Milliyetimizi kendime göre, idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: “Resimsizlik ve nesirsizlik” (Bu) iki fecî noksanımız olmasaydı bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu…
Resimsizlik yüzünden cedlerimizin yüzlerini göremiyoruz. Ah bu ne fecî hicrandır! Eski şehirlerimizi göremiyoruz; yanmış yahut yıkılmış nice binalarımızı göremiyoruz; eski kıyafetlerimizi göremiyoruz; o kıyafetlerin asırlar arasında yavaş yavaş nasıl tekâmül ettiklerini anlayamıyoruz; vatanı kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muhârebelerimizi, bu muhârebeleri başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz. Ah, ah… Resimsizlik yüzünden daha neleri, daha neleri göremiyoruz.
Topkapı sarayında bâzı meraklılara gösterilen Hünername’nin minyatürlerine bakarken kaç defa gönlümden bu özleyişi geçti: Ah, dedim, ne olurdu, her asrımızın her manzarası, yalnız İstanbul değil bütün Anadolu ve Rumeli Macaristan ve Akdeniz şehirlerimiz böyle minyatürlerde görünselerdi.
Hüner name, Üçüncü Sultan Murad zamânında, Sokollu Mehmed Paşa sadrâzamken, bir Türk ressamının hem kendi devrini, hem de hazine çıkarılıp kendine gösterilen maziye ait resimler kopye ederek maziye tasvir edişinden ibârettir.
Böyle olmakla beraber bu kitap ne kadar canlı ne kadar düşündürücü, halis bir Türk’e ne kadar ürperme veren bir eserdir. Ya tıpkı Avrupa milletlerinde olduğu gibi, bizde de şehirde ve her devirde birçok ressamlarımız olsaymış ve o ressamlar, her biri kendi ihtisasına göre, milli ve şahsi hayatımızın her safhasına tasvir etselermiş ve o tasvirler bize kadar gelselermiş biz onlara bakarak, büyük geniş ve derin tarihimizi her az görebilseymişiz! Ah! Ah! Bu ne üzüntülü bir özleyiştir.
İkinci bahse geçeyim. İkinci bahse yani nesirsizlik bahsine geçeyim. O büsbütün feci bir noksandır.
Bilirim ki İslamiyet’in resmi düşmanlığı denilen kusurunu -gayet haklı olarak- lânetle yâd edenler bizi mâhza onun körlettiğini tekrâr ederler. Ya nesirsizliğe ne diyelim? Onu İslamiyet men’ etmemişti. İyi nesir hani Yunâniler’in bilhassa ve bilhassa Latinlerin nesir dedikleri nesir, nihayet vaisleri olan Avrupalılara miras bıraktıkları nesir, hulasa bugün aydınlığının hudutsuzluğuyla insanları insan eden nesir Araplarda da yoktu. Acemlerde de yoktu. Biz zavallı Türkler Arap ve Acem’in tilmizleri olduğumuz için ayrıca da kendi milli kusurumuz olarak az yazdığımız için nesirsiz kaldık.
Mâzîmizi muhayyilenin bütün kudretiyle kağıtların üzerine enine boyuna tecessüm ettirmek şöyle dursun, doğru dürüst kayıd ve tescil bile edemedik.
Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki bu iki sanatı olsaydı bugün milletimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Mahayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih, bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden, Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal mayal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı: Lâkin yazık ki nesrimiz üç kusurları mâlûldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.
Çok az yazı yazmamızın sebebi, medrese’nin Arap kitaplarını dizüstü çökerek okumak îtiyâdına atfolunur, bir de milletimizin asker ve iş eri olmasına affolunabilir. Çok kötü yazmamızın sebebi, İran nesrinin nesirde modelimiz oluşudur. Hakîkatin ta kendisi budur ki yalnız Lâtin nesrine mensup olan milletler iyi yazmayı bildiler.
Çok kısa yazmamızın sebebine gelince asıl esaslı kusur buradadır. Nesrin yani asıl mânâsıyla edebiyatın yüzde seksenini tarih, biyografi hatırat siyasi yazılar teşkil eder. Hepsi birden nihayet tarih olan bu mallarından fazla kısa yazımları vahim bir noksan teşkil eder.
Evet tarihlerimiz yüzde doksan mikyas da vakaları şahısı,. Şahısları, yaşatmazlar. Mahiyyile kudretine bula bula ancak şarıhü’l Menar-zade’den Na’ima’nın aldığı parçalarda, Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi birçok sahifelerinde, silihdar’ın bazı sâhifelerinde bulabilirsiniz.
YAHYA KEMAL