Son Haberler
Anasayfa / afilli / NERDE , O HAKİKAT ERLERİ ? NEREDE

NERDE , O HAKİKAT ERLERİ ? NEREDE

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

İçinde yaşadığımızı sandığımız dünya, bizim, kendimiz olarak nefes alıp verebildiğimiz, kendimizi neysek o olarak ifade edebildiğimiz, gerçekten kendimiz olarak varolabildiğimiz ve çağa ruh üfleyebildiğimiz bir dünya mıdır; bizim dünyamız mıdır? Yoksa kendimizi içinde bulduğumuz, ‘biz’i bizden uzaklaştıran, bizi kendimize yabancılaştıran bir ‘yalan’ dünya mı?

Her çağın kendi gerçeği vardır. Bir de, her çağın kendi gerçeğini vareden gerçeklikleri. Çağ, kendi gerçeğinin / hakikatinin ifadesiyse; ağ da, o çağın gerçekliklerinin hem ifadesi hem de ifade edicisi; çağ’ın kendini gerçekleştirme yolculuğunda ürettiği ağların ve bağların, bağlamların ve bağlanmaların aracı.

Bize ‘gerçeklik bu!’ denilerek dayatılan şey, zorla hâkim kılınmaya çalışılan bir ağ’dır aslında: İnsanın hakikatin izini sürmesinin önünde ayakbağı olan, idrak kapılarımızı kendine kapatan ve kendi gerçekliğiyle sınırlayan boğucu bir ağ!

Bize gerçek diye sunulan şey, sadece mevcut, hâkim gerçektir: Çağın kendi gerçeğidir; benim, bizim, başka çağların hakikatinin üstünü örten yıkıcı, yok edici bir gerçektir bu.

ÇAĞA YABANCILAŞAMAYANLAR, KENDİLERİNE YABANCILAŞIRLAR

O yüzden, çağa yabancılaşamayanlar, çağla arasına mesafe koyamayanlar, kendilerine ve kendi hakikatlerine yabancılaşmaktan kurtulamazlar; kendilerini de, hakikatin izini de bulamazlar, diyorum.

Çağa yabancılaşamayanlar, çağın ağlarından ve bağlarından arınamayanlar ve kurtulamayanlar, bütün algı kapılarını insanlığın bütün çağlarına ve çağrılarına açabilecek çapta ümmîleşemeyenler ve ‘özgürleşemeyenler’, başka çağlara da, başka çağrılara da açılamazlar; çağın ağlarına ve bağlarına takılı ve çakılı kalırlar. Donakalırlar… Don’a mahkûm olurlar… Donmaya…

Çağa yabacılaşmak, yalnızlaşmaktan geçer: Yalnızca kendisinin gerçek olduğunu dayatan çağın ağlarını kırabilmek, başka çağlara ve çağrılara açılabilmek, kısacası çağın ağlarından ve bağlarından arınarak ümmîleşebilmek, ancak bu çağda yalnızlaşabilen, bu çağa yabancılaşabilen dehâların, pergelleri hakikate ayarlı, gönülleri hakikate sevdalı hakikat erlerinin, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan hakikatli fikir işçilerinin işidir.

Hâkim gerçeğe ya da gerçekliklere eklemlenmekten ve uyumlanmaktan başka bir şey bilemeyen ‘işbirlikçilerin’, hakikati, çağın ağlarına ve bağlarına kurban eden, çağın gerçeklerini mutlak zanneden, çağın algı kapılarımızı kapatan ve idrak biçimlerimizi körleştiren, hakikati ve bizi çağın ayartıcı ve yok edici gerçekliklerine mahkûm eden, kendi ‘iş’lerini kendi elleriyle bitirdiklerini bile göremeyenlerin işi değildir bu, elbette ki.

SAĞDUYU İLE KAMUOYU ZOKA’LARINI NASIL YUTTUK ÖYLE!

Çağ, kendi gerçeğini, sağduyu kavramı üzerinden gerçeğe dönüştürür; kendi gerçekliklerini ise kamuoyu mekanizmasını işleterek…

Sağduyu, bireyi gerçeğin merkezine yerleştiren modernliğin ifrat’ının / abartı’sının; kamuoyu ise, bu ifratın kaçınılmaz olarak ürettiği ve bireyi de bitiren tefrit’inin / ayartı’sının insanlığa ‘yutturduğu’ iki büyük ‘zoka’dır: İnsanlık, bu iki ‘zoka’yı âfiyetle yuttu; kendini de, hakikati de unuttu!

‘Sağduyu’ kavramını duyduğum zaman tüylerim diken diken olur: Sağduyu, şiddet yüklü bir kavramdır; totaliter zihnin ürünüdür çünkü.

