Son Haberler
Anasayfa / afilli / AKİF GİBİ SÜREKLİ ISLAH ÇALIŞMALARINDA OLABİLMEK

AKİF GİBİ SÜREKLİ ISLAH ÇALIŞMALARINDA OLABİLMEK

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

Felaketlere Üzülmenin Ötesinde Çareler Üretebilmek

“Müslümanlar önce gitmek, aramak, araştırmakla, sonra da ümitsizliğe düşmemekle görevliyiz. Ümitsizlik haramdır, ümitsizlik küfürdür. Çalışalım… Çalışalım… Çalışalım…” (Âkif).

“Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerinde yayımlanmış olan düz yazıları Âkif’in düşünce dünyasının anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Bu yazılarda ele alınan İslâm dünyasının ve Müslümanların durumu, Batı’yla ilişkiler, ırkçılık, tefrika, kültür ve ahlak yozlaşması, eğitim, hurafeler, özünden kopmuş aydınlar, dil ve edebiyat tartışmaları gibi konuların bugün de önemini korumakta oluşu, Âkif’in yazılarının ne kadar öncü ve ne kadar önemli olduğunu bir kere daha ortaya koymaktadır. Bu çalışmada; haksızlığa, zulme, cehalete, ahlak çöküntüsüne, yenilgilere bir başkaldırı, bir isyan olan düzyazıları üzerinden Âkif’in içinde yaşadığı çağa bakışı ele alınacaktır.

Sermuharriri olduğu Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerindeki yazıları Mehmet Âkif’in geleneği ve geleceği iyi duyumsamış olduğunu gösterir. Görünümlere karşı hassas bir kişi olmayı ömrünün sonuna değin sürdüren Âkif’in aynı zamanda müthiş bir göz acısı çektiğini ve bunu bilinciyle eleştiriye dönüştürdüğünü belirtmek gerekir. “Gayet Mühim Bir Eser” başlıklı yazısında büyük bir göz acısı çekmek pahasına bu hastalığın bütün belirtileriyle, devreleriyle meydana çıkarılmasının çareler üretmek için gerekli olduğunu düşünen Âkif, İslâm âleminin kurtuluşu için mutlaka etrafa bakmak ve felaketlere üzülmenin ötesinde bir şeyler yapmanın gerekli olduğu kanaatindedir.

 

Bir Değerler Dünyası Kurabilmek

“Bu kadar İslâm hükümeti hep ayrılıkçılık yüzünden mahvoldu; hem bir çoğu gözümüzün önünde kaynayıp gitti de biz hâlâ ders almıyoruz; hâlâ milleti sayısız parçalara ayıracak bir siyaset güdüyoruz!” (Âkif).

Parçalanmanın derinleştiği yıllarda bir değerler dünyası kurmak olarak açıklanabilir Âkif’in amacı. Bu yüzden onun yazıları güncelin ardındaki birikimi ortaya koymak ve ona bir müdahalede bulunmayı içerir. Çünkü o inisiyatifi ele alarak gündemi belirlemeyi amaçlayarak daha fazlasını yapmak istemektedir. Mesela, ibadetlerin Müslümanları bir araya getirerek var olan sorunların çözümü, kardeşliğin pekiştirilmesi gibi bir gayesinin olduğunu hac ibadeti üzerinden ifade eder:

“… Müslümanlar arasında bir tanışma, bir birlik oluşturmaya çalışsan olmaz mı? Arapça, Acemce, Rusça, Tatarca konferanslar vermek, hutbeler okumak; Mağrib-i Aksâ’dan gelen Arap’ı Hint’ten, Çin’den, Sibirya’dan, Afgan’dan, buradan giden hacılar ile tanıştırmak; herkesin yakalandığı sosyal hastalıkları ortaya koyarak buna el birliğiyle çare aramak ihmal olunacak bir iş midir?”

