Son Haberler
Anasayfa / atölye / Aklım Arkada Kalacak Hikaye İncelemesi

Aklım Arkada Kalacak Hikaye İncelemesi

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

1)ŞEKİL

HİKAYENİN ADI: AKLIM ARKADA KALACAK

YAZARIN ADI: NECATİ CUMALI

BASKISI:

YAZARIN YAŞAMI :

13 Ocak 1921 tarihinde Yunanistan sınırları içinde bulunan o dönemin Rumeli Vilayet-i Celilesine (Manastır’a) bağlı ve Cuma beyleriyle meşhur olan Cuma kazasında doğdu. Altı çocuklu ailenin en büyük evladı idi. Ailesi 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında Türkiye’ye göç ederek İzmir’in Urla ilçesine yerleşti.

Ortaöğrenimini 1938’de İzmir Atatürk Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. İlk şiiri, 1939’da Urla Halkevi Dergisi olan “Ocak”‘ta “A. N. Acar” ismiyle yayımlandı. Sanatsal değere sahip ilk şiiri ise 1940’ta Varlık dergisinde “Netice” ismiyle yayımlandı.Orhan Veli, Oktay Rıfat, Cahit Sıtkı, Nurullah Ataç gibi önemli edebiyatçılarla tanıştı ve onların etkisiyle şiirine yön verdi.Çocukluğundan başlayarak hayatında yer alan olayları şiirlerinde konu edindi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde (1941) tamamladı.

Ankara’da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde (1941-1942) çalıştıktan sonra askerlik görevi nedeniyle Ezine’ye gitti. İlk kitabı “Kızılçullu Yolu” 1943’te yayımlandı. Askerlikten döndüğü 1945 yılında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. Askerliği sırasında yazdığı şiirleri aynı yıl “Harbe Gidenin Şarkıları” adıyla yayımladı. 1945’ten itibaren Ulus gazetesi sanat sayfası, Varlık, Ülkü, Ankara gibi dergilerde sürekli olarak şiirleri yayınlandı. Yayınlanan ilk hikayesi, 1945 yılında Yücel dergisinin yayımladığı “Aysız Geceler” oldu. Ulus gazetesinde şiirlerin yanı sıra hikaye alanındaki ilk denemelerini yayımlamayı sürdürdü. Bir süre Ankara’da Cahit Sıtkı Tarancı ile aynı evi paylaştı. 1949 yılında sahnelenen “Boş Beşik” adlı oyunu ile dikkat çekti.

1949 yılında Ankara’daki görevinden ayrılarak İzmir’e gitti. 1957’ye kadar Urla ve İzmir’de avukatlık ve memurluk yaptı. “Güzel Aydınlık” (1951), “İmbatla Gelen” (1955), “Güneş Çizgisi” (1955) adlı şiir kitapları ve “Yalnız Kadın” adl hikayet kitabı İzmir’de iken yayımlandı. 1955’ten sonra şiir, hikâye, roman çalışmalarını birlikte sürdürdü. Urla ve çevresine ait gözlemleri, avukatlık yıllarında karşılaştığı olaylar ve baktığı davalardan edindiği izlenimlere eserlerine şekil verdi. Özellikle Ege yöresindeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarının işledi. İlk hikâye kitabı “Yalnız Kadın”, 1955’te yayımlandı. 1956’da İzmir’de “Ara Tiyatro”‘yu kurdu ve yöneticiliğini üstlendi. 1957’de “Değişik Gözle” kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. O yıl avukatlığı bırakarak kendi imkanları ile Paris’e gitti.

1957-1959 yıllarında Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Basın Ataşeliği’nde çalıştı. Paris yılları “Aşk Duvarı” ve “Zorla İspanyol” gibi bazı oyunlarına ve kimi hikayelerine kaynaklık etti. 1959’da “hayatını edebiyat adamı olarak kazanma” kararıyla yurda döndü; İstanbul’a yerleşti. 1959 – 1963 yıllarında İstanbul Radyosu’nda redaktörlük yaptı. İlk romanı “Tütün Zamanı”, 1959’da tefrika edildi.