Sağduyu, insanın kişiliğini, kendine özgülüğünü, biricikliğini ‘iplemez’ bile; kamuoyu ise ince ve kılıçtan keskin bir ipe gerer sadece.

DEMOKRASİNİN BİR RUHU OLSAYDI, BİZİ DROMOKRASİ’YE MAHKÛM ETMEZDİ!

O yüzden, Nietzsche’nin ‘sürü mantığı’ diye tarif ettiği ‘demokrasi çağı’nın ete kemiğe büründürdüğü bir kıskaçtır sağduyu. Tıpkı sağduyu’nun karikatürü ve karikatürize edilmesinin bir başka ifadesi kamuouyu gibi.

Demokrasi’nin bir ruhu yoktur; yoktur çünkü insanı, sayı’ya indirger sadece: Kullanışlı, fonksiyonel bir malzemeye: Sağduyu ideolojisi ve kamuoyu totolojisi çıkarılabilecek bir nesneye: Sağduyu ideolojisi ve kamuoyu totolojisiyle yönlendirilebilecek, istenilen şekilde ‘güdülebilecek’ bir kitle’ye: Bakınız: Medyaokrasi gerçeği!

Ayartılma arzusuyla yanıp tutuşarak çağa, çağın ağlarına yenik düşen, nereye düştüğünü, neye yenik düştüğünü bilmeden önüne sürülenlerin peşinden sürüklenen yığınlardan oluşan, algı biçimlerini bitiren ve algı kapılarını kapatan pornografik bir mekanizmanın dişlilerine dönüştürür demokrasi, insanı; dromokrasi’yi (hız’ı ve dolayısıyla haz’ı) devreye girdirirerek…

SAĞDUYU VE KAMUOYU: İKİ ONTOLOJİK SALDIRI BİÇİMİ

Sağduyu, insanın biricikliğini örterken; kamuoyu, insanın biricikliğini katleder ve insanı, istatistik malzemesi hâline getirerek insanın, hayatın ve hakikatin ruhunu yok eder.

Sağduyu, insanın aklî yeteneklerini, örtük ve ayartıcı şekillerde; kamuoyu da insanın rûhî melekelerini yanıltıcı, ‘pornografik’ algılama biçimleriyle iptal eder.

Sağduyu da, kamuoyu da fıtrata yapılan biri ifratla, diğeri tefritle sonuçlanan, iki ontolojik saldırı biçimidir.

Sonuç: Hakikatin buharlaşması, insanın varoluşsal bir bunalımın eşiğine fırlatılmasıdır.

Sağduyu, insanı, çağa mahkûm eder; kamuoyu da çağın ağlarına ve bağlarına. Sağduyu, idrak kapılarımızı kapatır; kamuoyu da duygu dünyamızı iptal eder.

Sonuçta, sağduyu da, kamuoyu da, insana ve hakikate yapılan varoluşsal saldırının aracı/ları/na dönüşür: Bu iki varoluşsal saldırı biçimi, bizi çağa ve çağın ağlarına mahkûm etmekle, hem hakikatin izlerini siler, hem de hakikatin izini sürme yetilerimizi bitirir.

Özetle, sağduyu, insanın, biricikliğinin ve biricik insanın unutulmasıdır; kamuoyu ise, yutulması.

 

ONTOLOJİK KAOS: PARÇA’NIN BÜTÜN KATINA YÜKSELTİLMESİ

Peki, nedir bütün bunlar? Heidegger’in terimleriyle ifade etmem gerekirse, ontik / arızî olan’ın, ontolojik / aslî olan, katına yükseltilmesi; parça’nın bütün konumuna yerleştirilmesidir.

Burası çok hayatî. Lütfen biraz dikkat kesilelim: Ontik olan: kesretin, parçanın, atomlaşmanın, yani Kaos’un dünyasıdır.

Ontolojik olan ise: bütün’ün, bütüncül hakikatin yani Kozmos’un dünyası.

Peki, bütün bunların, ne anlama geldiğini biliyor muyuz acaba?

Batı uygarlığının yaşadığı, tek gerçek ve tek gerçeklik katına yükselecek kadar küreselleştiği için de, bütün insanlığı içine sürüklediği küresel varoluş krizinin, medeniyet buhranın kaynağı burada gizlidir işte.

Başka bir ifadeyle, gerçekliğin, gerçek / hakikat olarak ilan edilmesidir. Gerçek, hâl ise, gerçeklik mahall’dir artık! İçkin olan’ın aşkın olan katına yükseltilmesi yani: İnsanlığın içinden geçtiği varoluşsal felâket ve helâket budur.

DİN İLE BİLİM’İ EŞİTLEMEK VE HAYATI KAOSA TESLİM ETMEK!