 

Tarihin Yasalarını Gözetebilmek

Genelde Müslüman toplumların özelde ise Osmanlı toplumunun hâlâ uyumasını, hâlâ ibret gözünü açmaya yanaşmayışını ağlanacak bir felaket olarak gören Âkif, yaşanan sefaleti ve mahkumiyeti ironik bir biçimde şöyle tasvir eder:

“Atalarımız bol bol tarih okurlarmış. Hamd olsun, bizim ona ihtiyacımız kalmadı! Çünkü yaşamak isteyen, ancak insanca yaşamak isteyen bir milletin nasıl olması gerekeceğini etrafımıza bakınca görüyor; sonra Allahu Zülcelâl’in bu yaratılış âleminde geçerli olan ezelî kanunlarını çiğnemek gibi, çılgınlara bile yakışmaz bir cürette bulunan sefalet, mahkûmiyet adayı toplulukların nasıl perişan olduklarını kendi varlığımızda duyuyoruz. Öyle zannederim ki: hiçbir tarih bu kadar açık görgü, bu kadar acıklı duygu elde edemez!”

 

Sürekli Bir Çaba ve Arayış İçinde Olmak

Âkif, yaşananlar karşısındaki körlüğe ve duygusuzluğa dikkat kesilir. Yaşanan felaketlerden etkilenmemek felaketini bütün boyutlarıyla ortaya koyar ve her daim ümitli olmayı, bir çıkış yolu aramayı dile getirir:

“Evet, okur yazar gençlerimiz hâlâ nefsanî hevesler arkasında koşarken, düşünürlerimiz gençliğin bu sapkınlıklarını doğru yolda yürüme olarak göstermeye sıkılmazken; fen âlimlerimiz çalışma odalarını siyaset ocağına çevirirken; yazarlarımız, şairlerimiz kendilerini Nedîm devrinde sanırken; hatiplerimizin, vaizlerimizin ağzından çıkan sözler hiçbir kulağın sınırlarını aşamamak, hiçbir kalbe girememek özelliğini can gibi saklar dururken; kalemlerimiz masum beyinlere rezillik mayası atılan, yüksek duygulara karşı sonsuz bağışıklık özelliği kazandıran birer lanetli şırınga kesilmekte devam ederken… Yine ümitsizliğe kapılmamak, yine hayırlı bir gelecek beklemek en iyimser, en metin adamların bile kârı olmasa gerekir. (…) Görüyorsunuz ya biz Müslümanlar önce gitmek, aramak, araştırmakla sonra da ümitsizliğe düşmemekle görevliyiz. Ümitsizlik haramdır, ümitsizlik küfürdür. Çalışalım… Çalışalım… Çalışalım…” (Ersoy, 2010:97-100).

 

Felaketler Karşısında Umudumuzu Muhafaza Edebilmek

Müslüman dünyayı çepeçevre saran tehlikelerin farkında olan Âkif’in, Müslümanların modern dönemde ‘sömürgeleştirilebilir halde olmasalardı sömürgeleştirilemeyeceklerdi’ iddiası özellikle tefsir konulu düzyazılarında yoğun olarak işlemesi dikkat çekmektedir. Zor zamanlarda millet-i İslam’ın başına gelen bütün korkunç şeyleri, başarısızlıkları, talihsizlikleri son kertede Müslümanlardaki çürümeye, atalete, dağınıklığa, miskinliğe bağlayan bir algıya sahip olan Âkif’in yozlaşma durumuna çözümü, radikal bir entelektüel devrimdir.

Peki, bozulma karşısında ne önermektedir Âkif? Bir kenara çekilmeyi yahut felaketler karşısında umutsuzluğu büyütmeyi mi yoksa umudu her daim diri tutacak bilinç ışıklarını yakmayı mı? Kuşkusuz o en zor zamanlarında bile umut retoriğini hiç terk etmemiştir. Belki ona özgül rengini veren, içinde bulunulan durum ne olursa olsun oldukça etkili bir sesle hak bildiğini yükseltmesine sebep olan etkili bir retorik olarak umuttur.