1960 yılında hariciyeci Berin Teksoy ile evlenen sanatçı, 1963’ten sonra yaşamını roman ve oyun yazarlığı ile sürdürdü. Eşinin işi nedeniyle 1963-1965’te Tel Aviv ve Paris’te bulundu. Necati Cumalı’nın yazdığı bazı yazılar nedeniyle 1966’da eşi Berin Hanım görevinden alınınca  İstanbul’a yerleştiler. 1967’den itibaren Makedonya, ABD, Sovyetler Birliği, Bulgaristan İran, Yunanistan, Almanya, Çekoslovakya, Finlandiya’ya yurtdışı geziler yaptı. Bu geziler eserlerinin oluşmasında etkili oldu.

“Makedonya 1900” ile 1970 yılında ikinci kez Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, “Yağmurlu Deniz” adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu 1969 Şiir Ödülü’nü, “Dün Neredeydiniz” adlı oyunuyla Kültür Bakanlığı 1981 Tiyatro Ödülü’nü, “Tufandan Önce” kitabıyla 1984 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, “Viran Dağlar” romanı ile 1995 Orhan Kemal Roman Armağanı, Yunus Nadi Roman Ödülü ve Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü kazandı. Türk tiyatrosuna katkılarından dolayı kendisine 2000 yılında Tiyatro Yazarlar Derneği tarafından “Onur Ödülü” verildi.

10 Ocak 2001 tarihinde yakalandığı karaciğer kanserinden kurtulamayarak İstanbul’da hayata veda etti. Cenazesi, Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.

Ölümünden sonra 2001 yılı “Şiir Büyük Ödülü”’ne değer bulundu ve ödülü eşi Berin Cumalı’ya sunuldu. Urla’da çocukluğunu geçirdiği ve “Anı ve Kültür Evi” olarak ziyarete açılmış; İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde Vişnezade Şairler Parkı’na heykeli dikilmiştir. Urla’da her yıl 10 Ocak’ta anılmaktadır.

MUHTEVA (İÇ YAPI)

1)TEMA:MAHALLE İLİŞKİLERİ

2)KONU:İNSANLARIN GEÇEN ZAMAN İÇİNDEKİ MACERALARI

3)ANA DÜŞÜNCE:

Yazar bu hikayesinde burnumuzun dibindeki  insanlarımızı ve gerçeklerimizi tanıtmıştır. Her insanın iç dünyası  ve hayatı farklı bir hikayedir.yazar bunu farkettirmeye çalışmıştır.

4)MESAJ /İLETİ:

Necati Cumalı,hikaye sanatı ile ilgili bir fikir ileri sürüyor.Hikayesinin bazı yönlerini aydınlatması bakımından şu cümle önemlidir:

Hikaye mi arıyorsun dünyada? Al işte! Burnunun dibinde!şu sokağın içinde gözüne ilk ilişen evi seç.yeter ki,gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merak olsun! Ne işin var uzaklarda?

5)HİKAYENİN TÜRÜ:Olay hikayesi

6)OLAYLAR:

Yazar,aradan yıllar geçtikten sonra doğduğu ve içinde yaşadığı sokağa dönüyor.bahsettiği şahısların hepsini,’hatıralarının arasından’ hatırlatıyor:

‘Perçemi kaşının üstüne düşen bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı.’

Necati Cumalı hikayesinde  bize bazı insanları tanıtmakla kalmıyor,onlar vasıtasıyla acıma,sevme,sempati gibi duygular da telkin ediyor. Hikayede önemli olan  hususlardan biri ‘ şahıslar arası münasebet’tir.Duyguların hemen hepsi, bu münasebetlerden doğuyor.İnsanların ‘ kader’lerini de bu münasebetler  tayin ediyor.