Her şeyden önce, ‘bilim-din’ ikiliği, karşıtlığı ya da uyumu gibi bir sorunu yok Müslümanların. Bu sorun, modernliğin Batılıları getirip bıraktığı bir sonuç, büyük bir çıkmaz sokaktır.

Nietzsche’nin, modernliğin en temel açmazlarından biri olarak dikkat çektiği, -her yeri geldiğinde hatırlatmaktan bıkmayacağım- sarsıcı bir sorundur bu: Nedenlerle sonuçların birbirine karıştırılması, sonuçların nedenler olarak konumlandırılması.

Batı uygarlığı, din-bilim çatışması ya da uyumu üzerine kurulmamıştır. Aksine, insanın tanrılaştırılması, insanın her şeyin ölçütü ve ölçüsü katına yükseltilmesi yani ontik gerçekliğin, ontolojik gerçek katına yükseltilmesi fikri üzerine kurulmuştur.

İşte din-bilim çatışması, bu felsefî temel üzerinden zuhûr etmiş bir sonuçtur: Dolayısıyla nev-zuhûr bir sorundur. Modern Batı uygarlığı, din-bilim çatışmasını aşamamış; aksine, örtmüştür, gizlemiştir. Bugün yaşanan metafizik helâket, modernliğin insanlığı nasıl bir yok oluş felâketinin eşiğine sürüklediğini gösteren büyük bir entelektüel krizdir.

Özetle… Batı uygarlığının entelektüel bir kriz yaşamasının, insanlığı metafizik bir felâketin eşiğine sürüklemesinin nedeni, bilim-din çatışması değil, insanın tanrılaştırılması, yani antroposantrizmdir. Dolayısıyla dinin hayattan uzaklaştırılması ve dinin yerini aklın (akl-ı meâş’ın, cüz’î akıl’ın ve bilimin) almasıdır.

BEDİÜZZAMAN’IN ÇAĞ AŞAN ÇAPININ YAPITAŞLARI…

Burada sadece Müslüman toplumları değil, bütün insanlığı, bir yokoluş çukurunun eşiğine sürükleyen felâketi hem gören, hem de çağlar ötesi bir dille, nebevî bir dille bu felâketin ve helâketin nasıl aşılabileceğini gösteren tek düşünür Bediüzzaman’dır. Bediüzzaman’ın düşünce tarihine ve insanlığa yaptığı en muazzam katkı işte tam da burada çıkar karşımıza.

Nietzsche’yi isyan ettiren ve çıldırtan, Nietzsche’nin şakirdi Heidegger’i kaygılandıran ve büyük düşünür’e ‘çağımızın sorunu düşünmemesi’dir, düşünememEsidir, yani düşünme yetilerini yitirmesi’dir, dedirten; dolayısıyla araçsal akıl’ın akıl, bilim, birey, devlet, ulus, teknoloji gibi araçları / parça’ları / kesreti putlaştırarak yol açtığı büyük felaketlerle / kaosla insanlığın geleceğini karartan bu yokoluş gerçeği olduğuna dikkat çektiren, insanlığın en temel varoluşsal sorunu tam da budur işte.

Ey Nûr Talebeleri kardeşlerim!

İlle de Bediüzzaman’ın söylediklerinden anlamsız bir ‘bilim-din’ uzlaşması çıkarmak gibi, İslâm’ın önünü tıkayacak bir çıkmaz sokağın önüne bizi sürükleyeceğinize, insanlığın temel varoluşsal sorunlarının nerede gizli olduğunu, Batılı düşünürlerin bu sorunu nasıl gördüklerini ve neler önerdiklerini, Bediüzzaman’ın burada neden çağdaş büyük Batılı düşünürlerin hepsinin dikkat çektikleri sorunu nasıl olup da bu kadar derinlemesine kavramakla kalmayıp, aynı zamanda, daha da önemlisi de bu büyük düşünürlerin tıkandığı yerde, Bediüzzaman’ın önümüze nasıl bütün insanlığın varoluşsal sorunlarını hâl yoluna koyabilecek bir fikriyat ortaya koyabildiğini, bunu nasıl başarabildiğini, dünyanın büyük düşünürleriyle Bediüzzaman’ın diyalojik bir konuşma içine nasıl girdirilebileceğini, bizim bütün bu olup bitenleri anlayacak düzeyde bile olamadığımız hâlde, neden Bediüzzaman’ın hayallerini hayalete dönüştürecek işleri kendimize mesele edinme gafleti sergilediğimiz meselesini mesele edinelim lütfen. Bunu görmeye çalışalım!

