Durmayan bir geçit resmi, dinmeyen, dinlenmeyen bir gürültü. Durup dinlenmeye vakit yok. Tramvay çanı, otomobil gürültüsü, benzin gürültüsü, benzin kokusu, dudak boyası… Göçüm saati çalıncaya kadar geçim derdi ya da geçmece yarışı. Bir sele yakalanmışsınız, konu komşuyu düşünecek, sevecek vakit henüz yok. Çünkü postunuz elden gidecek, deriniz yüzülecek. Boğulmamak için başınızı suyu üstünde tutmanız gerekli. Bunun için de sağdaki soldaki komşu başlarına elinizle dayanacak ve onları boğarak, kendiniz boğulmaktan kurtulacaksınız. Bütün enerjiniz bu işe harcanacak. Gücünüz ne dünyaya yeni bir şey eklemede kullanılacak, ne de varolana…Bıkmadan, durmadan, görmeden, duymadan; mezara kadar kör ve sağır bir gidiş…
Ahmet, bu kent havasını tam altı ay solumaya uğraştı. Havaya çıkarılan balık, suya batırılan bir kuş gibi az kalsın boğulacaktı. Hava değişimi için mezara bile girmeye razı olacak bir duruma gelmişti artık. Sonunda yine eski denizine döndü. Onun, pek sivrilmiş, incelmiş gözü ve duygusu vardı. Ayna ile denizin dibine bir baktı mıydı; değil ahtapotun kendisini, kumların, yosunların, çakılların duruşundan, ahtapotun nereden geçtiğini, nereye gizlendiğini anlardı.
Onunla birlikte sünger avlıyorduk. Dip kayalık değil fakat ovalardaki buğday tarlaları gibi dümdüzdü. Her yan yüksek yosunlarla örtülüydü. Ona ” Yahu, sen sünger avına mı yoksa yosunların gelip giden akıntılarda naalı nazlı bel kırışlarını seyre mi çıktın ” dedim. “Şimdi görürsün” demeye gelen bir işaret yaptı. Zıpkını kaldırıp yedi kulaç dibe fırlattı. Zıpkın yosunların arasına gömüldü. Ucuna bağlı ipe asıldı. İlk önce bir şey göremedim. Çünkü dip çamurunun bulut bulut kalkan dumanı her şeyi örtüyordu. Ahmet, ipi sağmaya devam ettikçe, zıpkının ucunda hallaçın attığı pamukla doldurulmuş iki kişilik şilte kadar kapkara bir sünger gördüm. Koca alamet bir iki ton su taşıyordu. Kayığa almak için el kol değil vinç gerekliydi. Ahmet süngerin suyunu sıkıyor ben de yardım ediyordum.
“Bu süngerin orada olduğunu nasıl gördün” dedim. “Yahu görmedin mi, bütün yosunların boyu birdi. Yalnız süngerin bulunduğu yerde iki tel yosun ötekilerden bir iki parmak daha yüksekti. İkisi biri mi var, sünger işte o yosunların arasındaydı” diye karşılık verdi. Suyu sıkıldıktan sonra sünger ancak iki kilo ağırlığında kaldı.Denizle, tuzla kavrulmuş derin çizgili yüzünü bir rüzgara tutmasın, sankirüzgar bütün sırrını kulağına fısıldamış olurdu.
Bir gün bana;
“Kırlangıçlar alçak uçuyorlar bu kurak devam edecek” dedi. Kendisine “Peki ne olacaka?” der gibi bön bön baktım. Havada duyulur duyulmaz bir çıt oldu. Bir serçe yavrusunun çalılar arasından “cik” etmesi gibi. Ahmet başını hızla kaldırdı.
