18 Nisan 2020
Kemal Sayar
Pandemi zamanı diye bir şey var. Ağır aksak ilerleyen, yavaş akan bir zaman. Günlerin birbirine karıştırıldığı, bugünle yarın arasında önemli bir fark olmadığı, yavaşladığımız, durağanlaştığımız bir zaman. Bu zaman, kendini oyalama kabiliyeti olmayan insanlar için çok sıkıcı bir süreç haline gelebilir. Fakat bütün mesele de zaten insanın kendini oyalayabilmesindedir. Pascal’in çok sevdiğim bir sözü var, diyor ki “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın tek başına odasında nasıl oturacağını bilememesidir.” Halbuki hepimizin bir masada, bir odada sessizce oturup tefekkür etmeyi, okumayı, hayal kurmayı, gönlümüzden bir şeyler geçirmeyi başarmamız gerekir. Zihnimiz duvarları aşabilir. Hayalin kanatlarında ülkeleri ve denizleri dolaşırız. Can sıkıntısı çok modern bir problem. Can sıkıntısı, hayatın kovalamaya değer bir sürü yaşantının oluşturduğu bir anlar dizisi olduğu düşüncesinden kaynaklanıyor. Yani hep bir şeyler yapmak zorundayım, yaşamak daima hareket halinde olmaktır. O eğlenceden buna seğirteyim, her çiçekten bal alayım. Hayatı bir yaşantı oburu gibi, tüketilecek anlar silsilesi olarak yaşamak bizi can sıkıntısına doğru sürüklüyor. Bunları yapmadığımız ve kendimizle uzun süre baş başa kaldığımız zaman canımız sıkılıyor. Durmak, yavaşlamak adeta hayatın kayıp hanesine yazılıyor. Bugünün çocuklarına baktığımız zaman ekransız geçirilen zamanların korkunç bir can sıkıntısına dönüştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla aslında şu yavaşlamış salgın zamanı, insanın kendini oyalamayı, kendine bakmayı, kendisiyle konuşmayı öğrenmesi açısından da fevkalade önemli. Can sıkıntısı aslında insanın hayal kurma kabiliyetini besleyebilir. Can sıkıntısı bir muharrik güç olarak bizi bir yerlere, bir şey inşa etmeye yönlendirir. Evin içinde uğraştığımız şeyler olsun. Ama bunlar keyif alarak yaptığımız şeyler olsun; marangozluk hevesiniz vardır onu yaparsınız, aşçılık hevesiniz vardır onu yaparsınız, içinizde bir aşçı açığa çıkmayı beklemektedir, mutfağa geçersiniz ve o aşçıya bir fırsat verirsiniz. Kitap yazasınız vardır, şiir-hikaye yazasınız vardır, oturursunuz masanızda sabırla, feyizler oluk oluk akmaya başlar. Dolayısıyla ertelediğiniz, vaktini beklediğini düşündüğünüz hangi yaşantı varsa, ona bir müsaade edelim, buyursun öne çıksın. Etrafımızdaki nesneleri dikkatli bir bilinçle usul usul inceleyelim. Odamızın detaylarını keşfedelim, kendi evimizi bir müze gibi gezmeye çıkalım. Dün geçtiğimiz koridordan bugün yeni bir şey bulmak istercesine yeniden ve daha dikkatli bir biçimde, her ayrıntıya dikkat kesilerek geçelim. Tüm dikkatimizi vermediğimiz herhangi bir şey, kendini bizim yaşamımızdan esirgeyecektir; sadece bunu yaptığımız takdirde o şeyin büyülü bir mevcudiyet kazandığını görmemiz mümkün olacaktır. Mevcudiyet yalnızca bir zihinsel odaklanma pratiği değildir, buradalığın beden ve zihin yoluyla beraber oluşturulmasıdır. Sadece nefes alıp vermeye odaklanmakla bile, zihnimizi bedenimize davet ederiz. Kendimizi bu şekilde aşkın deneyimlere de açık hale dönüştürürüz. Bir nefesin süresi, bir ânın süresiyle tam olarak aynıdır.
