DUATEPE…..
Recep Hafız Şerife ile evlenmiş olmasından dolayı memnundu. Mutluydu.
Düğünden üç dört ay sonra Şerife’ye önce akraba kadınların yaşlıları, sonra da köyün bütün meraklı kadınları aynı soruları sormaya başladılar.
“Şerife yüklü müsün?”
“Şerife bebek var mı?”
Önceleri hiç aldırmadılar. Şerife yüklü değildi. Bebek yoktu. Allah ne zaman takdir ederse o zaman olacaktı. Evlat sahibi olmak için daha önlerinde uzun yıllar vardı. Böyle düşünseler de zaman geçtikçe bu konu yavaş yavaş kafalarına takılmaya başladı. Mutlulukları biraz gölgelendi. Başkalarına değil de kendi kendilerine “Keşke bizim de bir evladımız olsa!” dediler. Olmuyordu. Şerife hamile kalamıyordu.
Beş yıl geçti Recep Hafız’la Şerife’nin çocukları olmadı. Meraklılar “Bebek var mı?” diye sormayı çoktan bırakmışlardı. “Kabahat hanginizde acaba?” diyenler oluyordu. Büyük çoğunluk Şerife’yi kabahatli görüyordu. “Recep Hafız’a yazık!” diyorlardı. “Onu evlendir kız. Kumanı sen bulursan geçimsizlik olmaz. Gül gibi geçinir gidersiniz.” diye akıl verenler oluyordu. Dedikoducu kadınlara göre sanki köyde hiçbir mesele kalmamış, Recep Hafız’la Şerife’nin çocuk sahibi olamayışları tek mesele haline gelmişti. Laf taşıyıcılar köyde ne konuşuluyorsa biraz da kendileri ekleyerek Şerife’ye yetiştiriyorlardı. Şerife işittiklerinden kimini kocasına duyuruyor, kimini duyurmuyordu. Ama çok üzülüyordu. Kocasından ve herkesten gizleyerek hem ağlıyor hem Allah’a yalvarıyordu. “Allah’ım bize bir evlat!” diyordu. Karı koca birbirlerine pek de önemsemiyorlarmış gibi görünseler de aslında ikisi de bir evlatlarının olmasını çok istiyorlardı. Günün her vaktinde Allah’tan çocuk diliyorlardı.
Bir gün Şerife gözyaşı dökerek ve derin iç çekişlerle dua ederken kocasına yakalandı. Niçin ağladığı sözlerinden açık seçik anlaşılıyordu. Şerife çocuğu olmadığı için ağlıyor ve Allah’tan çocuk istiyordu. Recep Hafız, yüreğine çivi gibi saplanan sözleri duydu, üzüldü fakat hiçbir şey söylemedi. Söyleyecekleri Şerife’nin hüznünü derinleştirmekten başka ne işe yarayacaktı ki… Üzülüp sıkıldığı zamanlar yaptığı neyse, yine aynı şeyi yaparak ahıra indi. Atını eyerleyip avluya çıkardı. Binecek, kendini köyden dışarıya atacak, bir iki saat dolaştıktan sonra rahatlamış olarak dönecekti.
Avludan çıkacağı sırada Şerife kavuştu. Önüne geçip atın dizgininden sıkıca tuttu. At sırtındaki kocasının yüzüne uzun uzun baktı. Kirpikleri ıslanmış ve birbirine yapışmıştı. İlk defa önüne geçmiş onu durdurmuştu. İlk defa “Gitme! Dur!” diyecek gibiydi. Recep Hafız öyle geçirmişti içinden. Fakat Şerife ağlayan sesiyle farklı sözler söyledi.
“Evlen Hafız’ım!” dedi. “Mademki ben sana çocuk veremiyorum, kuma getir üstüme. Herkes gibi senin de çocukların olsun. Kendim doğurmuşum gibi severim. Kendi çocuklarım bilirim. Razıyım ben, evlen Hafız’ım!”
Şerife dizgini bırakıp kenara çekildi.
Recep Hafız’ın içinden Şerife’yi azarlamak, en azından ikaz etmek geçti. “Sus güzel gönüllüm, sus! Şirke düşüp günahkâr olma!” demeliydi. “Gücü sonsuz Rabbim bize çocuk vermeyi dilerse, senden verir. Vermeyecekse üç kuma getirsem yine vermez. Niçin kadere rıza göstermezsin?” demeliydi. Bu sözlerin Şerife’yi daha çok üzeceğini düşündüğü için diyemedi. Çocuklarının olmasını o da çok istiyordu, olmayışına üzülüyordu. Ancak Şerife’nin anne olamayışından dolayı kendini günden güne bitirişine daha çok üzülüyordu.
