Son Haberler
Anasayfa / atölye / KAĞNI HİKAYE İNCELEMESİ

KAĞNI HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

                                                              KAĞNI
Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı’nda Sarı Mehmet’i vurdu.
Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. Bu, köylünün aklına en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin’in babası Mevlüt Ağa’nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet’in bir tek ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam:
-Ülen  kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar? Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım.
Sarı Mehmet’in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi. Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını söylüyor. Ne dersin?-
Bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli örtünün altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve ıslak yanaklarından çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.

Orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun söylendiler: -Öyle değil mi, ha? Diyiversene, ha! Aklın yattı mı? Diyiversene!- diye diller döktüler.
Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede, güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı. Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Ara sıra içlerinden biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor, biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan tavrını alıyordu.
Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü. Mevlüt Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.
Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği -hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.
Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.
Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız: -Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de…

Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa’yı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkar etti.
İkindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmet’in ölüsünü mezardan çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu (kokuyordu). Herkes beş on adım geri çekildi. Candarmalar Mehmet’in anasını çağırarak: -Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin…
Doktor  muayene edecek!- dediler.
Kadın: -Yavrumu mezarında bile rahat komadılar!- diye iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine götürmekte idi. Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından dokundu: -Kalk bakalım!- dedi.
Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, Savrukların Hüseyin’i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.
İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay ışığı altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen bu kağnı, hiç de bir ölü taşıyora benzemiyordu: Öküzler sırtlarına vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber, beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.
Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazen birdenbire hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başladı.
Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Öküzlere -oooha- diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üçetekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.

-Sabahattin Ali (Varlık, 15.09.1935)

 

 

1)ŞEKİL(DIŞ YAPI)

 

1)Hikayenin Adı: Kağnı

 

2)Yazarın Adı: Sabahattin Ali

 

3)Baskısı: YKY ‘de 8. baskı İstanbul ,  Nisan 2011

 

Boyutu: Kitap 222 sayfadır  , 14 punto ile yazılmıştır,kitabın boyu 21  cm ,eni 14 cm ‘dir

 

4)Önsöz: Yok

 

5)Yazarın Hayatı:           SABAHATTİN ALİ

Öykü  ve  roman  yazarı  olarak  yapıtlarında  toplum  sorunlarını  tüm çıplaklığıyla  yansıtan  ve  cumhuriyetin  ilk  yıllarında  filizlenen  Gerçekçilik Akımı ‘nın  öncülerinden  sayılan  bir  yazarımızdır.Ağaların  ,jandarmaların  ve sıradan  insanları ,halktan  kopuk  memur  ve  aydınları  konu  alır. Yapıtlarında insan  sevgisi  egemendir.

Sabahattin Ali, o  dönemlerde  Osmanlı  Devleti  sınırları  içinde  bulunan Gümülcine’nin  Eğridere  köyünde 1907 tarihinde  doğdu.  Babası  yüzbaşı   Ali  Selahattin Bey  döneminin  önde  gelen  düşün  ve  sanat  adamlarından  Prens  Sabaheddin ile Tevfik Fikret’in  yakın  dostuydu. İlk  öğrenimini, babasının  görevi  gereği sık  sık  yer  değiştirmesi  nedeniyle  çeşitli  kentlerde  yaptı .Birinci  Dünya Savaşı  süresince  bulunduğu  Çanakkale’de  yaşadıkları  kişiliğinde  derin  izler bırakmıştır.Aile  daha  sonra  Edremit’e  göç  etti.Emekli  olan  babasının  aylık alamaması  nedeniyle  aile  zor  günler  yaşamaktaydı .İlkokulu  burada  bitiren Sabahattin  Ali, Balıkesir  Öğretmen  Okulu’nda  başladığı  öğrenimini  1927’de İstanbul  Öğretmen  Okulu’nda  bitirdi . Bir yıl  Yozgat’ta  ilkokul  öğretmenliği yaptıktan  sonra  Milli  Eğitim  Bakanlığı’nın  açtığı  sınavı  kazanarak  1928’de gittiği  Almanya’da  iki  yıl  eğitim  gördü. Ülkeye döndükten  sonra  Aydın  ve  Konya   ortaokullarında  Almanca  öğretmenliği  yaptı . Bu  sırada öyküleri Resimli Ay dergisinde yayımlanmaya başlamıştı.