Rençber Nuri’nin karısı hoppa bir kadındır, kocası işe gidince ‘ perçemi kaşının üstüne düşen Hakkı’ eve damlar.Neticede kadın evden kaçar.Adam ı çocukları ile yalnız bırakır. İşte bir aile faciası.Makinist Halit ile karısı Mualla birbirleriyle sevişirler.Fakat yazar, onları da  ayrılırken gösterir.Makinist Halit ile karısı  Mualla ‘nın ayrılırken  birbirlerini  birbirlerini  kucaklamaları , öpüşmeleri ve  konuşmaları , kendilerini seyreden çocukların  hoşuna gider .Aralarında  bu sahneyi taklit ederler.Melahat  Abla  ile Yüzbaşı  Halit Bey  arasında eski Türk kasaba hayatına has, temiz,çekingen ,  masum, hoş, hüzünlü bir aşk macerası geçer.Fakat onlar da birbirlerinden ayrılırlar.Bahçesinde soğan ve marul yetiştiren Hatice  Nine,fakir ve yoksuldur.Hikayeci bizde ona karşı bir acıma  ve sempati duygusu uyandırır.Yazar bize  İsmet Hanım hakkında pek az bilgi verir: ”Gecenin içinde, bütün sokağı  ayağa kaldıran ‘ yetişin, yandım!’ diye dağılan  sesi yıllarca kulağımdan gitmedi.”Fakat  bu kısa cümle adeta bir şimşek aydınlığında  onun trajik  kaderini gösterir.

 

7)KİŞİLER:

1) Nuri

2) Nuri’nin karısı

3) Nuri’nin çocukları

4) Makinist Halit

5) Makinist Halit

6) Melahat Abla

7) Yüzbaşı Hayri Bey

8) Hatice Nine

9) İsmet Abla

 

8)ZAMAN:

Bu hikayede kullanılan fiilin zaman kipi geçmişte cereyan eden hadiseleri ifade eder.Hatıralara en uygun olan bu kip her şeyi hikaye şekline sokar.Necati Cumalı’nın hikayesine bu kip hakimdir.Yazar geçmiş zamana ait hadiseleri bu kiple anlatırken, ister istemez onlara bir ”geçmiş zaman ” havası verir.Hikaye sanatı bir ‘ zaman sanatı’dır.Onda her şey bir oluş, akış, sona eriş veya yeniden başlayıştır.Bu aynı zamanda bir ‘ bakış tarzı’dır. Hayatta olduğu gibi hikayede de hiçbir  şey statik değildir.Her  şey geçen zamanın içinde yer alır.Necati Cumalı da hikayesinde insanları geçen zaman içinde ele alıyor.”Geçen zaman” bir bakıma ”kader” demektir.

9) MEKAN:

Mahalle

 

10) DİL VE ÜSLUP:

Necati Cumalı’nın üslubu berraktır.Edebi sanatlara başvurmaz.Gerçeğin özelliklerini olduğu gibi vermeye çalışır.Bu onun hayata bakış tarzına da uygundur.

11) OKUR DÜŞÜNCELERİ:

1) Bu öyküyü ilk okuduğumda Necati Cumalı ile Yusuf Atılgan’ın dedikoduya bakışları arasındaki farkı düşünmüştüm önce. Cum ali’nin bu öyküde iyice gün yüzüne çıkan insancıl yaklaşımının, dedikoduya insan iliksilerinde sıcak bir rol verme çabasının  karsısına Atılgan’ın dedikoduyu bir araz, bir bozulmuşluk göstergesi, toplumun insanlar üzerinde baskı kurmasının aracı olarak gören yaklaşımını koyup düşünmüştüm. Dedikodu deyince aklıma ilk gelen yazarı, Yasar Kemal’i de bunların yanına koyma gereği duymuştum. Cumalı ve Atılgan kisaca deginip gecmek zorunda kaliyorlar, oysa Yasar Kemal romanlarinda dedikodunun soylenceyle bulusan, onu besleyen yonunu de gorme sansina kavusuyoruz. Insanlarin iyi gunlerde her seyi en guzel yaniyla gormeye, gostermeye, gerektiginde kendi cikarlarina uydurmaya, hoslarina gitmeyen bir seye karsi tepki olusturmak icin kullanmaya vakfettikleri dedikodunun degisik boyutlarini yeri geldikce inceliyor Yasar Kemal. Yusuf Atilgan’in korkunc Necati Cumali’nin sevimli/ insancil bir gozle baktigi dedikoduyu Yasar Kemal’in dogal buldugunu, insan iliskilerinde oyle bir konuma yerlestirdigini dusunuyorum.

“”

Hikaye mi ariyorsun dunyada? Al, iste! Burnunun dibinde. Su sokagin icinden gozune ilisen evi sec. Yeter ki gonlunde, o evin insanlarini tanimak isteyecek merakin olsun! Ne isin var uzaklarda?

