Sert rejimler ve onların değişimi çabaları ile dolu ürkütücü ve bir o kadar da hayranlık uyandırıcı bir tarihe, insanlık tarihinin en cesur ama felâketli deneyimlerine sahip olduğu için Rusya’nın hapishaneleri de çok.
Koskoca bir Rus edebiyatının milâdıdır Puşkin. Parmaklıkların altına konup kalkan bir kartalı ve onunla ruhunun özgürlüğü arasında kurduğu benzerliği anlattığı “Tutsak” adlı şiirinde,
Zindandayım, nemli bir karanlıkta,
derken kendisinden sonra boy verecek bütün Rus edipleri hakkında kehanette bulunur gibidir. Çünkü toprağa bağlı kölelik sisteminin son derece katı biçimde uygulandığı çarlık Rusya’sında köleleş-tirilmiş muztarip halkın 1917 Bolşevik Devrimi’ne giden yoldaki efen dileri gibi “sahipleri” de eli kalem tutan soylulardı. Ve bir kısmı devri mi görmeyecek kadar erken yaşamış olsalar da geriye yazdıklar kaldı.
Babalar ve Oğullar’ın yazarı Turgenyev, Ölü Canlar yazarı Gogol’un ölümü üzerine bir yazı yazdı. Yazısını sansürden kaçırarak yayımlamayı başardı ama neticeten bir ay kadar hapis yattı. Çünkü gerek Ölü Canlar yazarı, gerekse Turgenyev, toprağa bağlı kölelerin de insan olduklarını hesaba katmaya başlamışlardı ve bu fark ediş çar nezdinde yeteri kadar ihtilâlci bir düşünce profili veriyordu. Çernişevski. Rusya’nın ünlü tenkitçisi. Dostoyevski ile aynı sıralarda yaşadı. 1861’de Rus köylülerine seslenen bir beyanname yayımladı. ihtilâlci hareketleri yüzünden tutuklanması gecikmedi. Hapishaneye koyuldu. Petrapavlovsk hapishanesi. Ve ihtilâlci gençliğin başyapıtlarından biri olan “Ne Yapmalı” isimli romanını hapishanede yazdı. Ardından Sibirya’ya sürüldü ve saire ve saire.
Dostoyevski. Hangi harflerle yazmalı? Sıradan bir insanı tüketebilecek ne varsa, onlar Dostoyevski’ye yakıştı. Hapishane ve sarası. 1849’da devrim propagandası yapmaktan tutuklandığında evvela St. Petersburg şehrinin en eski yapısı olan Aziz Peter ve Pavel Hisarı’nda (Petrapavlovsk) Trubetskoy Burcu’ndaki hücrelerden birine koyulmuştu. Bu kale Büyük Petro tarafından savunma amaçlı olarak kurulmuş fakat zindan olarak kullanılmaya başlanmıştı. Trubetskoy Burcu’nun politik suçlular için düşünülmüş hücrelerinde ilk yatanlardan biri de Büyük Petro’nun asi oğlu Aleksey olmuştu. Mahkûmların birbirleriyle ve gardiyanlarla konuşmasının şiddetle yasaklandığı zindanda zaman içinde Lenin’in ağabeyi Aleksandr’ın da aralarında bulunduğu yüzlerce bolşevik, bu arada Gorki ve Troçki de yatacaklardı.
Dostoyevski, Petraşevski davasından Trubetskoy Burcu’na hapsedildiği zaman idama mahkûm edilmişti. Ancak affedildikleri ve cezaları hapse çevrildiği halde idam sahnesi sonuna kadar oynandı. Stephan Zweig, “Bir Yiğitlik Anı”nda meşhur sahnenin oynanışını derin bir sezgi ile anlatır:
Onu gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklerler. İdam alanında sabah ışığı titreye titreye kanamaktadır. Bir teğmen dokuz kişiye haklarındaki kararı okur: Ölüm! Dostoyevski’nin (ki metinde “adam” olarak zikredilmektedir) sırtına ölüm gömleği geçirilir. Sıcak bir bakışla arkadaşlarını selâmlar. Rahibin elindeki haçı öper. Direklere bağlanırlar ve gözleri de bağlanmadan önce o, görebildiği her şeye son bir kez bakar.
