“Dünya nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz”. Süleyman Demirel’e atfedilen bu sözün hangi seviyedeki kaç kişiyi zehirlediğini bilmiyorum. Bildiğim bu sözün zehirli olduğudur. Zehirlidir zira: Tarih diye bir kavramla tanıştığımızdan beri gözlemimiz kavimler arasında dikkati hak edenlerin umumun (çeşitli kavimlere mensup çoğunluğun) gidiş tarzına kapılanlar değil, kendi yolunu takibe çabalayanlar olduğu yolundadır. Yani kendini herkesin gittiği yere gitmekten öte bir şey yapmadım diyerek kendini beraat ettirmek isteyenler tarih önünde hakarete mahkûm olduklarına peşinen rıza gösterenlerdir. Vatan derdi bizi, biz Türkleri bir millet haline getirdi. Eğer milletliğimizi dünyaya bir kez daha kanıtlayacaksak aynı şeyin Türk milletine önce mensup, bilahare ait olunduğunun ikrarı şarttır. Türk topraklarında gözü olan uzak-yakın her kavmin bizim ikrar ettiğimizi tekrarı bilahare gelecektir. Önce misak-ı millînin ne anlama geldiğini Türklerle hem hudut ülkelerden başlayarak bütün dünyaya göstereceğiz.
Millet olarak biz Türkler bir yerden bir yere gittiğimizin bilincine varmak için bir duruşa ihtiyaç duyuyorduk. Bilinç alanına neye karşı durduğumuz çıkmalıydı ki, ne tarafa gittiğimiz bilinsin. Hüviyetimiz şahsiyetimizin görünen kısmıdır. Biz Türklerin bir hüviyeti vardı: Allah’ın askerleriydik. Bir şahsiyetimiz de vardı: Vatan edindiğimiz topraklarda dinimizle kol kola giden bir toplum düzeni teşkil etmiştik. Dünyanın gittiği yere alayıvala ile gittiğimizi ispat gayesiyle önce şahsiyetimizi feda ettik. Niçin bunu hüviyetimizi feda edişimiz takip etmedi? Çünkü ne yaptıysak kâfirleri kendileri kadar kâfir olduğumuza inandıramadık. Dolayısıyla gayri-Müslim dünya hüviyetimizi pazarlamamızı bizden istemedi. “Kıyafet inkılâbı” bir direnişe sebep olmasın, hayata hızla ve kolayca geçsin diye Mustafa Kemal mareşal üniformasını giymişti. Bu kılıkta şunu demiş oluyordu: “Vatanı ben kurtardım, dolayısıyla benim her konudaki tercihlerime ayak uyduracaksınız”.
Uydurduk da ne oldu? Modern kıyafet seçiminde bir Grek’ten, bir Bulgar’dan, bir Gürcü’den, bir Fars’tan, bir Arap’tan daha üstün bir çizgi mi yakalamış olduk? Aramızda Avrupalıların ve onların iktisadi düzenlerinin mutlak mirasçısı Amerikalıların bizleri kadınları şöyle veya böyle mütesettir, erkekleri fesli ve şalvarlı bir XIX. yüzyıl toplumu zannetme hatasına kapıldıklarından şikâyet edenler yaşıyor. Yabancıların Türkleri nasıl tahayyül ettikleri pek mi önemli? Evet, pek önemli. Çünkü kendilerini Türklerin yabancısı sayanlar tesettüre uyanları, fes ve şalvar giyenleri mağlup ettiklerine, onlara üstün çıktıklarına inanıyor. Bu inanç artık Türklerin medeniyeti yerle bir edemeyeceklerine inanmalarının mahsulüdür. Avrupalı Hıristiyanlar kendi takvimlerine göre 1526 yılından 1571 yılına kadar Türk korkusuyla yani Türklerin mağlup edilemeyeceği korkusuyla yaşadı. Bu korkunun Avrupalı seçkinlerin Amerika’ya göç fikrini çok güçlendirdiğini biliyoruz. 1526 Mohaç Meydan Muharebesinin 1571 İnebahtı ’da Türklerin donanmalarının ateşe verilmesi suretiyle hezimete uğratılmalarının tarihidir. Her iki vakıada da hangi dolapların döndüğü tetkike değer.