Cumali’nin o evdeki insanlari tanima meraki olarak tanittigi sey, baska oykulerinden de gordugumuz kadariyla, hicbir zaman baskasinin kisisel haklarini baskilayacak bir konuma ulasamiyor. Onun yastiginin altinda silahla sus pus edip yatirdigi Beysehirli’ye kimsenin baska bir sey yaptiramiyor olmasi da bunun gostergesi degil mi? Cumali oykulerini bu kadar sevmemin bir nedeni de belki onun dunyayi anlayisli insanlarla doldurmasi, onlara sukunet ve insancillik asilamasi; insani toplumsal yasamdan soyutlamadan iyilige, guzellige yoneltebilmesi. Yusuf Atilgan’in surekli toplumdan kurtulmaya calisan insanlarina kiyasla Cumali’nin dunyasi bana daha sevimli gorunuyor. Belki Yasar Kemal’inki kadar gercekci degil her zaman (Beysehirli’nin, baska kisilerin, beklenenden daha yumusak basli, daha anlayisli olduklarini hatirlayalim), ama insan iliskilerinin baska turlusunun de mumkun oldugunu hissettirmesi bakimindan cok degerli.

“”
Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamiyor ki insan. Daha komsularin kimler? demeye kalmadan, bakiyorsunuz gununuz dolmus, baska bir eve, baska bir sokaga tasiniyorsunuz. Yahut bahtiniza, baska bir kentin yolu gorunuyor. Yoksa insan, dogru durust yanini yoresini tanimaya kalksa, bir sokaga cok iyi biliyorum ki omru ancak yeter.  EREN

2) Öyküyle ilgili yapılan yorumlardan sonra aslında söze gerek yok kanımca, ama gene deBarış’ın aşağıdaki alıntı ile yaptığı tesbitin altını çizmek isterim:

Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilişen ilk evi seç. Yeter ki gölünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda.
Bu son kısım öykünün can damarı diye düşünüyorum. 1950 kuşağının, Camus ve Sartre etkisi taşıyan, varoluş sorunlarıyla boğuşan öyküsüne karşı bir bildirge gibi yazılmış öykü. Bu yıllar yoğun Sait Faik etkisi taşıyan yıllar aynı zamanda. Ancak, yine de, Demokrat Parti’nin özgürlük söyleminin ardından getirdiği baskı ve kültürel erozyon, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş yıllarının getirdiği boğucu hava, varoluşçuluk akımının özgürlük kavramına bile taşıdığı karamsar atmosfer egemenliğini sürdürüyor.
Yazarların, kendine döndüğü , bireye, bireyin çıkmazlarına ilgi duyduğu,farklı anlam arayışları, yeni üslup denemeleriyle toplumdan uzaklaşma eğiliminin arttığı dönemde yazıyor Cumalı öyküyü. Sanki sırf Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilişen ilk evi seç. Yeter ki gölünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda. söylemek için yazıyor öyküyü. (Çünkü öykü akıp giderken birden bire lafı keserek söylüyor bunu, bir iç konuşma gibi çıkıyor aradan cümleler.) Bunun için de hikaye içinde hikayeler anlatarak, anlatacak ne çok şey olduğunu göstermek istiyor. Üstelik fazlaca hatırlamadığı halde onca anlatacak şey buluyor bir zamanlar yaşamış olduğu sokakta. Burada sürekli kalabilseydi daha ne hikayeler, ne ayrıntılar bulurdu anlatacak. Ama gel gör ki, hiç bir yerde sonsuza dek kalmak mümkün değil, ardından birileri gelsin de, gözlerini mahallesine, sokağına, ülkesine, çevirsin anlatsın istiyor”burnunun dibindeki”, hikayeleri…Ancak gidişat bunu göstermiyor, bu yüzden aklı arkada kalacak yazarın.
Bana öyle geldi ki, Nuri’nin yıllarca sıcak savaşın içinde bulunmuş olması, savaşla ilgili yorumları, yaşam mücadelesi “bunalım edebiyatı” için “hayat devam ediyor”un özel bir örneğidir. Ve Nuri de o koşullar içinde bir anlam arayışı içindedir. Bir anlam veremediğinden de yalnıca”acayip” deyip geçmektedir. (sanki çok düşünenler başka bir şey mi demiştir? -bu da benim yorumum-:))
Kısa kısa geçtiği hikayelerde sevdiğim şey hep kadına bir kimlik veriyor, erkeğe de tabi; ama özellikle kadına.Bunun bazen özellikle yapıldığını düşünüyorum. Kahramanlar öykünün sonunda çoğunlukla değişiyor,değiştiriyor. Hiç bir şey durağan değil. Yusuf Atılgan’ın öykülerine “düşünen öyküler” Cumalı’ nınkine de “yaşayan öyküler” diyesim geliyor.