…EHADİYET’TEN VÂHİDİYET’E KOZMİK HAKİKATİN TEVHÎDÎ ŞİFRELERİ

Bediüzzaman, ‘ulûm-u İslâmiyye veya diniyye’ ile ‘fünûn-u medeniyye’nin imtizacından sözederken, meseleye, akl-ı meâşla yaklaşmaz; akl-ı meâd’la yaklaşır. Akl-ı meâd, varoluşu ukbâ’ya, âhiret tasavvuruna endeksleyerek idrak eden nebevî dil’in bir ifadesi ve yansımasıdır.

O yüzden, Bediüzzaman, fenlerden, fenlerin bulgularından, atomlardan, sözederken, ikili bir kavramsal yapı üzerinden hareket eder ve fikriyatını bu ikili yapı üzerinden inşâ eder: Ehâdiyet ve Vâhidiyet tasavvurları.

Ehâdiyet, cüzî / atomik gerçekliklere, kesret’e işaret eder.

Vâhidiyyet ise bütün’e, kaynağını vahiyde bulan tevhid’e.

Vâhidiyyet tasavvuru olmadan, ehâdiyet tasavvurunun yalnızca kaos’a, anarşiye, intizamsızlığa, helâkete ve felâkete yol açacağına dikkat çeker risalelerin her yerinde, özenle, dikkatle ve haykırarak.

İkinci olarak ‘din-bilim’ uyuşması ya da çatışması kavramlaştırmasındaki ‘din’ algısı da, ‘bilim’ algısı da, din ile bilim’i eşit konumlara yerleştiren, dolayısıyla hayatın bütününü kuşatan bütüncül / metafizik din idrakini yerle bir eden, insana ve hayata ruh üfleyen, hayat bahşeden din’i merkezî yerinden eden, seküler bir zihin tasavvuruna işaret eder.

Hâsıl-ı kelâm: İnsanlığımızı koruyabilmenin, insanlığımızı koruyabilecek hakikatin kendini ifade edilebileceği korunaklı alanlar inşa edebilmenin yolu, yaşanan dünyaya ‘yabancılaşmak’tan geçer: Yalnızca yaşadığımız dünyaya yabancılaşabilen, yaşadığımız dünyayala arasına mesafe koyabilen, dolayısıyla ümmîleşebilen yani çağın ağlarından ve bağlarından arınabilen ve kurtulabilen çaplı insanlar, yaşadığımız dünyanın kapattığı idrak kapılarımızı başka dünyalara da açabilirler.

HAKİKAT ERLERİ, NEDEN ‘YARA-BERE’ İÇİNDE, YAMANMA DERDİNDE?

Öyle anlaşılıyor ki, çağın ağlarına ve bağlarına mahkûm olduğumuzu bile göremediğimiz için tek derdimiz, önce onaylamak; sonra da onaylanmak.

Şaşırtıcı ve ürpertici nokta şu burada: Seküler çevreler de bütün İslâmî çevreler de, yalnızca hâkim Batılı gerçeklikleri ve bilim, teknoloji, akıl, demokrasi, insan hakları gibi seküler paradigmaları önce onaylama, sonra da bunlardan onay alma yarışı içindeler!

Nedir bu, peki? Oyalanmaktır. Oyalanmaksa, ‘oyun’u, daha baştan kaybetmek…

Oysa oyalanacak vaktimiz yok bizim! İnsanlık henüz olmayan, varolamayan, burada olamayan ‘biz’i bekliyor; bizim bile bilemediğimiz, hakikatine eremediğimiz hakikatin söz’ünü, hakikatli bir şekilde, oluş, varoluş ve fikir çilesi çekerek insanlığa ulaştırabilecek çaptaki, adanmışlıktaki ve hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeme yüce gönüllüğüne ulaşmış kırattaki hakikat erlerinin gelişini…

Hâkim sistemi onaylayarak, hakikatin çağlar ötesi sesini ve sözünü, hâkim paradigmaya yamayarak, hakikati kendi ellerimizle haraç mezat satışa çıkardığımızı görebilecek ve gösterebilecek, insanlığa hakikatin sesini hakikatli bir dille iletebilecek yılmaz ve yorulmaz, çağın ağlarına ve bağlarına meydan okuyarak bizi, bütün insanlığı bitimsiz, sonsuz hakikat yolculuğuna çağıracak ve çıkaracak hakikat erleri, nerede?

Evet, mekke sürecinde olduğu gibi dalga-kıracak, medeni sürecinde gözlendiği gibi dalga-kuracak, insanlığı, hakikat medeniyeti dalgasının şiirine durduracak dalgakıranlar gibi yol alacak hakikat erleri nerede? Hangi derelerde ‘debelenmede’? Neden zihni, kalbi, ruhu ‘yara bere’ içinde; hakikati esen rüzgârlara yamama yarışı derdinde böyle?

YUSUF KAPLAN

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*