Son Haberler
Anasayfa / atölye / HİŞT HİŞT!… HİKAYE İNCELEMESİ

HİŞT HİŞT!… HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

SAİT FAİK’İN BİYOGRAFİSİ

            1906 yılında doğmuş ve 1954 yılında vefat etmiştir. Modern anlamda hikâyenin asıl kurucusudur. Edebiyatımızda Çehov tarzı hikâyenin en önemli temsilcisidir.Hikâyelerinde konu ve olaydan çok zaman ve insan yaşamındankesitler öne çıkar. Genellikle gerçekçi olan yazarın bazı öykülerinde gerçeküstü öğeler çıkar.

Yaşayış olarak kalabalığın dışındadır. Bu farklılık hikâyelerindeki yaşattığı kişilerde de kendini gösterir. Düzenli bir eğitimi ve hayatı yoktur. Disiplinli, planlı hikâyesi de yoktur. Anlık ilhamlarla gözlemlerini birleştirip hikâyeyi bu gözlemlerle kurgulamış ve daha sonra bunları toparlamıştır. İnsan, adalar, İstanbul hikâyemize Sait Faik‘ le girmiştir. Sokaktaki insan ve hayatı, ilişkileri hikâyelerinin merkezi durumundadır. İnsanı tabiatın devamı olarak algılar ve temelde ona sevgi ile yaklaşır. Sıradan insanın gündelik hayattaki olaylarını gözlemler ve hikâye malzemesi yapmayı başarır.

İddialı bir hayatı kurgulamaz. İnsanların hayatından örneklerle bize bizi gösterir. Atladığımız insanları, kalabalığın içindeki yalnız insanları okuyucuya gösterir. Tutumu ve seçtiği üslup gerçekçidir. Olayları güzelleştirmeye çalışmaz. Gerçeği bozup ona şekil vermek gibi bir uğraş içine girmez.

Sait Faik flenör bir tiptir. Yani anlık yaşar. Düzenli bir yaşamı yoktur. Hayatında bir disiplin olmadığı gibi bu onun diline de yansımıştır. Dilinde aksaklıklar göze çarpar. Dil olarak sokağın dilini görürüz. Argo ve küfürlere de rastlamak mümkündür.

            Hikâyelerinde düşünce yoktur demek yanlış olur. Baktığı bir yer vardır ve onu yansıtır. Yazmak ve anlatmak onun için hayati bir zorunluluktur ve  “Yazmazsam ölecektim.” der. Bunu yalnız olduğu için söylemiştir.

HİŞT, HİŞT!..

 

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt, dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

– Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahlûk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

– Merhaba hemşerim, dedi.

– Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

– Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

– Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

– İyi değil, dedi.

– Baklayı ne zaman keseceksin?

– Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi hişt dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

– Kuşlar olmalı, dedim.

– Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

– Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…

– Yıkattın mı?

– Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

– Çocuklar nasıl? diye sordum.

– İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…

– Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

– Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

– Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

– Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

– Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

– Sen değil misin hişt hişt diyen?

– Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!

                                                                                               Sait Faik ABASIYANIK

 

HİKÂYE İNCELEMESİ

 

Hikâyenin Yazarı:  Sait Faik ABASIYANIK

Konu: Gündelik alışkanlıklarımız ile gerçeğin kendisi arasına bir perde gibi giren durumlardan bahsetmektedir.

Ana Fikir: Yaşama sevinci.

Mekân:  Bir yol.

Kişiler: Bir adam ile bir kadın, papazın oğlu, tarlada çalışan bir adam, bahçıvan.

Zaman: Zaman tam belli değil ancak gün içinden bir kesit ele alınmaktadır.

Üslûp: Sade bir dil kullanmıştır. Ayrıca olay olmamasına rağmen okuyucuyu sürüklemiştir.

 

Öyküyü okuduğumuz zaman bizi gerilim içinde tutan bir olayla karşılaşmıyoruz.  Tersine öyküyü anlatan kişinin yani öykü kişisinin bir şeye kızmış, sinirlenmiş olduğunu görüyoruz. Kızdığı, sinirlendiği şey de belli değil. Belki de tıraş bıçağı. Neye kızdığı, sinirlendiği önemli değil, önemli olan içinde bulunduğu ruhsal durumun bu kişinin dış dünyayı algılayışını etkilemesi.

Önce çevresindeki varlıkların doğal durumunu düşünüyor. Otların yeşil, denizin mavi, gökyüzünün bulutsuz olması gibi.  Bunların da bu görünümleriyle kişiye bir sorun yaratacağını geçiriyor içinden. Buradan şunu anlıyoruz ki gündelik yaşamın her günkü düzenini, olağan görüntülerini değiştirmek isteyen bir tutum içinde. Ama bu tutumunu da saçma buluyor.

Gündelik gerçeklerin, alışılmışın dışına çıkma tutumu öykü kişisinin algılama biçimini değiştiriyor. Yaprak çikolata, keçi de çağla bademi rengine bürünüyor. Bu algılama değişimi içindeyken öykü kişisiyle birlikte “ hişt ” sesini duyuyoruz. Onunla birlikte biz de duyuların etkisiyle değişik bir ortama giriyoruz. Nesneler, varlıklar duyularımızı harekete geçiren bir etkileme gücü kazanıyor.

Öykü, anlatıcısının gerçek nesneler evresinden düşler evrenine; düşler evresinden gerçek nesneler evrenine geçiş süreci içinde gelişip sürüyor. Öykünün yörüngesini de kimden, nereden geldiğini bilemediğimiz “ hişt “ sesi oluşturuyor. Biz de öykü kişisiyle birlikte bu sesin etki alanı içine giriyoruz. Öykünün akışı bu sesin gelişine göre düzenlenmiş. Öykü de “ Güneşi buluta benzer bir sis kaplayınca “ dediğinde her şey gerçek görünümü kazanıyor. Günlük yaşam gerçeklerine dönüyoruz öykü kişisiyle.

Hişt sesi öykü kişisiyle birlikte bizim de gerçekle gerçekdışı arasında gidip gelmemize yol açıyor öykü boyunca. Sesin nereden geldiği bilinmiyor. Değişik varlıklara yönelik olasılıklar düşünüyoruz. Ama hiçbirine bağlayamıyoruz bu sesi. Öyküyü ilgiyle okumamızı sağlayan, düş gücümüzü kullanmaya bizi zorlayan da bu sorular oluyor bir bakıma. Sesin kaynağını öğrenemiyoruz. Öykünün bitiminde bu kaynağı öğrenmenin o kadar da önemli olmadığını anlıyoruz. Tek tek varlıklardan değil, doğadan, yaşamın içinden gelen bir ses bu. Bize, okuyucuya sesleniyor. Yaşama sevinci olarak içimize doğduğunu duyuyoruz.

Diyebiliriz ki; Sait Faik bu öyküsünde belirli, somut, başlangıcı, sonucu bulunan bir olay anlatmıyor. Doğadan gelen ve varlığını sezmemizi isteyen bir sesin, yaşama sevinci diye adlandırdığımız “ hişt “ sesinin ayrımına varmamızı istiyor. Açık açık söylemiyor bunu. Boşluklar bırakıyor. Biz bu boşlukları düş gücümüzle tamamlıyoruz.

                                                                                                                 BANU BOLAT

 

 

 

 

 

 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*