METİN

Aklım Arkada Kalacak

Necati Cumalı
Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. (»damda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.

Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız.

Pencerenin önünde baktım; karşı komşumuz Boşnak Nuri’nin büyük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş ağlıyor.

Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var ok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri’den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı. Hakkı m kadının dostu diye laf çıkarmışlardı konukomşu. Nuri’nin küçük oğlu, hani ıı ağlayan Hakkı’ya benzerdi de kadının bu çocuğu Hakkı’dan doğurduğunu söylerlerdi. Nuri de bilirdi derler karısının hovardalığını. Bilirdi ama, kadına dayanan nazdı. Sonra iki yıl kadar önce kadın, üç çocuğunu da, Nuri’yi de, Hakkı’yı da ıı akıp kaçtı. Türlü laflar duyduk arkasından. Kaynına konuk gelen bir Akhisarlı’ya kaçtı, dediler. Aydın’a gitti, dediler. Genelevlere düşmüş, İzmir’de dediler. Kadın nereye gittiyse gitti Nuri o sıralarda en büyüğü beş yaşında kızı, onun ikici yaş küçüğü, iki oğluyla kaldı. Şimdi çocuklara, sözüm ona Nuri’nin büyük kıı bakar. Konukomşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler.

Ablası koştu. Oğlanı kollarının altından tutup kaldırdı. Sonra büyük bir taşbebeği kucaklar gibi, kardeşini kucaklayıp kapılarının eşiğine oturttu. Çocuğu iki yana sallamaya başladı.

Nuri’nin karısını etraflıca hatırlayayım diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından hatırıma. Eve girip çıkarken, şöyle gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü. Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi bu kadar…

Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu hakkında bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri’yi desen; onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak “Ne var, ne yok bey?” derdi. “Ne yazıyor gazete?” Eline hiç gazete almamış, okuma yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyliyeceğimi, “Şundan bundan”; derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. “Acayip?..” derdi o Boşnak şivesiyle. “Muharebe var mı? Muharebe” “Yok”, derdim. “Yeni muharebe yok.. Habeşistan’da vardı. Bitti.” Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. “Acayip?” diye tekrarlardı. “Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz.”

Balkan Harbi’nin bitimi çocukluktan çıktığı yıllara rastlamış Nuri’nin. Osmanlı ordusu yenik düşünce, Sırbistan’da çoğu Müslümanlar dağa çıkmış o zamanlar. Nuri’nin de o sırada eline bir mavzer tutuşturan tutuşturmuş. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, Suriye cephesinde, Galiçya’da, Kafkaslar’da on seneye yakın bırakmamış elinden o mavzeri Nuri.

Ben harp yok deyince Nuri’nin nasıl hayret içinde kaldığını hatırlıyorum. Sanki bu kadar sene savaştıktan sonra işin neye bağlandığını düşünür düşünür bulamazdı. Başını iki yana sallardı gene, “acayip!”.

Nuri’den de bütün hatırladığım bu işte!

Sadece, Nuri ile karısı mı, böyle yarım yamalak hatırladığım? Sahi. Kimler gelip geçti, bizim sokaktan… Hatırlarım, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapının alt katı Makinist Halit’in atölyesiydi. Üst katı evi. Sokağın bütün çocukları atölyesinin kapısı önünde birikir, onun çalışmasını seyrederdik, hayran hayran. Bazan elinde anahtarlar, âletler, atölyesinin kapısı önüne getirilen bir otomobilin altına girer, uğraşır, uğraşır, sonra alnının terini elinin tersiyle silerek otomobilin altından çıkardı. Az sonra otomobil getiren adama “nasıl” dediğini duyardık, “tamam mı?” Adam: “Tamam Halit usta” derdi. “Sen bilirsin.”

