin yalnızlık ve yabancılık duygusunu anlatıyor.Dünyaya onun gözleriyle bakıyor.Bu bakış tarzı, dış alemi şair ruhlu gencin duygularıyla dolduruyor ve hikâyeye bir şiir havası veriyor.
”Menevşeler Ölmemeli”dünyayı sevmek isteyen genç ile büyük şehrin yabancılığı arasındaki tezada dayanır.Menevşeler şair ruhlu gencin sevgisini ifade eder ve sembolik bir anlam taşır.
Mevsim kış ve vakit akşama yakındır.Akşam vakti herkes evine gider.Şehirde insanlar kendi içlerine kapalıdırlar. Hikaye kahramanı bunu bencillik olarak yorumlar,sebebi üzerine düşünmez.içi sevgiyle doludur.Herkesi ve dünyayı kucaklamak ister.Fakat gördüğü her şey ona yabancıdır.Büyük şehirde insanlarla yakından münasebet kuramayış dünyaya bakış tarzları hiç de böyle değildir.İş ve ev hayatı , büyük şehre ilk gelenlerdeki yalnızlık ve yabancılık duygusunu siler.
Bu kaçış sırasında delikanlı menekşe satan bir adama rastlar. Menekşeler şair ruhlu delikanlının duygularını birdenbire değiştirir.
Menekşeler , delikanlıya uzaklardaki sevgilisini, yazı, dostluğu,myakınlığı hatırlatır. Fakat menekşeler,az sonra delikanlının elinde solmaya başlar.Delikanlı satıcının arkasında koşar.Çiçekleri ona verir.Menekşeler satıcının elinde yeniden dirilir.Delikanlı satıcı ile konuşurken bu dirilişin sebebini anlar.Satıcı yalnız değildir,evde bir bekleyeni vardır.Büyük şehirde, yalnız insanın elinde çiçekler de ölür.
KİTAP HAKKINDA;
MENEVŞELER ÖLMEMELİ
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ikinci hikâye kitabı olan Menevşeler Ölme-
meli, 1972 yılında yayımlanmıştır. İçinde yirmi sekiz adet hikâye bulunmak-
tadır. Bu hikâyelerden bazıları daha önce Türk Dili, Türk Yurdu, Su ile Türk
Edebiyatı gibi çeşitli dergilerde 1958-1972 arası neşredilmiştir. Kitap, adını
daha önce Türk Edebiyatı dergisinde (Ocak 1972, Nu.1) yayımlanan “Menev-
şeler Ölmemeli” adlı hikâyeden alır. İlk kitapla bu kitap karşılaştırıldığında
Sepetçioğlu’nun hikâye kurgusunu oluşturmada, dil ve anlatımda kendini
geliştirdiği, hikâyelerin anlatım tekniğinde çeşitlenme olduğu, mesaj kay-
gısının varlığını sürdürmekle birlikte edebîlik göz ardı edilmeden verilmeye
çalışıldığı anlaşılmaktadır. Menevşeler Ölmemeli’de Abdürrezzak Efendi’nin özel-
likle de ilk bölümündeki kuru anlatımdan bir hayli uzaklaşılmıştır. Menevşeler
Ölmemeli de iki bölümden oluşur. İlk bölümde yirmi iki, ikinci bölümde altı
hikâye bulunmaktadır. Bunlardan ilk bölümdeki hikâyelerin adları şöyledir:
“Suçlu”, “Aldatış”, “Soba Boruları”, “Afiştekiler”, “Tohum ve Topal Karınca”,
“Yok Oluş”, “Halil’in Ölümü”, “Bir Otelde Üç Kişi”, “Birdenbire”, “Deniz Fene-
ri”, “Afula İstasyonu”, “Çamlar Hür Yaşar”, “Tanrılar Arasında”, “Mavi Göm-
lekli Adam”, “Su Borusu”, “Oyuncak”, “Üç Kişiye Bir Şemsiye”, “Pencerenin
Bu Yanı”, “Diktatör”, “Bir Yerlerde Bir Adam”, “Yenibahçeli Nedim Efendi”,
“Menevşeler Ölmemeli”.
Söz konusu hikâyelerden “Tohum ve Topal Karınca” daha önce; “Kavga”
(Sepetçioğlu 1958b: 121-125) ve “Tohum” (Sepetçioğlu 1956f: 380-384) adla-
rıyla iki farklı hikâye olarak yayımlanmış; ancak kitaba alınırken birleştirilip
tek hikâye haline getirilmiştir. Bazı hikâyelerde de kitaba alınırken isim de-
ğişikliği yapılmıştır. Mesela, “Tanrılar Kaybolunca” adlı hikâyenin adı kitaba
alınırken “Deniz Feneri” şeklinde değiştirilmiştir.
İkinci bölümü oluşturan hikâyeler de şunlardır: “Hıdır”, “Yaşar”, “Abu”,
“Hacı”, “Reşo (Reşido)”, “Ökkâş”.
Birinci bölümdekiler tamamen kurmaca metinler iken ikinci bölümü oluş-
turan hikâyeler yazarın güney illerimizin dertli çocukları ile yapmış olduğu
röportajların ürünüdür. Muhteva açısından baktığımızda Abdürrezzak Efendi’de
daha çok toprak adamının hayat parçaları anlatılırken Menevşeler Ölmemeli’de
ise şehirde yaşayan kimisi memur veya işçi olan insanların hayatından ke-
sitler okuruz. Buradan hareketle Abdürrezzak Efendi’yi yazarın çocukluk ve
ilk gençlik yılların dair gözlemlerinin ürünü sayarsak Menevşeler Ölmemeli’de
anlatılanlar daha çok üniversiteden mezun olduktan sonraki memuriyet ve
iş hayatındaki gözlemlerinin izlerini taşıdığı söylenebilir. Hacim açısından
baktığımızda ise hikâyelerin biri hariç (Yenibahçeli Nedim Efendi) diğerleri
küçük hikâye nevindendir.