Nesrin Hanım, diğerlerinden farklı bir öğretmendi. Sanki ders işlemez öğrencilerine oyun oynatır, bulmaca çözdürür, zevkli yarışmalar yaptırırdı. En çok da doğru cevabı bulma, yanlışları ayıklama yarışmaları yaptırırdı. Her öğrencisinde söz alma isteği uyandırır, her öğrencisini mutlaka dersin merkezine doğru çekerdi. Kız erkek, köylü kentli, iyi giyimli, kötü giyimli ayrımı yapmadan herkese yakın durmaya çalışırdı. Hatta köyden geldiği güneşte yanmış yüzünden, kelimeleri söyleyişinden, çekingenliğinden açık seçik belli olanlara ötekilerden birazcık daha yakın dururdu. Sözü döndürüp dolaştırıp, köye köylüye getirir, Anadolu köylüsünün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünden söz eder, kendisinin de bir köylü çocuğu olduğunu söylerdi.
Erhan, sınıf öğretmenleri de olan Nesrin Hanım’ı diğer öğretmenlerden daha çok severdi. En çok onun dersinde parmak kaldırır, söz alırdı. Bir Erhan değil, herkes onun dersinde rahat konuşurdu. Onun dersi göz açıp kapayıncaya kadar biterdi.
İlk iki ders Nesrin Hanım’ındı. Kısacık bir metni iki kez okuttuktan ve metinle ilgili açıklamalar yapıp sorular sorduktan sonra tanımlar yapmaya başladı. Dil ve ifade ile ilgili tanımlar yapıyor, parmak kaldıranlardan birine neyi tanımladığını soruyordu. Doğru cevap alınca “aferin” diyor, ardından tanımı tekrarlattırıyor ve o öğrenciyi sınıfa alkışlatıyordu. Sonra başka bir tanım, bir başka öğrenci…
“Bir dildeki harflerin belirli bir sıraya dizilmiş bütününe ne denir, kim söyleyecek?”
Havaya kalkan ellerden biri de Erhan’ındı. Islak elbise içinde bulunması derslerde pasif kalmasını gerektirmezdi. Hem artık titremesi de geçmişti. Söz almak üzere kalkan parmağını Nesrin Hanım gördü.
“Sen söyle bakayım, ben neyi tanımladım?” dedi Erhan’a.
Bütün eller indi Erhan ayağa kalktı.
“Elfaba!” dedi.
“Efendim!”
“Elfaba!”
Bir anda bütün sınıf bastı kahkahayı. Bir Nesrin Hanım, bir Reha, bir de Erhan gülmedi. Aslında Erhan neye güldüklerini de anlamadı.
“Çocuklar gülünecek ne var?” dedi Nesrin Hanım. “Dili sürçtü arkadaşınızın. Olabilir. Erhan, tekrar söyle çocuğum!”
Erhan bu defa hecelerin üstüne basa basa tekrarladı:
“El fa ba…”
Sınıf bir kere daha ve ilkinden daha bir şiddetli güldü.
Nesrin Hanım ve Reha yine gülmedi.
“Elfaba değil be çocuğum, alfabe, al fa be… Sen eski yazıdaki “Elifba” ile karıştırdın. Neymiş doğrusu?”
“Alfabe.”
“Bir de tanımla bakayım!”
“Bir dildeki harflerin belirli bir sıraya dizilmiş bütününe Alfabe denir.”
“Aferin, otur!”
Daha çok mahcup olacağını düşündüğü için tanımı doğru yaptığı halde Erhan’ı alkışlatmadı.
Erhan, kıpkırmızı kesilmişti. Yüzü alev alev yanıyordu. Yerine mi oturdu, yedi kat yerin dibine mi düştü anlayamadı. Başını önüne eğdi, öylece kaldı. Sınıfta ne kadar öğrenci varsa hepsinin alaylı gülümsemelerle kendisine baktığını sanıyordu. Başını kaldırsa mutlaka o bakışlarla karşılaşacak, daha çok mahcup olacaktı. Çünkü “Alfabe” yerine “elfaba” demek affedilir hata değildi. Heyecandan mı yanlış söylemişti, baştan beri mi yanlış biliyordu, şimdi bunları düşünecek durumda değildi. Doluktu. Dünyayı bir su kütlesinin gerisinden dalgalı, bulanık görmeye başladı. Gözyaşları masadaki Türkçe kitabının üstüne dökülmek üzereydi. Bir kez daha rezil olacaktı. “Aaa… Ağlıyor!” diyecekler, az önce gülenler bu defa hayretle bakacaklardı. Başını kaldırmadan elini kaldırdı.
“Çıkabilir miyim öğretmenim?”
“Çık!” dedi Nesrin Hanım.
Koridora çıkar çıkmaz iki elini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. İşte kötü huyu yine onu esir almıştı. Kulaklarında durmadan Nesrin Hanım’ın sesi ve sınıfın gülüşü yankılanıyordu.