 

Sarsılmaz Bir Azim ve Yıkılmaz Bir Tevekkülle Yeniden Ayağa Kalkmak

Âkif, hayat veren Kur’an ve Sünnet’in Müslüman dünyayı yeniden canlandırabileceğine inanır ve bunu coşkulu bir biçimde savunur. Yazılarda yer alan kavramların temel kaynakla irtibatı, onun Kur’an’ı art arda okuduğunu, onunla yaşadığını, yıllar içinde tekrar tekrar okuduğunu anlaşılır kılar. Âkif’in yazılarında sa’y, cehd, azim, düşmana karşı güç toplamak, Allah’ın hükümlerini yeryüzünde hâkim kılma çabası için sefere hazırlıklı olmak gibi Kur’an’ın bir dizi açık emrini yaşadığı çağa taşıma gayreti baskın bir dil olarak ortaya konur:

“Azim… Tevekkül… İşte Müslümanlığın iki büyük esası… Bunlar olmadıkça İslâm için istikrar imkânı yoktur. Şurası da unutulmamalıdır ki: Ne yalnız başına azim; ne de azim olmaksızın tevekkül hiç bir zaman yeterli değildir. Müslümanların vaktiyle gösterdikleri harikalar hep bu iki esasa sarılmaları sayesindeydi. Evet, seksen seneyi geçmeyen; milletlerin hayatına göre pek kısa sayılması gereken bir zaman zarfında, memleketin bir ucu Pirene dağlarına, diğer ucu Çin surlarına dayanmıştı ki bu müthiş başarının sırrı, Müslümanların sarsılmaz bir azim, yıkılmaz bir tevekkülle donatılmış kahraman yürekli bireylerden teşekkül etmiş olmasından başka bir şey değildi.” (Ersoy, 2010:297).

 

Topluluk Ruhunu Canlandırarak Birliği Sağlayabilmek

Osmanlının son yıllarında Müslüman toplumun yokluğunu en şiddetli biçimde hissettiği kayıplardan biri, topluluk ruhu yahut birlikteliktir. İnsanlar artık birbirleriyle temel olarak sınırlı ve ulusal amaçlara ulaşmak için ilişki kurmaktadırlar. Topluluk ruhunu neyin kemirip yok ettiği üzerinde dikkatle duran Âkif, topluluk ruhunu dini temellere oturtarak yeniden canlandırmayı düşünür:

“Geniş sınır içindeki kıtalar, memleketler bütün Müslümanlarla dolmuştu. Müslümanların buralarda yıkılmaz bir saltanatları, bir şevketleri vardı. Hükümetin başına büyük büyükdevlet reisleri geçerek hemen bütün yeryüzünü istedikleri gibi idare ederlerdi. Askerleri hiç bir zaman bozgunluk yüzü görmez, sancakları hiçbir yerde toprağa verilmez, sözleri hiç kimse tarafından geri çevrilmezdi. Sağlam kaleleri bir sıraya dizilmiş dağlar gibi omuz omuza vermiş giderdi. Ovalar, tepeler Müslümanların elleri ile yetiştirilen her türlü ekinlerle, ağaçlarla, ormanlarla, meralarla örtülü bulunurdu. En sağlam kaideler üzerine kurulmuş son derece mamur, muntazam şehirleri, ahalisinin sanatlarıyla, hünerleriyle, yetiştirdiği ilim adamlarıyla, düşünürleriyle bütün dünyaya karşı iftihar ederdi.

Müslümanların Akdeniz’de, Kızıldeniz’de, Hint Okyanusu’nda öyle bir güçlü atılışı vardı ki, karşısına kimse çıkamazdı. Başka dinde olanlar Müslümanlara boyunlarını eğer; Müslümanların faziletleri, adaletleri karşısında el bağlar, saygı gösterirlerdi.