“Haydi çabuk savuşalım” dedi. “Ne oluyoruz?” ” Bu üç oluyor. Samiye kadın, yine benim kuyudan su çalıyor. Üç kova aldı. Herhalde çıkrığı buradan duyacağımı bilir. İsteseydi, parmağına yağ sürer, çıkrığı yağlardı. O zaman duymamış olurdum. Mağrur kadın ! Bu kurakta gelip su istemeye utanıyor ya da gururuna yediremiyor. Çıkrığın cık edişi bana “Anlıyorsun ya !” demesidir.. Zavallının çocukları var. Uzaklaşalım da, kadın rahat rahat, istediği kadar su alsın” dedi. Uzaklaştık…
Adam neredeyse akşamüzeri vadilerde yürüyen gölgelerin yürüyüşünü kulağı ile duyacaktı. Bir gün yine kayalıktaydık. Durduğu yerde bakışları uzar gibi oldu.
“Hey Yanisadadaları” dedi. “Nereden nereye” diye sordum. Bana harıl harıl bir şeyler anlattı. Anlattıkları hatırımda değil, fakat şunu anladım ki; rüzgar bu adamın yüzüne serin serin estiği zaman, sağnak, geçtiği göklerin uzaklıklarını, mavilerini okşadığı kıyıların, dalgaların seslerini, kokularını hep bu adama getiriyor. Öyle ki, o rüzgarları solumak bu adam için uzun geziler yapmak demek oluyor. Bu gezi dolayısı ile gönlünün çevresi her sınırın ötelerine enginleniyordu…
Günlerden bir gün bir borç senedine üç pul yapıştıracağı zaman, malmüdürü ona; “Bre yontulmamış ayı, iki pulun üçüncüyle arasında bir mecidiye sığacak kadar boşluk bırakılması gerektiğini bilmiyor musun? Sana nasıl insan deriz bre herif” diye çıkışmıştı. Ahmet susmuştu. Ama nasıl bir susuş ! Sanki malmüdürünün önünde ölüvermişti. İncelmiş, incelmiş de malmüdürünü kimsesiz bir sessizlik içinde , kendi sözleri ile yüzyüze bırakıvermişti.Ne var ki her yılın ilkbaharına doğru Ahmet, yalnız başına kayığına biner, ne yapacağını, ne ettiğini kimseye söylemeden ortadan kaybolurdu. Herkes merak ederdi. Kurnazlar fiskos eder, onbir ayın bereketini getiren bir ramazan gibi, Ahmet’inde bir ay kaçakçılıkla onbir ayın geçimini sağladığını söylerlerdi…
Kuşlar dünyası, ışık ve türkü dünyasıdır. Hepsi güneşle yaşarve güneşi arar. Birçokları güneş ışınlarını kanatlarına takınırlar. Işığı içlerine alarak onu türküye çevirirler. Güneşi şafakta türkülerle karşılarlar. Öğleyi türkülerle selamlarlar, akşamları türkülerle uğurlarlar. Kendileri mavi özgürlüklerde uçan birer türküdürler. Yeryüzünü kanatlanmış türkülerle donatırlar. Güneş ve ışık peşinde gurbetten gurbete, ülkeden ülkeye uçup giden, uçup gelen kanatlı türküler… En sevdikleri yer, güneşin ve portakal ağaçlarının Güney Anadolu’sudur. Portakal, limon çiçekleri açar ve kokularının tütsüsünü, kuşların türküsüne dolaya dolaya, mavilere verir.
Her yılın ilkbaharında , Bingazi’deki Derne’den yirmi mil ötede bulunan Resihilal burnundan, leylekler Girit adasına geçerler. Girit’de Sidero Burnu’ndan kalkarlar, Adalar Denizi’nin bir adasından öteki adasına uça uça Anadolu’ya gelirler. Kiklad Adaları’nı arkada bıraktıktan sonra en büyük aşmaları; İkareyn denizini aşarak Asya Sporad Adaları ile noktalanmış olan asıl Ege’ye varmaktır. Bütün ilk çağ tanrıları ya Afrodit gibi denizden doğmuşlar, ya da bu denizlerden Anadolu kıyılarından Avrupa’ya geçmişlerdir. Kuşlar da aynı yolu izliyorlardı.Leyleklere eşlik eden kırlangıç gibi küçük kuşlar yoruldukça her nekadar leyleklerin ve turnaların üzerine konuyorlarsa da, fazla yorgun olanları gece karanlığında gözleri karararak denize düşüp boğuluyorlardı. Kuşların ilk rastladıkları yer, Sporadların ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez serpintileriydi. Oraya vardıktan sonra, kuşların Anadolu’ya geçişi kolay olurdu.