Zamana neden ihtiyacımız vardır ve onu ne zaman hissederiz? Bu iki soru birbirine ilk bakışta sanıldığından daha sıkı bağlıdır. Bir şeyin eksikliği, onun ihtiyacımız ile uyumsuz olması halinde belirir. Süre duygusu da bir hata sinyali olarak oluşur. Zamanın bilinçli bir şekilde dikkatimize takıldığı en sık durum beklemektir. Ancak, hangi durumlarda ne kadar beklenmesi gerektiği, tüm dünyada aynı değil, bu kişisel öykümüzle olduğu kadar, kültürel iklimimizle de edindiğimiz bir önkabul. Robert Levine, Zamanın Coğrafyası’nda genel olarak sanayileşmiş toplumların zamanı farklı bir şekilde piyasada dolaşıma sokulabilir bir kaynak olarak gördüklerini belirterek, zaman kültürleri temel olarak ikiye ayırmıştır. Şöyle yazar : “Bunların ilki olay-zamanına göre, ikincisiyse saatin soyut zamanına göre işler. İlk durumda insanlar bir olayın süresini dikkate alırlar. Bir görüşme ancak daha önceki bir aktivite (örneğin bir sohbet ya da yemek) tamamlandığında gerçekleşebilir. Tersine, saatin soyut zamanını dikkate alan insanlar bir randevuya gitmek için halihazırda yaptıkları şeyi yarıda keserler. Jacques le Goff’un gösterdiği gibi, ortaçağ büyük ticaretin yükselişi, “rahiplerin zamanı”nın yerini “tüccarların zamanı”nın aldığına şahit olmuştur. Sanayileşme, başka nedenlerin yanı sıra, insanlar zamana dakik bir şekilde uymaya ikna edilebildiği için başarılı oldu. Saatler, iş dizilerini verimli biçimde senkronize etmeyi mümkün kıldı.” ‘Vakit nakittir’ düsturu tüccarların zamanına dair bir ilke, nakde dönüştürülemeyen vaktin ziyan olduğunu imliyor. Afrika bilgeliğinin söylemiyle, bütün beyazların birer saati vardır, ama hiç zamanları yoktur. Levine’ın ayrımındaki olay-zamanının, Ahmet Hâşim’in “Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir gün…” diye tanımladığı Müslüman saati ile benzerliği gözden kaçırılacak gibi değil.
Zaman, sıkıldığımızda yahut bir şeyi beklerken akışkanlığı yitirirken, zevk aldığımız bir aktivite esnasında kanat takıp uçabilir. Bu yüzden insanlar, bekleme odalarında yahut yolculuklarda, bizi sevecenlik ve coşkuyla doldursun diye içimizdeki zamanın hafif ve gamsız geçişine ritim uydurmak ve kıstırılmışlıklarını unutmak için zevk alacakları şeylerle meşgul olmak ister. Bazı hayvanların (farelerin, sıçanların, güvercinlerin ve maymunların) deneme yanılma yöntemiyle kısa zamanı ölçmeyi öğrenebildiği bilinse de görünen o ki içimizdeki bu sarkacın salınım hızıyla oynamak, istisnai olarak biz insanların başarabileceği şeylerden biri. Yine de bu ölçüm yeteneği farklı faktörlere bağlı olarak ayarını yitirebilmektedir. İnsanların, zamanı ölçme becerilerine ilişkin yapılan deneylerde, katılımcıların herhangi bir şey yapmadan tecrübe ettiği sürelerin, kendilerine bir görev verilen sürelerden daha uzun olduğunu varsaydıkları görülmüştür; insanın dikkati dağıldığında zaman daha kısa algılanmaktadır. Zaman duygusu, dikkatimizin, belleğin, düşünce ve duygularımızın aktifleşme ölçüsüne bağlı olarak keskinleşir. Dikkatimiz dağınık olduğunda, olaylara ilişkin aldığımız sinyal periyodu azalır ve zaman, daha kısa görünür. Yüksek ateş sırasında fizyolojik saatin hızlanması nedeniyle geçen sürenin daha uzun algılandığına dair düşüncesi, Amerikalı fizyolog Hudson Hoagland’ın fiziksel durumlara bağlı olarak farklı hızlarda çalışan bir içsel saate sahip olduğumuz yönünde bir fikir geliştirmesine neden olmuştur. Bir uyaranın süresi üç saniyeyi aştığında, olay farklı parçalara bölünerek algılanmaktadır, bütünselliğin eksikliği nedeniyle olayların değerlendirilmesi için bu durumda kısa süreli belleğin yardımına gerek duyulur. Zaman geçerken yeni şeyler deneyimlemekle birlikte daha önceki şeyleri de unuturuz. Zihinsel mevcudiyetimiz, bilincin bu “zaman penceresi” ile sıkı şekilde irtibatlıdır.
