Ferid Edgü, yazmak ve yaşamayı içiçe görür. Ben de aynı düşüncedeyim. Yazmaktır yaşamak. Yaşadıkça yazıyor, yazdıkça yaşadığınızı anlıyorsunuz. Yani yazmadan yaşamak mümkün değil. İyi yaşayanların, iyi yazmak gibi bir sevdası da oluyor. Çünkü yaşadıklarınız, sizi yazmaya sevk ediyor. Yazmayı ve yaşamayı birbirinden ayırmıyorum. Yazanlar da iyi yaşamalıdır. Yazmak eylemini kutsamıyorum lakin, yazanların da iyi yaratıcılar olduğunu görüyorum. Bunu sıradan bir senaryodan bile anlayabilirsiniz.
Yaratıcı Yazma dersini verirken, bu iki kelime aklıma düştü. Yazmak ve yaşamak iki büyülü kelime olsa gerek. Onlarca esere başlık olan bu kelimeler, benim dünyamda da çok yer tutar. Yaşamak ve yazmak ilişkisi, muhkem ve sıkı bir ilişkidir. Yazdıklarınız yaşadıklarınız olmayabilir ama yaşadıklarınız yazdıklarınızı besler, kaynaklık eder. Kim yazmayı istemez ki? Herkes yazmak ve kalıcı olmak istiyor. Yaratıcı yazmak için; iyi okur, yazar, dinleyici olmak gerekir. Yaşadıklarınızı kısaca not ediniz. Maddeler halinde de olabilir. Telefona, notluğa, bilgisayara bile notlandırma yapabilirsiniz. Sosyal medyaya bile kes yapıştır notu atabilirsiniz. Bunlar geleceğin yazı aparatlarıdır. Kısa kısa ama içi dolu alıntılar yapınız. Yaşamı notlandırdığınız da yazının fitilini ateşlemiş olursunuz. Ben böyle yapıyorum.
Sıkıcı bir imtihanda yazarım. Çok komik değil mi? Sınavda nasıl yazı kurarsınız der gibisiniz? Evet, aynen sınavda yazıyorum. İmtihanın kasvetli havası, beni yazmaya icbar ediyor. Açık Öğretim ya da bölüm sınavları fark etmez. Çünkü yaşadığım iç huzursuzluğunu yazıya tahvil etmiş olurum. İmtihan stresinden, görevin sahicisinden de uzaklaşmış olurum. Yazmak biraz da maruz kalmaktır. Burada imtihanın maruziyeti vardır. Yaşadıkça da maruz kalmıyor muyuz? Yaşadıklarınız maruz kaldıklarınızsa, yaşamak yazmaya dönüşür. Yaşamak elbette zarurettir. Bunun şuurunda birisiyim. Hediye kılınan hayata niye ihanet edeyim. Onu yazarak anlamlı kılıyorum. İlk yazımı, Adıyaman-Gerger’de yazmıştım. Öğretmenliğimin ergen yıllarıydı. Mütevazı bir kitaplığım vardı. İyi de okurdum. Sırtımı Nemrut’a dayar, başlardım okumaya ve yazmaya. Mecburi bir öğretmenliği; iyi bir yazma aralığına dönüştürmüştüm.
Velhasıl kelam, yazmak yaşamanın arifesidir. İyi yaşamayanın, iyi yazamayacağına da inanırım. Yaşamak sanatını yazmaya dönüştürmek zanaattır. Yazmak biraz da zanaattır. Yani beceri ister. Entelektüel bir hazırlık, tek başına yazmaya yetmiyor. Dolu yaşayın ki, sıkı yazılarınız olsun diyorum. Keyifle, hoşça, güzel, inadına bir yaşama isteği yazmayı besleyecektir. Sözlü/Yazılı adlı eserinde Ferid Edgü:”Yazmayı, yaşamanın anlamını aramak olarak tanımlar.” Kelamın sahibi olan Allah, önce sözü yaratsa da, ilim sıfatıyla yazmayı önermedi mi? Kelam sıfatının inceliklerini şairlere üflemedi mi? Evet. O zaman bize düşen, kelamdan hareketle yazmaya devam etmektir. Yaşamın lezzetini almış, tabiatı meşketmiş bir insan, yazma sıkıntısı çekmez diye düşünüyorum. Gözlemleyen, tahlil eden, okuyan, arif bir adamın yazı sıkıntısı mı olur?
Yaşamak ve yazmak gailesine düşenler, hayatı ıskalamayanlardır. Eski Yunanda nehir kıyısında, Medresede çınar dibinde ilim sayıklayanlar, geleceğin filozofisini yazanlardır. Yazan adam, derdi olan adamdır. Gönül yazma kaygısı taşır. Alemin yükünü taşıyan bir gönül, mutlaka bir yazıya tekabül eder. Tabiat iyi bir dönüştürücüdür. Şiir de, yazı da, söz de doğada kurulur. Gül, karanfil, limon, çiçek vb. tüm nebatat yazma vesilesidir. Bir gül aşk metnine karşılık gelebilir. Gülü tanımakta zorlanabilirsiniz. Bu da sanattır. Bir laleden ateş çıkabilir. O mecaz yazmaya dönüşebilir. Ne diyor şair: “İşte o kadardır ol hikâyet/Bakiyesi güzeyi binihayet” O öyküler o kadardır. Kalıcı olan, sonu olamayan sözlerdir. Yani hikâyeyi dinlesen de, yazmanın keyfini vermez demeye getiriyor. Evet, söz uçar yazı kalır. Mesele budur.
Yaşamak ve yazmak iki büyülü kelime. Ben bu ikizleri ayırmıyorum. Yaşadıkça, Allah ömür verdikçe, yazmaya ve okumaya devam edelim. Yazı gelir. Yazdıkça yaşadığımı anlıyor ve yazmaya devam ediyorum. Dünden bugüne sürgit bir yazı geleneği vardır. Onlarca kez yazılan Leyla ile Mecnun hikayeleri bunun ispatıdır. Her öyküsü ayrı bir tat, her yazanı ayrı bir alemdir. Yoksa, nasıl kanonik bir metin olacaktı ki? Bugüne kalan da yazanlar değil midir? Fuzuli, Baki, Goethe, Hugo, Yunus, Veysel vb. Kalıcı ve baki bir metinle hitama erdirelim:
“Tuti-i mucize-guyem ne desem laf değil/Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil”
Yüzyıllar ötesinden seslenen Nefi usta ne diyor:” Mucize gibi sözler söyleyen papağanım (yazarım, okurum), dediklerim sıradan laf değildir. Felekle, zamanla da konuşamam, tenezzül de etmem. Çünkü onun aynası, kalbi de temiz değil. Bu iddialı mısraların sahibi haksız mı, yazdığı için bugün okuyoruz. Dünyada değişen bir şey yok. Sadece yazı kalıyor. Sözün gücü ve yazının kalıcılığı bu kadar üstten bir dille anlatılır. Yazdıklarınızla kalır, yaşadıklarınızla yazarsınız. Kalın yazdıklarınızla.
isa çolaker