Halit usta ilk zamanlar bekârdı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odasında toplandığı uzun kış geceleri, hatırlarım, kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabaklan, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. Annem ne kadar zorlarsa zorlasın, böyle gecelerde yatmak istemezdim, öteki kadınların aksine, incecik, narin bir kadındı o. “Gel,” derdi çok geçmeden, “fincanı beraber saklayalım.” Müthiş sevinirdim. Odanın bir köşesine o, daha onun tarafından iki üç kadın, başlanın, fincan tepsisini, bir örtüyle örterler, beni de aralarına alırlar, yüzüğü fincanlardan birinin altına saklardık. Sonra bütün gece beni yanından ayırmazdı.

Kasabanın elektrikleri saat onikide sönerdi. Saat onikiye doğru elektrikler üç defa arkası arkasına çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı. “Muallâ Hanım, Halit Bey seni çağırıyor!” Hafif omuz silkerdi o, “Beklesin biraz. Kaçmadım ya!”

Bilirdik ki, Muallâ Hanım yarım saat daha oturursa, saat onikiyi geçse de elektrikler sönmez. Yalnız Halit ustanın işaretleri sıklaşır, bazan bir dakikadan fazla elektrikler sönük kalır tekrar yanardı. Nihayet gülüşmeler, şakalar arasında misafirler kalkar, dağılırlardı.

Sonra bir gün sokakta oynarken, baktık, sokağın çıktığı cadde üzerinde, Halit ustanın evinin köşesinde bir otobüs durmuş koma çalıyor. Halit ustanın evinin üst katına çıkan kapı açık. Kapının içinde Halit usta ile Muallâ teyze sıkı sıkı sarılmışlar birbirine, dudakları kenetlenmiş, bir türlü ayrılamıyorlar. Otobüsün şoförü az bekleyip basıyor kornaya tekrar. Onlar ayrılır gibi oluyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Birbirlerinin yüzünü gözünü öpücüklerle boğup tekrar dudak dudağa kalıyorlar. Ben, yanımda doktor yüzbaşının kızı Feriha, daha etrafta bir yığın çocuk, kapının önüne yığılmışız. Farkında değiller. Muallâ teyze tam tekrar kapıdan çıkmaya davranırken bizi görüyor. İkisi de gülüyorlar. Halit usta: “Mektup yaz” diyor. “Gider gitmez yaz.” Muallâ teyze “Bekletme sen de.” diyor, “hemen gel!” Otobüsün muavini “hadi”, diyor, çabuk olun.” Şoför, komaya basıyor. Muallâ teyze bizlere el sallayıp otobüse doğru ilerliyor.

Sonraları oynarken Feriha ikide birde bana: “Sen Halit usta ol, ben Muallâ teyze olayım.” diyor. Tabii otobüsün de acele etmesi lâzım. Bizden daha küçük bir çocuk, ağzıyla koma çalıyor. Sarılıyoruz Feriha ile birbirimize. Sonra ne yapacağımızı bilemiyoruz. Dudaklarımı Feriha’nın dudaklarına iyice yapıştırıyorum. ikimiz de az sonra boğulacak gibi oluyoruz. Feriha arada bir “Dur, yavaş” diyor. “Hadi şimdi”. Ayrılmışken kollarını tekrar boynuma uzatıyor. Oyunun her sefer sonunda Feriha’ya “mektup yaz” diyorum. “Gider gitmez yaz…” O da: “Sen de bekletme!” diyor, “çabuk gel!”

Halit ustayı, Muallâ teyzeyi, Feriha’yı daha uzun hatırlamaya çalışıyorum. Nafile! Halit ustadan açık mavi bir çift göz, yağlı bir tulum kalmış hatırımda. Muallâ teyzeden bir demet dalgalı, siyah saç. Feriha’dan pembe beyaz yanaklar, kuru ot kokusuna, yaz akşamlan duyulan kokulara benzer bir koku hatırlıyorum.

Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde, Melâhat abla. Tek katlı evin sokağa bakan odası Melâhat ablanındı. Sokak pencereleri önünde bir duvardan bir duvara uzanan, üstü tek kırışıksız, saçakları dantelli beyaz örtülerle kaplı, kenarlarında Melâhat ablanın kendi eliyle işlediği yastıklar dizili minder. Uğula uğula aşınmaya yüz tutmuş pırıl pırıl döşeme tahtaları. Minderin önünde küçük, tertemiz bir kilim. Daima taze badanalanmış duvarlarda kartpostallar. Melâhat ablanın ilkokul hâtıraları… Üzeri beyaz işlemeli örtülerle kaplı tahta bir masanın üstünde ucuzundan bir ayna ile krepon kâğıdından yapma güller.

Okula yeni başladığım yıllarda Melâhat abla alırdı beni karşısına. Elişleri ödevlerimi yapar, derslerimi anlatırdı bana. Papuçlarımı odanın kapısında çıkarırdım. Minderde, pencerenin önünde, onun dizleri dibine oturur, onun hünerli ellerini seyre dalardım.

Melâhat ablaların evlerine karşı piyade taburunun tavlası vardı. Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölüğünün katırları o tavlada dururdu.

Bir yüzbaşı Hayri Bey vardı. İkinci üstleri, ben okuldan çıkıp Melâhat ablalara uğradıktan sonra, gelir, tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken, tımarın başında durur, sonra da tavlanın bitişiğindeki arsada, çılbır başlığıyla bineğini en az yarım saat çalıştırırdı.

Ödevlerimi yaparken Melâhat ablanın bakışlarının sık sık pencereden dışarı kaydığını; farkederdim. Ben de onu bakışları arkasından pencereden bakar, Yüzbaşıyla gözgöze gelince bakışlarını, yanakları kızararak önüne eğdiğini görürdüm. Elleri hafif titreyerek saçlarımı okşardı böyle zamanlarda, göğsü kalkıp inerdi.

Bir ikindi vakti okuldan dönerken, sokağa sapınca, yüzbaşının gene bineğini tımar ettiğini gördüm. Tavlanın önüne yaklaştığım sırada Melâhat ablaların kapısı açıldı. Melâhat abla, beline kadar inen saçlarını çözüp taramış, üzerinde beyaz bulûzu, lacivert etekliği, elinde bir kitap, kapıdan çıktı. Kitabı mahcup mahcup yüzbaşıya uzattı:

Teşekkür ederim. Çok güzel! Yüzbaşı gülümseyerek kitabı aldı:

Korkarım sizi üzmüştür.

Melâhat abla, mahzun, başını kaldırdı hafifçe:

Ah, zararı yok! Sonu çok acı ama, çok güzel!

Beni de çok üzmüştü okuduğum zaman, dedi yüzbaşı. Melâhat abla:

Beni de, diyebildi. Sonra kapılarının içine çekildi. Yüzbaşı o sırada beni gördü:

Merhaba delikanlı! Bize selâm vermek yok mu?

Durdum. Başımı önüme eğdim. Yüzbaşı, Melâhat ablaya sordu:

Sizin ahbap galiba, değil mi?

Melâhat ablanın cevabını beklemeden, önümde ayak burunları üzerinde çömelerek beni hafifçe dirseklerimden tuttu; sonra çenemi, yüzüm hizasına getirecek şekilde hafif yukan kaldırdı.

Adın ne bakalım senin? Mırıldandım:

Saim.

Kaçıncı sınıftasın?

İkinci sınıftayım.

Ooo! Maşallah neredeyse okulu kolaylamışsın! Ne olacaksın büyüyünce? Bineğe şöyle yan gözle baktım. Öyle bir atım olmasını isterdim ki… Yüzbaşı, ceplerini karıştırdı. Sonunda talim düdüğünü çıkardı cebinden, güldü:

Saim, bunu sana versem ister misin?.

Sevinçten kulaklarıma kadar kızardım. Başımı, evet anlamına eğdim.

Al öyleyse…

Düdük benimdi. Uçuyordum. Koşmaya hazırdım. Yüzbaşı:

Dur bakalım, dedi, önce öttür bakalım, öttürebiliyor musun? Sonra bırakırım seni…

Bütün nefesimle düdüğü üfledim. Yüzbaşı neşeyle güldü, saçımı okşayıp:

Haydi, şimdi, dedi. Serbestsin. Marş marş!…

Arkamdan, Melâhat ablaya, benim için “cin gibi”ye benzer lâflar ettiğini duydum.

