Son Haberler
Anasayfa / Genel / KURTBOGAN EVLİYASI

KURTBOGAN EVLİYASI

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

KURTBOGAN EVLİYASI -AMASYA
AKŞEMSEDDÎN HAZRETLERİNİN VEFATI 15 OCAK 1460 -1-
İstanbul’un ma’nevî fâtihi ve büyük velî. İsmi, Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî’nin neslindendir. Nesebi, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin” demesi sebebiyle, “Akşemseddîn” lakabı verilmiştir. Riyâzet sebebiyle benzinin solması, saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle “Akşemseddîn” denildiği de rivâyet edilmiştir. 792 (m. 1390) senesinde Şam’da doğdu. 864 (m. 1460) senesinde Göynük’te vefât etti. Buradaki Târihî Süleymân Paşa Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra, oğullarının kabri ile beraber, kabri bir türbe içine alındı.
Akşemseddîn, daha küçük yaşta iken Şam’da Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında iken babası ile Anadolu’ya gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleştiler. Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn’in babası da büyük bir âlim ve evliyâ idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Bu kurt, Şeyh Hamzâ’yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza, mübârek elini uzattı, o kurdu boğazından tutup, öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü vaziyette, Şeyh Hamza’nın elini de mezardan dışarda buldular. Orada hâl sahibi bir zât vardı. O zât; “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.
Akşemseddîn hazretleri gençlik çağında, zamanının naklî ve aklî ilimlerini tahsil etti. Tasavvufda yetişmiş büyük bir velî ve rehber olduğu gibi, diğer ilimlerde de büyük bir âlim idi. Bu husûs, yazmış olduğu eserlerin tetkikinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca zamanındaki medrese tahsilini tamamlamış olup, şu eserleri de okuyup tetkik etmiştir. Arabcanın büyük lügatlarından Ebû Nasr bin Hammâd el-Cevherî’nin “Sıhâh”ını, Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini anlatan “El-İhtiyâr li tâlil-il-muhtâr”, “Kunyet-ül-fetâvâ”, “Tavzîh-ül-fıkıh”, “Mecmû’ât-ül-Bahreyn”, “Şerh-i Hidâye” ve Fahr-ül-İslâm Pezdevî’nin eserlerini okumuştur. Fetvâ kitaplarından: “Hülâsat-ül-Fetâvâ”, “Fetâvâ-i Kâdîhân” ve “Hazânet-ül-fetâvâ”yı okumuş, tetkik etmiştir.
Ahlâk ve mev’ıza konusunda ise: “Şir’ât-ül-İslâm”, “Tenbîh-ül-gâfilîn bostân-ül-ârifîn”, “İhyâ-i ulûmüddîn”, “Ahlâs-ül-Halisâ” ve “Beyân-ül-i’tikâd” adlı eserleri mütâlâa etmiştir.
Tefsîr ilminde, Sa’lebî’nin tefsîrini, Nesefî’nin “Et-Teysîr” adlı tefsîrini, Zemâhşerî’nin “Keşşâf adlı tefsîrini, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin “Mirsâdu Ayn-ül-hayat”ını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’nin “Mesnevî”sini, Muhyiddîn-i Arabî’nin “Fütûhât-ı Mekkiyye”sini ve “Füsûs-ül-hikem” adlı eserini okuyup, tetkik etmiştir. Tasavvuf (Ahlâk) ilminde: Şihâbüddîn Sühreverdi’nin “Avârif-ül-me’ârif’ini, İmâm-ı Gazâlî’nin “İhyâ-ül-ulûm” ve “Mişkât-ül-envâr” adlı eserlerini, Cüneyd-i Bağdâdî’nin eserlerini, “Kuşeyrî risâlesi”ni, Gülâbâdî’nin (Kelâbâzî) Tearruf adlı eserini okumuş, tetkik etmiştir. Bunlardan başka, bu mevzûda büyüklerden nakledilegelen sözleri ve rivâyetleri de mütalaa etmiştir, İbn-i Fârıd’ın bütün kasidelerini ve onun kasidelerine Fergânî’nin yazdığı şerhi de mütâlâa ettiği “Risâletün-Nûriyye” adlı eserindeki nakillerinden ve atıflarından anlaşılmaktadır.
Hadîs ilminde: İbn-i Şihâb Zührî’nin, “Asâr-ür-Resûl”ünü, İmâm-ı Begavî’nin “Mesâbih-üs-sünne”sini ve şerhlerinden “Mefâtih”i, “Tervişî” şerhini, İmâm-ı Sagûnî’nin “Meşârik-ül-envâr”ını, bunun üzerine Vecihüddîn ve Şemsüddîn Hirevî tarafından yapılan şerhleri, Kudâî’nin elf kelimesini, İbn-i Münrîr’in “Câmi-ül-ezkâr”ını, Kâdı Iyâd’ın “Şifâ”sını okuyup, incelemiştir.
Bunlardan başka, İslâm âlimlerinin ve evliyânın meşhûrlarından olan diğer büyüklerin kitaplarını da okuyup, incelemiştir. Mütâlâa ettiği anlaşılan bu eserlerden bir kısmı da şöyle sıralanabilir Abdürrezzâkı Kâşânî’nin “İstılâhat-ı Sûfiyye” adlı eserini ve Füsûs şerhini, Cüneyd-i Bağdadî’nin, Şeyh Abdülmelik-üd-Deylemî’nin, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ve Şeyh Ebû Midyen Magribî’nin sözlerini, Kuşeyrî’nin, İmâm-ı Gazâlî’nin eserlerini, Ebû Tâlib Mekkî’nin “Kut-ül-Kulûb” adlı meşhûr eserini, Ebû Midyen Magribî’nin “Levâm-ül-esrâr” adlı eserini, Ahmed Gazâlî’nin “Tecrid”ini, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin va’z ve nasihatlerini içine alan eserleri, Şihâbüddîn Sühreverdî’nin “Avârif-ül-me’ârif adlı meşhûr eserini, Necmeddîn-i Kübrâ’nın “Fevâtih-ül-celâl” adlı eserini, Yûsuf Gürânî’nin “Bedî’-ül-enfâs fî şerhi Kavl-is-selâs” ve “Risâle-i kudsiyye” adlı eserlerini, Şeyh Zeyneddîn Hafi’nin evradını ve eserlerini, Muhammed bin Ebî Bekr Abdülkâdir-i Râzi’nin “Hadâik-ül-hakâyık” adlı eserini, Ebû Hafs bin Amr’ın Kasidelerini, Feridüddîn Attâr’ın “Mantık-ut-tayr”, “Esrârnâme” ve “Musîbetnâme” adlı eserlerini, Evhadüddîn Kirmânî’nin ve İbrâhim Hüseynî’nin eserlerini ve sözlerini, Seyyid Ni’metullah divânını, Muhammed bin Sîrîn’in eserlerini, Aşık Paşa’nın eserlerini, Şadreddîn Konevî hazretlerinin eserlerini, Irâkî’nin “Levâmî” ve “Lemeât” adlı eserlerini, Şeyh Mü’eyyed Cündî’nin Füsûs şerhini ve Sultan Veled’in eserlerini okuyup, incelemiştir.
