Ayrı ayrı dünyalara ait ve ayrı ayrı uçlarda yer alsalar da Sezai Karakoç ile Cemal Süreya’nın ilginç ve bir o kadar da uzun bir arkadaşlık serüvenleri vardır. Cemal Süreya (Seber), Sezai Karakoç’un Mülkiye’den (Siyasal Bilgiler Fakültesi) sınıf arkadaşıdır. Şiirimizde “II. Yeni” diye adlandırılan ve bilinen bir kuşak içinde isimleri geçen iki önemli şair ve sıra arkadaşı…
Aynı mesleği, yani maliyeciliği sürdüren bu iki kişi, Karakoç’un deyimiyle yan yana akan fakat birbirine karışmayan iki nehir gibi akıp giderler Ortadoğu coğrafyasında. Türk edebiyatında, özellikle 27 Mayıs 1960 darbe sürecinde belirginleşen ideolojik ayrışma sonrası edebiyat mahfillerinin tartışma konularından biri olan, ” ideolojik kamplaşma”ya karşın, arkadaşlıkları uzun ömürlü olur.
Cemal Süreya’nın ifadesiyle “Türkiye’nin en yoksul iki şairi”dirler ve aynı kulvarda kulaç atmış, benzerine az rastlanır bir ölçü ve medeni ilişkiler içinde mektuplaşmış, şiir konusunda görüş alış-verişinde bulunmuşlardır.
Hayatın ilerleyen dönemlerinde küçümsenmeyecek bir zaman dilimi içinde arkadaşlıklarını sürdüren, birlikte sıkıntı çeken ve birbirleriyle hemdert olan, ortak anılar ve yaşanmışlıklara sahip bu iki samimi arkadaş, ayrı dünyaların insanı olsalar da birbirlerinden kopmazlar, kopamazlar hiçbir zaman…
Cemal, yeri geldikçe Sezai Karakoç’tan söz açar ve onu küçümsemeden, ancak alttan alta iğnelemekten de kaçınmadan anılarında yer verir ona… Aynı şekilde edebi bir üslup içinde Sezai Karakoç da arkadaşı Süreya’dan sık sık söz açara kaleme aldığı anılarında…
Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabı “Üvercika” üzerine dikkate değer ve gerçekçi yazı yazan da yine Karakoç’tan başkası değildir. Ancak arada bir kıskançlık damarlarının kabardığı ve harekete geçtiği de görülür zaman zaman.
Karakoç, birlikte okudukları Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üç yıl aynı sırada oturdukları arkadaşı Cemal’in daha sonraki yıllarda kendisini hep gururla suçladığını söyler. Karakoç’un dediklerine göre, fakültedeyken biraz üstten bakan ve bu davranışı, arkadaşlarınca yadırganan Cemal’i onlara yakınlaştıran yine kendisi olmuştur ve bunu, hiçbir zaman kendisine hissettirmediğini ve söylemediğini açıklar Karakoç…
Fakülte yıllarında ve daha önceki zamanlarda şiir yazdığını gizleyen Cemal Süreya’yi yüreklendiren, teşvik eden ve daha ileri bir seviyeye geçmesine sevindiğini söyleyen Karakoç, Cemal’le olan arkadaşlığını, beraberliğini ve şiirle ilgili görüşlerini açıklarken şunları söylemektedir: “ Cemal ile arkadaşlığım şüphesiz onu zeki ve yetenekli bir arkadaş olmasından kaynaklanıyordu. Bu konuyu konuşabildiğim bir arkadaştı. Sanat ve şiir konuşmalarımız, pekiştirdi bu arkadaşlığımızı… Yeni şairleri değerlendirmemiz her günkü konuşmalardan, alelade konuşmalarımızdandı. Bir konuyu ben ucundan tutardım, o, öbür ucundan, ön ve arka yüzü ile anlamını ortaya dökmek isterdik adeta onunla konuşmalarımız gençlik icabı, bir imaj ve espri sağanağına dönüşebilir ve birden bire noktalanabilirdi. O sırada aklımızın takıldığı nokta, mantık dışı, mantık ötesiydi. Bu, benim şiirime metafizikle ilintili olarak üstü kapalı ya da imajlar halinde girmişken, Cemal hemen tam onunla dolu, fakat daha çok ironi şeklinde birkaç şiir yazmıştı.”
Cemal Süreya ise, “II. Yeni” akımı içinde toplumsal sorunlara sırt çevirmediğini söyler. Cemal: “ Toplumsal ya da toplumcu bir yön var, benim şiirlerimde. Ama doğrudan doğruya değil de dolaylı olarak. “Ben”, “Kante”, “Üvecinka” ve “Hamza süiti” gibi şiirlerde bunları daha belirgin olarak göreceksiniz.” Der.
Birçok ortak yönleri bulunan bu iki şairin süren arkadaşlıklarının temel noktası, zekâları, espri yetenekleri, şiire tutkunlukları ve şiir yoğruluşları birbirlerine daima açık olan dünyalarıdır.
Fakülte yıllarındaki arkadaşlıklarının ilk döneminde, ara sıra tartışsa ve münakaşa etseler de, bu durum, aradaki bağın ve ipin kopmasına büsbütün neden olmaz. Karakoç’un ifadesiyle: “ Bir nevi yan yana akan, birbirine karışmayan iki su gibiydiler.” Seneler içinde süren konuşmalar, tartışmalar, zaman zaman küsmeler ve uzaklaşmalar derken tekrar yakınlaşma ve barışmalar devam edip gider bu iki şair arasında.
Karakoç, sürüp giden bu hayat meşgalesi içinde birbirlerinde kopmama nedenine ayna tutarken bu duruma şöyle bir açıklık getirir: “ Cemal’i severdim. İslam’da uluşmamızı, can ü gönülden çok arzu etmekle birlikte bunun bir kader ve nasip meselesi olduğunu bilerek davranmışımdır.”
Karakoç’a göre Cemal Süreya, “çocuk yaşlarında Cihangir camii minaresine çıkarak ezan okuyan ve Hazret-i Ali’nin cenklerini dinleyerek büyüyen biridir… Fakültede iken net bir dünya görüşüne sahip değildir. Sola daha yakındır. Şiirde başlangıçta Orhan Veli’nin etkisindedir.”
Cemal Süreya, “Günler” adını verdiği anılarının “389. Gün” bölümünde ise, şunları söyler: “Milliyet Yayınevi’nde, pencereden bakıyorum. Yerebatan’a uzanan caddenin üzerinde bulunan şu karşıki binanın üst katında Sezai Karakoç oturuyor; penceresi görünmüyor; ama işte orda. Ne tuhaf, bu kadar yakındayız da bin yılda bir görebiliyoruz birbirimizi. O da, sokakta rastlarsak… Sezai başka keyfiyet… Sezai’yi yazmak isterim. Yaşlandık be Sezo!(Kürtçe Sezai’nin kısaltılmışı ve sevgi ifade eden bir hitap tarzı).
Siyasal’a başladığı yılın ikinci, üçüncü ayında, Sezai’ye, fakülteyi bitirdikten sonra asistan olması, kendini şimdiden buna hazırlaması önerilmişti. Hiç üzerinde durmadı.” Der Cemal Süreya. Böyle bir arkadaşlığın, herkese nasip olması dileği ile…
Şakir diclehan