Recep Hafız avludan çıkarken atını kendi haline bıraktı. At ne tarafa yönelirse o tarafa sürecekti. Yöneliş dağlardan tarafa oldu. Sürdü gitti. Derelerden geçti. Tepelere çıktı. Tepelerde at üstünden çevreyi seyretti. Orman içi yollarda at yedeğinde yürüdü. Tilkiye, kirpiye, tavşana rastladı. Adını bildiği, bilmediği çeşit çeşit kuş gördü, seslerini dinledi. Uçan yürüyen, sürünen çeşit çeşit böcek gördü. Karıncalar ve arılar dışında hepsi ondan korkup kaçtı. Karıncalar yiyecek taşımaya, arılar çiçek çiçek dolaşmaya devam ettiler.
Karıncadan dağlara, derelere, pınarlara, yollara, yeryüzüne, gökyüzüne, çeşit çeşit canlılara kadar hepsi üzerinde düşünerek yaratılış sırlarının derinliklerine yol bulmaya çalıştı. Ne var ki kendini yeterince veremedi. Şerife’yi aklından çıkaramıyordu. Nereye gitse, neye dikkat kesilse, Şerife’nin ağlayan gözlerini görüyor, yalvaran sesini duyuyordu. Hangi kadın kocasından üstüne kuma getirmesini isteyebilirdi? Şerife bunu istemişti. Bu isteğin, aşk derecesinde bağlılıktan başka bir anlamı olamazdı. Recep Hafız için de durum farklı değildi. O da Şerife’yi kendi canı kadar seviyordu. Çocuksuz kalmaya razı olur, Şerife’nin üzerine kuma getirmeyi düşünmez, aklından bile geçirmezdi.
Yönünü tayin edemediği, sarsıcı, derin bir sesle, bir emirle irkildi.
“Duatepe’ye çık! Gönlündekini Rabbinden iste!”
Ürperdi, tüyleri diken diken oldu. Böyle, tarifi imkânsız bir sesi ilk defa duyuyordu.
“Gönlündekini Rabbinden iste!”
Ses, sanki bir iki adım ötesinden gelmişti. Fakat Recep Hafız hangi tarafından geldiğini anlayamamıştı. Ön tarafında kimselerin olmadığını zaten görüyordu. Sağına soluna baktı, sesin sahibini göremedi. Dizgini çekerek atını durdurdu ve geri çevirdi. Arka tarafında da kimse yoktu. Atı ekseni etrafında çevirerek her yanına tekrar tekrar baktı. Sesin sahibini ararken Duatepe’nin eteğinde olduğunu gördü. Üzerindeki ürpermişlik hali devam ediyordu. Beyni, yüreği, tüm bedeni hoş bir uyuşukluk içinde ve hoş bir titreme halindeydi. Ses, yankılanmaya devam ediyordu.
“Duatepe’ye çık! Gönlündekini Rabbinden iste!”
Çevrede kimse bulunmadığına göre ses içinden gelmiş ve içinde yankılanıyor olabilir miydi? İçten gelen ses bu kadar açık ve net duyulabilir miydi? Duymuştu. Gür, tok, etkileyici, emreden, ulu bir sesti. Duyar duymaz irkilmiş, ürpermişti. Bu ürpertiye şimdi bir de umut ve heyecan eklenmişti. Atını Duatepe’nin zirvesine doğru sürdü.
Düğünlerde düzenlenen yarışları kazanmasıyla ünlü doru at, zikzaklar çizerek Recep Hafız’ı iki zirveli Duatepe’nin güney zirvesine ulaştırdı. Recep Hafız attan indi. Kıbleye dönerek yere diz çöktü. Eğildi, ellerini yere, alnını iki eli arasına koydu. Secdeye varmış gibiydi. Bir süre öyle kaldı. Sonra başını yerden kaldırıp yüzünü gökyüzüne çevirdi. Ellerini uzak, beyaz bulutlara doğru açtı. Ürperti, titreme ve heyecan devam ediyordu. Sanki tam olarak kendinde değil gibiydi. Ne yapıyorsa, verilen sessiz emirler doğrultusunda, sorgulamadan yapıyor gibiydi. Gözü, gönlü yücelerde, elleri yücelerde öylece bekledi. İki damla gözyaşı yanaklarını ıslatırken dudakları gerildi, kıpırdadı.