Modernleşme adı verilen dünya çapındaki değişim Türklerin Avrupalıların elinden alamayacağı değerleri nereden nereye götürebilecekleri sualine cevap hazırlamalarının hikâyesidir. Bu hikâye 1945 yılına kadar Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ne azalık aidatını ödeyen Heidegger’in varlık meselesini kulak ardı ettiğini iddia ettiği medeniyetin hikâyesidir. Bu hikâyenin sonunu 1918 Hıristiyan yılı getirdi. Pekiyi, sona erdiğini söylediğim bu medeniyet hâlâ nasıl Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıyor? Ne oldu da bir asrı aşkın bir süredir her gün biraz daha azgınlaşarak “tek dişi kalmış canavar” yaşadı? Bu sualin cevabını lise tahsili gören talebeleri şizofreniye sürükleyen “Türk inkılap tarihi” verecektir. Rivayet olunduğuna göre Winston Churchill “Biz Gelibolu’da Türklerle değil, Allah’la savaştık” demiştir. Bu günlerde üzerine bir asma köprü kurulan Çanakkale boğazını geçemeyenler beş yıl İstanbul’u işgal altında tuttu. Mesele gündemdeki yerini bugün bütün sıcaklığıyla koruyor: İngiliz ve Fransız savaş gemilerine Çanakkale boğazını geçme fırsatı tanımayanlar ne pahasına olursa olsun İstiklâl Harbi’ni başlatıp yürütenler miydi yoksa başımızdan püsküllü belayı hakaretlerle fırlatıp atarak yerine püskülü noksan bir şapka belası yerleştirenler mi?
Kemalizm bir duruş değildi. Bir sinişti ve olabildiği kadarıyla bir sindirişti. Cumhuriyetin ilânı Kemalizm bahanesiyle Türk topraklarında Sabetayist olsunlar veya olmasınlar bütün Yahudilerin din farkı gözetmeden bütün modernistleri onları tezleri içine hapsederek sindirmelerini kolaylaştırdı. Hangi etnik özellikler taşırsa taşısınlar köylüler sindirilmişlerdi. Yıllar içinde sindirilme sinişin bir türüne dönüştü. İnkılapları sindirmiş bir halk doğdu mu? Bu sual günden güne cevapsızlığa sürükleniyor. Yıllar içinde köylünün taban fiyatlarıyla idare altında tutuluşlarına şahit olduk. O yıllar yerini teferruattan iktidar üreten bir mekanizmaya bıraktı. Ümit beslediğimiz şey nedir? Piyasa şartlarının aleyhimize çalışmasını önlemek! Bu ciğeri emanet ettiğimiz kedinin emanete hıyanet etmeyeceğine inanmamızdan başka bir şey değildir.
Türk olmanın ne anlama geldiğini fark etmek için ne kadar geriye gitmek gerek? Anlayış istiyorsak anlayışa kelimenin kendisinden başlamamız kaçınılmazdır. Bir millete, kendi milletimize, bir şahsa, kendi şahsımıza Török değil, Türk diyoruz çünkü Kur’an dilinde ö harfi yok. Kendimizi ancak Kur’an dili ile adlandırabiliyoruz. Millî karakterimize bir yer tesis edebilmek için Resul-ü Ekrem’in nübüvvetinden öncesine gitmemize gerek yok. Gerek vardır diyenler Türklerden neyin peşinde ve kimin hizmetinde olduklarını gizleyenlerdir. Bunlarla görülecek bir hesabımız var. İstiklâl Marşı Derneği bu hesabı açabilmek için ortaya çıktı.
İsmet Özel, 13 Cemaziyelevvel 1443 (17 Aralık 2021)