Ve adam
Bu gördüklerinin
Sonsuz körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor Bütün bir kaybedilen geçmiş ve göğsünü dolduran yüzlerce şey ruhunda çağıldar. Kazak askerlerinden oluşan ölüm mangası, tüfeklerin mekanizmasını şakırdatır. Trampet sesleri havayı parçalar. Saniye bin yıl olur. Fakat son anda: Dur! Çar adına! Beyaz bir mendil sallanır ve bir subay af emrini okur. Dostoyovski’nin bütün ıztırap çekenlerin seslerini ve bütün bu seslerin eşsiz bir uyumla gökyüzüne doğru yükseldiğini fark etmesi o anda olur. “Yıldızın Parladığı An.”
Zweig’in ısrarla Dosto’da görüp de hapse düşmüş olan diğerlerinde, Verlaine’de, Wilde’da göremediğini ifade ettiği şey budur işte. Kendi ıztırabında bütün bir beşeriyetin ıztırabını görerek bu yaradan korkmamayı öğrenmesi. Bu çok engin bir deneyim, herkese nasip olmayacak bir yaşantıdır. Fakat bedeli çok ağırdır. Sonsuz acılar içindeki evreni bir an içinde ve bütün varlığı ile hissetmesi Dostoyevski’ye ilk belirgin sara nöbetini armağan eder. Ve o anda, oracıkta, ağzından köpükler saçarak yere yığılıverir:
Ak köpükler sızıyor dişlerinin arasından
Değişiyor çizgileri yüzünün
İhtilâçlar içinde
Ama mutlu gözyaşları
Sırtındaki ölüm giysisini ıslatmakta
Dostoyevski’nin bundan sonra olacağı ve yazacağı ne varsa hepsi de bu “an”da özetlenmiştir. Bakışları
Öyle başka, bambaşka Öyle kapanık ki içine Ve titreyen dudaklarının çevresinde Karamazovlar’ın sapsarı kahkahası sallanmakta Ölüm cezası ağır hapse çevrilmişti. Sibirya’da bir kale olan Omsk Hapishanesi’nin yolu böyle açıldı Dostoyevski’nin önünde. Altıgen bir avlunun içindeki Omsk Kalesi’nde dört yıl âdi suçlularla bir arada kaldı. O kadar ki bunların birçoğu insan olmaktan çıkmıştı âdeta. Fakat Dosto. “Yıldızın Parladığı An”ın bilgisiyle hepsini önce insan sonra suçlu olarak algılamayı başardı, hepsini kutsadı. Çünkü İsa en kirli ruhun bile içinde barındırdığı bir safiyet noktasından emindi ve her şey de o noktaya avdet için değil miydi? Bu yüzden Dosto., onlardan kaçmadı, onlara yaklaştı.
Dosto. Omsk’ta bir an bile yalnız kalamadı, İncil’den başka hiçbir şey okumasına izim verilmedi, kâğıtsız ve kalemsizdi, yazmak yasaktı. Oysa o “Yazamazsam ölürüm,” diyordu. Yazabildi de. Cezaevi doktorunun uzgörüsüyle yazıp saklayabildiği notlarını dört yılın sonunda yine Sibirya’da yaşamak zorunda olduğu süre içinde Ölüler Evinden Hatıralar adıyla yayımladığında Rusya’da yer yerinden oynamıştı. Beşer ıztırabını perdesiz peçesiz, süssüz özentisiz anlatan bu kitapta Dosto., hapishaneyi önce “Yaşayan Ölüler Evi” olarak adlandırmıştı. Sonra “Yaşayan”ı düştü, “Ölüler” kaldı.
Nazan Bekiroğlu, Cümle Kapısı