O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı. Yüzbaşı Hayri Bey de taburla gitti. Melâhat abla, çok mu üzüldü o gidince, hatırlayamıyorum. Yalnız minderde, pencerenin önünde oturmuyordu eskisi gibi. Tavlanın kapalı kepenklerine bakmak benim bile içimi sıkıyordu. Ona sık sık, “Melâhat abla, subay olacağım” diyordum. Bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor muydu? Subay olup onunla evlenecektim. O, onsekiz yaşındaydı o sıralarda. Ben sekiz…

Daha bize yakın, duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı için çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine otururdu. Bahara doğru akşamlan babam beş kuruş verir, “git,” derdi, “Hatice nineden birkaç baş taze soğanla iki marul al.” Tuttururdum beş kuruş az diye. Hatice nineye acırdım ben. Oğlu askerdi. Bahçesine kendi bakardı. Sonra beş kuruş daha verirlerdi. Bir koşu evden fırlar, Hatice ninenin avlu kapısının ipine asılırdım. Kapının dibinde nefes nefese seslenirdim:

Hatice nine! Hatice nine!

Kadıncağız iki büklüm evinin etrafı tahta parmaklıkla çevrili hayatına çıkardı.

Annem, selâm söyledi. Marul almaya geldim.

Al, derdi kısık sesiyle. Geç bahçeye. Çıkar.

Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeye geçerdim. Akşamın alacakaranlığında, yeni sulanmış bahçeden, yedi sekiz baş soğan, iki marul kökler, dönüşte Hatice nineye on kuruş uzatırdım. O her seferinde:

Az bu kadar, derdi. Üşendin mi köklemeye?

Yeter, diyecek olurdum. Elinin tersiyle çevirirdi beni:

Siz kalabalıksınız. Verdiğin para da çok. Git bu kadar daha kökle. Az sonra ben kapıdan çıkarken:

Selâm söyle annene, diye seslenirdi. Her seferinde para göndermesin. Bu kadar senelik komşuyuz.

Sonra daha yakınımızda, İsmet Abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir haziran görünüşü gibi hatırımda kalan İsmet abla ile annesi komşulardan dönüp de yataklarına çekilince, saklandığı yerden çıkıp kızcağıza saldırmış derlerdi. İsmet abla varmak istemiyordu adama. Söz kesen kendisi değil, yakınlarıydı.

İsmet ablayı göremedim bir daha. Bana onun hastahaneye kaldırılırken kan kaybından yolda öldüğünü yıllarca söylemediler. Yıllarca taşlıklarda, mutfak köşelerinde duran küplerin arkasında, eli bıçaklı katiller saklıdır sandım. İsmet ablanın, gecenin içinde, bütün sokağı ayağa kaldıran “yetişin, yandım!” diye dağılan sesi yıllarca kulaklarımdan gitmedi.

Bizim tenha sokağımızın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış hatırımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi anyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki, gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?

Evet, işte bu sokaktan başlamalı. Bir zaman benim bütün dünyam bu penceresinden baktığım evden ibaretti. Bir yaşa gelince bu evin kapısından sokağa çıktım. Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım. Sonra, sokaktan ilçenin ana caddesine, başka sokaklarına, günü gelince de ilçeden ile, oradan başka illere…

Okullarda, yolculuklarda, kahvelerde, sokaklarda, devlet dairelerinde, kışlalarda, hastanelerde, bir yığın insan içine karıştım şimdiye kadar. Bir kısmı bizim sokağın insanları gibi yarım yamalak hatırımda. Çoğu ile karşılaşınca, adını unuttuğumu anlamasın diye ne yapacağımı şaşırıyorum.

Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamıyor ki insan. Daha etrafımda ne var demeye kalmadan, bakıyorsunuz gününüz dolmuş, başka bir eve, başka bir sokağa taşınıyorsunuz. Yahut bahtınıza, başka bir şehrin yolu görünüyor. Yoksa insan, doğru dürüst etrafını tanımaya kalksa, bir eve, bir sokağa eminim ki, ömrü ancak yeter.

Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti. Yeni makinisti, Melâhat ablaların evini satın alanları, Hatice ninenin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Eminim, benim canım hiç sıkılmadı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç olmazsa aklım arkada kalmazdı!..

 

 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*