Tat, renk, ısı ve koku duygumuz gibi bir zaman duygumuz yoktur. Zamanı, değişim ve hareket ölçüsünde algılarız. Fiziksel süreçlerin algılanmasına ve birleştirilmesine bağlı olarak öznel bir zaman duygusu gelişir. Çevreden herhangi bir değişim ve hareket duyusu algılamadığımız takdirde öznel zaman duygumuzun ne şekilde etkileneceğine ilişkin olarak bazı deneyler yapılmıştır. Su tanklarındaki yalıtılmış ortamda bekletilen denekler, zamanın gerçekte olduğundan çok daha yavaş geçtiğini düşünmüşlerdir. Tecrit tanklarında, zamanın daha yavaş geçtiği şeklindeki algının nedeni dikkat dağıtacak hiçbir uyaranın bulunmamasıdır. Çevresel uyaranlar dışında beden zamanı ve beden ritminin değişikliğine dair algılarımız da öznel zamanı oluşturmamızda bize yardım eder. Bedenin parasempatik sistemin aktive olduğu rahatlama durumlarında ve sempatik sistemin aktive olduğu uyarılma durumlarda, zaman farklı hızlarda geçer. Araştırmalar, depresyon ve kaygı bozukluğundan muzdarip hastalar, süreleri genellikle olduğundan fazla tahmin etme eğilimdedirler. Yoğun korku uyandıran durumlarda, sosyal tecrit edilmişlik hissinin eşlik ettiği durumlarda ve içsel bir sükûnetin söz konusu olduğu durumlarda da zamanın genleştiği ve sürenin gerçekte olduğundan fazla algılandığı araştırmalarda gözlemlenmiştir. İşte biz de şu anda pandemi zamanını böyle tecrübe ediyoruz.
Günlük varoluşumuz, fragmanlarla ilerleyen, her tür tutarlıktan yoksun, sarsıcı bir zaman dizisine dönüştükçe süre içinde kök salma imkanımız berhavâ olmakta, bu durum bizleri anlam öksüzü kılmaktadır. Geçmişin mirasından ve geleceğin gayeliliğinden– büyük anlatılardan- kopmuş modern insan, zaman boyutu içinde düşünmenin güçlüğünü duymaktadır. Zamanımız özellikle de dünyayı bundan sonra tüm varlıklarıyla değil de yalnızca gözleriyle tanıma tehlikesi altındaki çocukların zamanı, bu “yitip yutan” ekranların tutsağıdır. Donmuş bir -arayüz zamanı- içinde teşvik edilen, hemen şimdinin baskısı altında gittikçe daha hızlı güncellenen bellek türünün, kişiliğin kurucu bir anını simgeleyen insan belleği ile hiçbir ortak yanı yoktur. Zamanın esrimeleriyle kuluçkaya yatırılmamış bir bilinç, kendinde saklanmış hiçbir vaadi yerine getiremeyecektir.
Yıl 1918. İspanyol gribi dünyasından bir fotoğraf.
Pandeminin ağır aksak zamanını ekranlarla hızlandırmanın telaşındayız. Kendimizi ekranların büyüsünden alarak, bizden daha çok sabır ve çaba isteyen etkinliklere yönelmemiz lazım. Ruhumuzu kattığımız, kendi mayamızla yoğurduğumuz zaman. Sosyal medyada o kadar uzun vakit geçiriyoruz ki, oradan edindiğimiz hap gibi konsantre bilgiyle zihinlerimiz korkunç bir doygunluğa ulaşıyor. Bu fastfoodla tıkınmak gibi bir şey. Fastfood bize yoğun karbonhidrat içeriğiyle acayip bir doygunluk hissi verir, aslında onun adı yemek değil tıkınmaktır. Sosyal medya mecralarından aldığımız hızlı ve çok konsantre bilgi de ruhlarımızın üzerinde böyle bir etki yapıyor. Sanki bilmemiz gereken her şeyi biliyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz, bir enformasyon aşırı yüklenmesi oluyor. Bu da bizi gerçekten görmemiz gereken önemli ayrıntıları, eleştirel düşünebilme yeteneğini, samanlıkta bulmamız gereken o iğneyi bulmaktan alıkoyuyor. Pandemi zamanında, kulağımız kirişte, kötü haber beklediğimiz heyecan ve uyarılma anlarını azaltalım. Sosyal medyada geçirdiğimiz saatleri kısalım azıcık, bedenimizin yavaşlığına ayak uyduralım, perhiz yapalım. Emek isteyen metinlere, göz ve kağıt arasında aracı tanımayan, bizi doğrudan katılmaya, doğrudan düşünmeye çağıran metinlere daha fazla ağırlık verelim. Bizi pasif izleyici kılan etkinliklerden vazgeçerek aktif ve üretken kılacak etkinliklere yönelebiliriz. Pandemi zamanı, bize fabrika ayarlarımıza geri dönmemiz için bir fırsat veriyor. Hayatı bugüne kadar çok büyük bir telaş duygusuyla yaşıyorduk, oradan oraya koşturuyorduk; ne oldu şimdi? Ne fark etti? Bir şey mi eksildi bizden? Yaşamı tıklım tıkış yaşamadığımız zaman apoletlerimiz mi söküldü? Sadece biraz daha durup düşünmek, ruhlarımızı dinlendirmek için fırsat bulmuş olduk.