Bir gün kahve evinde oturuyorduk. Poyraz Hasan kafayı tütsülemişti. Dili çözülmüştü. Kahvedekiler, Ahtapot Ahmet’ten söz ediyorlardı. Poyraz Hasan, “Ahmet’in nereye gittiğini ben size anlatıvereyim ” dedi.
Yutkundu. “Sakın ha, söylediğimi ona yetiştirmeyin. Sıkılır, utanır. Ben de utanırım.” dedi ve devam etti;
“Bir gece, benim gulet ile Kıbrıs’dan geliyordum. Aksi bir rüzgar esti. Ben de kanaldan çıkıp Nisiros’un altındaki o ıssız adaların arasına düştüm. Ay ışığı vardı. Arasıra havadan kuş cıvıltıları ve kanat türkülerinin sesleri geliyordu. Yıldızlar kıpraşırken dile gelmiş sanıyordum. Denize ve güverteye baktım. Denizin ve kayığın apak yelkenlerinin üzerinden uçan kuş kanatlarının karartıları geçiyordu. Bir de adalara baktım. Bilirsiniz ya, orada kimsecikler yoktur. Oysa adalar bir donanma varmış gibi ışıldıyorlardı. Adalarda elli, altmış koca deniz feneri yanıyordu. İnin cinin top attığı yerde, bu cümbüş de ne oluyor dememe kalmadı, pruvamızdan bir gomina ötede bir kayık gördüm. Yelkenlerini sarmış, silyonları söndürmüş, yalnız direkte vardiyapruva feneri çakıyordu. Bağırdık, çağırdık ses veren yok. Hemen flokları indirip küreklere asıldık. Bir de ne görelim Ahmet’in tirhandili. Serenlerde, çarmıklarda, apillerde, güvertede, küpeştede, bastonda kuşlar var. Hep konuşmuşlar. Birbirlerine “hoşgeldin, safa bulduk, merhaba..” filan dermişçesine cıvıldaşıp duruyorlardı.
Ahmet de dalmış uykuya. Battaniyesinin yarısı üzerinde yarısı denizde, güverteye uzanıp uyumuş. Göğsüne,başına,ayaklarına,kollarına kuşlar konmuş. Adamı uyandırdık. Utandı. Fakat ne bileyim, o bizden utandığı için biz daha beter utandık. Laf olsun diye suyumuz olmadığı için geldiğimiz söyledik. Teknedeki varilin suyunu denize boşaltıp Ahmet’ten su aldık. Ahmet bize bir kıtır attı; Seferdeyken ters rüzgarın kendisini bu yaban yere attığını söyledi. Adalardaki fenerlerin her bir göz kırparak, ışıklarıyla Ahmet’in dediklerini tatlı tatlı yalanlıyorlardı. Böyle yalanın ışığı güneşi bile donuk ve sönük bırakır…
Ahmet’in üstünkörü yalanına hepimiz sevindik, inanmış gibi yaptık. Meğer herif her yıl oraya gider ve boğulacak olan kuşlara gönlünü, kurtarıcı tünek edermiş. Pertavsızın ışığı bir noktada toplaması gibi, Ahmet de görmüş olduğu güzellikleri iç edip, kuşların imdadına koşuyordu…”
Poyraz Hasan’ın anlattıklarına göre, kuşların güneş ışığından türkü yapmaları gibi, Ahmet de, kuşların türkülerinden ve güneş ışığından, kuşlara tünek yapmıştı. O günden sonra Ahtapot Ahmet, “Tünek Ahmet” diye anılır oldu…
Cevat Şakir Kabaağaçlı – Halikarnas Balıkçısı
Etiketler:halikarnas balıkçısı isa çolaker tünek ahmet