“Elfaba değil çocuğum, alfabe…”
Gülüşmeler…
Sınıf kapısından birkaç adım uzaklaşınca duvara kapandı, kendini tamamen bıraktı. Sanki köyündeki ilkokulu bitirdikten sonra öğrenime devam etmek üzere şehre gelmiş on üç yaşında birisi değildi de dört yaşında bir çocuktu. Dört yaşında bir çocuk gibi ağlıyordu. Aklından annesi babası geçiyor, kayıt sırasında bağış makbuzuna yazdığı cümleyi hatırlıyor, derin bir yalnızlık duygusu içinde ağlıyordu. Şansından koridorda kimseler yoktu.
Ne yapmalıydı şimdi?
Lavaboya giderek elini yüzünü yıkayıp biraz sakinleştikten sonra sınıfa dönebilirdi. Şapkadan, çantadan, kalemden, kitaptan, defterden, okumaktan, her şeyden vazgeçip köye dönebilirdi. Şu an köye dönmek sınıfa dönmekten daha kolay görünüyordu. Babası, daha sonra bir gün Çorum’a iner, yatağını, yorganını denk yapıp geri köye getirirdi. “Olmuyor, okumayacağım!” derse ille de okuyacaksın diyen çıkmazdı. Hatta annesi sevinecekti bile. Babası dışında zaten kimse köyden ayrılmasını istemiyordu. Yusuf amcası “Ben demedim mi, ‘Okumaz!” diye, bak döndü!” diyecekti. Desin! Kimse umurunda değildi. Köyde herkes nasıl çalışıyor nasıl yaşıyorsa o da öyle çalışır, öyle yaşardı.
Rüya canlandı gözlerinin önünde. Rüyalarındaki kadar güzel, içten, cana yakındı. Rüyalarında olduğu gibi gözlerinin içine bakıyordu. Ancak mahcuptu, suçlu gibiydi. Sanki alaylı gülüşleriyle Erhan’ı zor duruma düşüren oydu da hemen ardından pişman olmuştu. Özür dileyen, sınıfına dönmesini isteyen gözlerle bakıyordu. Aynı anda omzunda bir ağırlık hissetti. Ellerini yüzünden çekip döndüğünde Türkçe öğretmeni Nesrin Hanım’la yüz yüze geldi. Utandı. Başını önüne eğecekti ki Nesrin Hanım buna izin vermedi. Islak iki yanağını avuçları arasına alarak bir anne kadar şefkatli ve sert konuştu:
“Yüzüme bak çocuk!”
Erhan, çekinen, utanan, hatta korkan gözlerle öğretmenin yüzüne baktı. Sabah, evden okula kadar yediği yağmur sonrasında titrediği gibi titremeye başlamıştı. Nesrin Hanım aynı kararlı ve emredici sesle:
“Seni tanıyorum Çocuk!” dedi. “Bugün sana gülenleri yarın kendine hayran bırakabilirsin!”
Başparmaklarıyla Erhan’ın gözyaşlarını sildi. O, artık herhangi bir kadın değil, öğretmen değil, evladının gözyaşlarını görmüş, üzülen bir anneydi. Dün köyden inmiş, bugün şehirde tutunmaya çalışan, bu yoksul, köylü çocuğunun annesiydi. Onun gözlerinde parlayan ışığı gördü. “Bu dediğinizi nasıl başarabilirim?” diye sormak isteyip de çekindiği için soramadığını anladı.
“Tekrar ediyorum!” dedi Nesrin Hanım. “Bugün sana gülenleri yarın kendine hayran bırakabilirsin. Yeter ki bunu iste çocuğum!”
“İsterim öğretmenim!” dedi Erhan titreyen çocuksu sesiyle.
“O halde derslerini aksatmadan daha çok kitap okuyacak ve daha çok yazacaksın! Şiir yazdığını biliyorum. Tek kanatlı kuş uçmaz, düz yazı da yazacaksın. Şiirle gönlündekileri, düz yazıyla aklındakileri dile getireceksin. Bütün derslerdeki başarını artırmak için, daha da önemlisi hayatta başarılı olmak için çok okuyacak ve çok yazacaksın. Göreceksin, az önce gülen arkadaşların bir süre sonra sana gıptayla, hayranlıkla bakacaklar… Şimdi git, elini yüzünü yıka, sınıfa dön! Ders bitiminde beni çıkışta bekle. Seni çok seveceğin bir yere götüreceğim.”
Türkçe öğretmeni Nesrin Hanım artık Erhan’a bir anne kadar yakındı. Yüreğinde ona kocaman bir yer açtı. O, ne derse yapabilir, o nereye götürürse gidebilirdi.
Nesrin Hanım sınıfa dönerken Erhan lavabonun yolunu tuttu. (BEBİHA’dan)
osman çeviksoy