Müslümanlar bu mertebeye nasıl eriştiler? Hep birlik sayesinde. (…) Doğunun en uzak bir köşesinde bir Müslüman’ın kalbi incinseydi, bütün dünyadaki Müslümanların vücudu sızlardı. Dünyanın bir tarafında bir Müslüman hakaret görseydi, bütün İslâm dünyası kükremiş bir aslan gibi ortaya çıkar, kardeşlerini savunurdu. Müslümanlar sayısız kavimlerden meydana geldikleri halde ezelden bir ümmet, bir aile, bir vücutmuş gibi aralarında hiç bir ayrılık gayrılık görmezlerdi.

Buradaki Müslüman’ın duygusu ne ise dünyanın öbür ucundaki Müslüman’ın duygusu da o idi. Milyonlarca Müslüman hep bir türlü düşünür, hep bir noktaya bağlı bulunurdu. Yüreklerdeki fenalıklar, hasetler, açgözlülükler, garazlar yok olmuştu; herkes İslam’ın ilerlemesini, İslâm milletinin yükselmesini düşünürdü. Herkes elinden gelen iyiliği esirgemez, mal ile, can ile, kan ile İslâmiyet’in hesabına çalışırdı.” (Ersoy, 2010:524-26).

 

Felaketlerin Müsebbibi Kavmiyetçilikten Kurtulabilmek

Âkif’in tefsirlerinde ortaya koyduğu bakış açısı günün sorunlarıyla yakından ilgilidir. Mesela milliyetçilik meselesini ele alıp incelerken bu meseleyi önce Kur’an açısından, sonra da Hz. Peygamber devrinde yaşanan olaylar üzerinden değerlendirir. Müslüman dünyada milliyetçiliklerin yükseldiği bir devirde Müslümanların akıllarını başlarına almaları gerekliliğine özellikle vurgu yapar:

“Müslümanlık ırk, renk, lisan, çevre, iklim itibariyle birbirine büsbütün yabancı unsurları aynı milliyet altında toplayan yegâne bağ iken; hele biz Osmanlılar için dünyada bu bağa dört elle sarılmaktan başka selâmet yolu yokken; şu son senelerde meydana çıkardığımız kavimcilik, ırkçılık gürültülerine şaşmamak elden gelmez! Bu kadar İslâm hükümeti hep ayrılıkçılık yüzünden mahvoldu; hem bir çoğu gözümüzün önünde kaynayıp gitti de biz hâlâ ders almıyoruz; hâlâ milleti sayısız parçalara ayıracak bir siyaset güdüyoruz!” (Ersoy, 2010:295).

“İslâm birliğini darmadağın edecek hareketler şöyle dursun, tahriklerden bile Allah’a sığınalım. Şu son İslâm hükümeti yabancılara karşı yekpare bir kitle, sağlam bir yapı halinde kaldıkça, bütün dünya bir araya gelse devrilmek değil kımıldanmaz bile! Ey cemaat-ı Müslimîn, siz ne Arapsınız, ne Türksünüz, ne Arnavutsunuz, ne Kürtsünüz, ne Lâzsınız, ne Çerkezsiniz! Siz ancak bir milletin fertlerisiniz ki, o büyük millet de İslâm’dır. Müslümanlığa veda etmedikçe kavimcilik iddiasında bulunamazsınız!” (Ersoy, 2010:361).

Mehmet Âkif’in değişik tür ve alanlardaki düzyazıları, toplam olarak bir Müslüman aydının sırça sarayında oturup ahkâm kesmemişliğinin, hayatın içinde rüzgârlara karşı duruşunun, edebiyatçı kimliğini onurla taşıyıp çevresine yaymasının belgeleridir. Osmanlının son yıllarından itibaren bir düşünür sanat insanı olarak Âkif’in düzyazıları onun yiten değerlere, esaslara vurgu yaptığının, yozluklara karşı kılıç çektiğinin belgesidir. Hükümlerindeki isabet, çalışmasındaki ciddiyet, zekâsındaki kıvraklık itibarıyla Âkif; olması gerekendir, örnektir.”

FETHİ GÜNGÖR

 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*