Akşemseddîn hazretleri, zeki ve kabiliyetli bir zât idi. Akranlarından daha üstün derecelere kavuştu, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Osmancık’da müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders veriyordu. Diğer zamanlarda, nefsinin terbiyesi ile meşgûl oluyordu. Son derece takvâ üzere bulunuyordu. Vera’ sahibi olup, asla şüpheli şeylere yaklaşmazdı. Yüksek bir ahlâk sahibi idi. Bulunduğu yerde bu hâllerini bilenler, ona, zamanın büyük velîsi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Birgün Akşemseddîn, Ankara’ya giderek, Hâcı Bayram-ı Velî ile görüştü. Bu gidişinde henüz talebesi olmadı.
Akşemseddîn hazretleri, 840 (m. 1436) senesinde meşhûr Velî Şeyh Zeynüddîn hazretlerine talebe olmak için Haleb’e gitti. Haleb’e vardığında bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında, boynuna bir zincir takılmış ve kendisi zorla Ankara’da Hacı Bayram’ın eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise, Hâcı Bayram-ı Velî’nin elinde idi. Bu rü’yâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’nin dergâhına gidince, Hâcı Bayram-ı Velî’nin, talebeleriyle beraber tarlada olduğunu öğrendi. Hemen tarlaya gitti. Hâcı Bayram-ı Velî, onu görmesine rağmen, hiç iltifât etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarladaki yabani otları temizledi. Yemek vakti gelince, yine Akşemseddîn’e kimse iltifât etmedi. Hacı Bayram-ı Velî, hazırlanan yemeği orada bulunan talebelerine taksim etti. Artakalan yemeği köpeklere verdi. Akşemseddîn, nefsine; “Sen buna lâyıksın” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeğe başladı. Hâcı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzuuna dayanamıyarak; “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma” dedi ve ona iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” dedi. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfan meclisine verdi ve tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra Hâcı Bayram-ı Velî, ona icâzet (diploma) verdi.
Şöyle anlatılır: “Birgün Hacı Bayram-ı Velî’ye; “Ba’zı talebelere kırk yıldır hilâfet vermedin. Akşemseddîn’e ise kısa bir zaman zarfında hilâfet verdin. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de; “Bu, bir zeyrek kösedir. Her ne görüp duydu ise, hemen inandı. Sonra, hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur” dedi. Akşemseddîn, aynı zamanda tıb ilminde de kendini yetiştirdi. Çeşitli hastalıklara, hangi otlardan ne şekilde hazırlanan ilâçların iyi geleceğini çok iyi bilirdi. Bu husûstaki ilmi, dillere destan idi. Akşemseddîn, bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalışmıştı. Çünkü o devirde, salgınlar büyük tahribat yapıyordu. Akşemseddîn, aynı zamanda ilk kanser arastırıcılarındandır. O devirde “Seretan” denilen bu hastalıkla çok uğraşmış, hasta olan Sadrazam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu Kazasker Süleymân Çelebi’yi tedâvi etmiştir.
Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları şunlardır: Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ül-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah. Akşemseddîn’in ( radıyallahü anh ) halîfeleri ise şunlardır: Muhammed Fazlullah, Harizât-üş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûri.
Osmanlı Sultânı İkinci Murad Hân, Hâcı Bayram-ı Velî’yi son derece severdi. Devlet işlerinden fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Yine bir defasında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile beraber Hacı Bayram-ı Velî’ye gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Hân, sohbet sırasında Hâcı Bayram-ı Velî’ye; “Efendim, İstanbul’u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nûrlandırarak, çan sesleri yerine ezan seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu husûsta duâlarınızı beklerim” dedi. Hâcı Bayram-ı Velî; “Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed ile (Fâtih’i) hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek buyurdu ki: “Ama şu çocukla bizim köse görürler.”

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*