“Rabbim bana salih bir evlat verirsen; onu sana, vatanıma, bayrağıma kul olarak yetiştireceğim.” dedi.
Kuran’dan İbrahim ve oğlu İsmail’i, Meryem oğlu İsa’yı anlatan ayetleri ürpertiyle okudu. Duadan, Fatiha’dan sonra yücelere açılmış avuçlarını ıslak yanaklarıyla buluşturdu. O an üzerindeki ürperti, titreme, heyecan, korku kayboldu. Recep rahatladı. İçi huzurla genişledi.
Kalktı, atı yedeğinde Duatepe’den indi. Yola çıktıktan sonra da uzun süre at yedeğinde köye doğru yürüdü, yürürken Duatepe’de, duanın hemen ardından rahatlayışını düşündü. İyiye güzele yorumladı. İçini dolduran huzuru doya doya yaşamak için yolu uzatmak istiyordu. Güneşe ve gölgesine bakınca namaz vaktinin yaklaştığını anladı. Atına bindi. At onu sarsmadan, rahvan yürüyüşüyle köye doğru taşımaya başladı.
Recep Hafız’ı gözyaşlarıyla, kahırlı sözlerle yolcu eden Şerife, güler yüzle, neşe içinde karşıladı. O günden sonra Şerife’nin neşesi hiç kaybolmadı, hiç ağlamadı. Akraba olsun, olmasın meraklı kadınların söylediklerine artık aldırmıyordu. “Kocanı evlendir!” diyen düşüncesizleri kırmıyor, bozmuyor “Ben teklif ettim, kabul etmedi.” diye geçiştiriyordu. Yeniden yüzü güzel, sözü güzel, sohbeti tatlı Şerife olmuştu. Buna herkesten çok Recep Hafız seviniyordu.
Şerife, aylar sonra bir gün, kocası öğle namazı için evden ayrılınca davet ettiği köyün hiç yanılmayan tecrübeli ebesini, Hafız’ın dönmesine az bir vakit kala ağlayarak yolcu etti. Pencere önüne oturup beklerken de ağladı. Namazdan sonra eve dönen kocasını kapıda ağlayarak karşıladı. Ne olduğunu, niçin ağladığını sormasına bile fırsat vermeden;
“Müjde Hafız’ım hamileyim!” dedi.
İnsan aynı anda, aynı gözlerle hem ağlayıp hem gülebilir miydi? Şerife hem ağlıyor hem gülüyordu. Ağlaması da gülmesi de sevinçtendi mutluluktandı.
Hafız, hemen inanamadı.
“Nasıl anladın? Yanılmayasın güzel gönüllüm.” dedi.
“Hayır! Yanılmıyorum.” diye karşılık verdi Şerife. “Acaba deyip duruyordum. Ebe kadını çağırıp muayene oldum. “Hamilesin kızım!” dedi. “Hafız’a söyleyebilir miyim?” dedim. “Duymasını istediğin herkese söyleyebilirsin, hamilesin!” dedi. Bebeği iyi beslemem gerekiyormuş. Hangi yiyeceklerle nasıl besleyeceğimi de söyledi. Bizim de eller gibi çocuğumuz olacak Hafızım. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.”
Hafız, karısını mutlulukla dinlerken, Duatepe’ye çıkmasını emreden sesi, sesle birlikte duyduğu ürpertiyi, zirvedeki yakarışını hatırladı. İleride bir gün Şerife’ye anlatmalıyım diye düşündü.
“Şükürler olsun!” dedi.
Onun da gözleri doldu.
Günü geldi bebek doğdu. Erkekti. Hafız’ın dedesi hayatta olsa kimsenin fikrini sormadan adını koyardı. Evin büyüğü olarak babası ve annesi hiç karışmadılar. Ad koymak Hafız’la Şerife’ye yani anne babaya kalmıştı. Doğru olanda buydu. Aslında bebeğin adı Hafız’ın Duatepe’deki yakarışı sırasında konulmuş gibiydi. Allah’tan salih bir evlat dilememiş miydi? Oğlunun adı “Salih” olmalıydı.
OSMAN ÇEVİKSOY