Yıl 1918. İspanyol gribi dünyasından bir fotoğraf.
Bazı gençler, endişeyle baş etme konusunda kaçış stratejilerini devreye sokabilirler. Oyunlara aşırı düşkünlük kaçış stratejilerinden bir tanesidir. Kişi kendi endişesiyle yüzleşmek, onunla baş etmek yerine hemen ona hızlı rahatlama sağlayan, dopamin devrelerini uyarıp ona haz veren bir şeye yönelir ve orada kendini rahatlatmaya başlar. Ama bu fasit bir dairedir, ne kadar oyun oynarsanız beyin o kadarını ister, o kadar hazza alışır, haz devresini kırmak o kadar zorlaşır. Modern bir evi sıcak bir yuvaya dönüştürecek her şeyi öpüp başımıza koymamız lazım. Modern ev için ünlü sosyolog Zygmunt Bauman “çok amaçlı eğlence merkezi” diyor, eve girip kapıyı dışarıya kapatıyor ve odaya girip kapıyı eve kapatıyoruz; ev aile üyelerinin yan yana ama ayrı yaşayabildiği çok amaçlı bir eğlence merkezine dönüştü. Herkesin önünde bir ekran vardır, herkes o ekranda kendi eğlencesini yaşamaktadır. İşte o modern evi, modern aileyi yeniden sıcak bir yuvaya karacak olan şey bizim kendi bakışlarımızda bulacağımız emniyet ve sıcaklıktır. Bunun için de beraber oyun oynamak, sohbet etmek gibi şeyler yapılabilir. Mesela çocuklarınıza bugüne kadar hiç anlatmadıkları bir anılarını anlatmalarını söyleyin. Bir hikaye uydurmalarını söyleyin. Beraber bir hikayeyi geliştirdiğiniz, hikaye saatleri düzenleyin. Herkesin yaratıcılığını kışkırtan, içinde durup bekleyen hikaye anlatıcıyı harekete geçiren hikaye saatleri tanzim edin. Böylece bir arada olmanın o sıcaklığını, samimiyetini, cennetini herkes yaşamış olsun. Bunlar bir daha ele geçmeyecek fırsatlar. Yüzyılda bir geliyor. Bir kuyruklu yıldız gibi dünyamıza vurup geçecek – daha sık olmaz diye temenni edelim, geçmişte yüz yılda birdi- bu büyük fırsatı da mutlaka ruhlarımızı birbirine yakın kılmak için değerlendirelim.
Radikal zamanlarda yaşıyoruz, radikal belirsizlik zamanlarında ben de radikal bir tedavi önerisinde bulunmak istiyorum. Varoluşçu psikiyatrinin bir düşünce egzersizini uyarlayabiliriz içinde yaşadığımız zorluklara. Kapının dışında tekinsiz bir dünya var artık, sokakta virüsler muhtemelen kafileler halinde dolaşıyorlar, o yüzden mümkünse evde kalmamız lazım. Hiç birimizin hastalanmayacağının garantisi yok, hiç birimizin entübe olmayacağının, ventilatöre bağlanmayacağının garantisi yok. Şimdi söyleyeceğim biraz canımızı yakacak: Sevdiklerimizin, yakınlarımızın gözüne bakarken onları son bir defa görüyormuş gibi bakalım. Veya biz yarın entübe olacakmışız ve bir daha onları göremeyecekmişiz gibi. Bu hayatımızın son demiymiş ve son anlarımızı yaşıyormuş gibi bakalım. Böylece yaşadığımız anı zayi etmeden taçlandıralım, bereketlendirelim. Kıymet bilelim, kıymet bulalım. Anı derin ve geniş oyalım, uzun yekpare şimdide yaşayalım. Vaktin çocukları olalım.
‘Dünya harikulade şeylerle dolu, hepsi duyularımızın biraz daha keskinleşmesini bekliyor’ demiş W.B.Yeats. Sabah rüzgarı derimizde hissedilmeyi, uzaktaki çiçeklerin rayihası koklanmayı, tomurcuklanan ağaç görülmeyi bekliyor. Güzelliği fark etmek, duyuların eğitimiyle mümkün. Bunun için de içimizin zamanını yeniden olay zamanına döndürmemiz, doğa olaylarının aktığı yavaşlıkta akmayı bilmemiz gerekiyor.
Usul usul.