Konya’da  öğretmenliği sırasında  bir  dost toplantısında  okuduğu ,Atatürk’ü yeren  bir  şiirinin  ihbar  edilmesi  üzerine  1932’de   bir  yıl  hapse  mahkum edildi  Konya ve  Sinop  cezaevlerinde yattı .Cezasının  bitmesine  daha  birkaç ay varken  cumhuriyettin 10. Yılı nedeniyle 1933’te çıkarılan  af  yasasıyla  serbest  bırakıldı. Yeniden  öğretmenlik  yapmak  için  bakanlığa  başvurduğunda kendisinden  yönetim  karşıtı  görüşlerini  değiştirmesi  istendi .Bunun  üzerine 1934’te Atatürk ‘ü öven “ Benim Aşkım” adlı  şiirini  yayımlayınca  bir yıl sonra  Milli  Eğitim  Bakanlığı  Yayın  Müdürlüğünde  işe  başladı .Daha  sonra Ankara  2. Ortaokulu’nda  ve  Devlet  Konservatuarı’nda öğretmenlik yaptı.1945’te  kendisine  karşı  Milliyetçi –Turancı  kesimden  yöneltilen eleştiriler  üzerine  bakanlık  emrine  alındı . Bunun  üzerine  görevden   ayrılarak   İstanbul’a  gitti  ve  gazeteciğe başladı. Aynı  yıl Yeni  Dünya, Aziz Nesin  ile  birlikte  Markopaşa  Merhumpaşa  ve  Alibaba  dergilerini çıkardı. Markopaşa’da  yayımlanana  bir  yazısı  nedeniyle  üç  ay  hapis  yattı  daha sonra  bir  kamyon  satın  alarak  1948’de  taşımacılığa  başladı  Bu arada Zincirli Hürriyet dergisinde yazmayı sürdürüyordu. Sürekli  baskı  altında tutulmaktan  ve  izlenmekten  duyduğu  tedirginlik  nedeniyle  Bulgaristan’a geçmek  isterken  kendisine  kılavuzluk  eden  kişi  tarafından   öldürüldü . Sabahattin Ali’ nin  gelişmesinde  savaşlar  ve  siyasi  dalgalanmalar  içinde geçirdiği çocukluğunun, sanata  ve  düşünce  dünyasına  açık  olan  babasının önemli  bir  yeri  vardır . Duygu  yüklü ilk  şiir  ve  öyküleri 1926’da Balıkesir ‘de  yayımlanan ırmak adlı dergide  basıldı. Daha sonra Yedi Meşale, Güneş, Serveti-Fünun  dergilerinde  yazmayı  sürdürdü .Hece  ölçüsüyle  yazdığı  ve  halk şairlerinden  etkilendiği  bu  şiirlerini  1934’te  Dağlar  ve  Rüzgar  adlı  kitapta topladı .

Şiirleri  ilgi  görmesine  karşın Sabahattin Ali öykü ve roman alanını seçti. Yazdıkları  arasında  toplumsal  konulu  öyküler  ağırlık  taşır . Değirmen  adlı yapıtında  topladığı  ilk  öykülerinin  büyük  bölümü  romantik  öykülerdir . Öykülerde  kişileri  toplumsal  sorunların  içinde  yansıtmış,insana özgü durumları  çarpıtmadan  ve  abartmadan  gerçeğe uygun olarak vermiştir .Yazarın kendine özgü kimliği ile belirgenleşen öykücülüğünün 1936’da yayımlanana  ikinci  kitabı  Kağnı ve bir yıl sonra yayımladığı Ses ile başladığını  söyleyebiliriz . Bu  kitaplarındaki  öykülerinin  konularını  Konya  ve Orta Anadolu  kentlerindeki  öğretmenlik  günlerinin  anıları  ile  hapishanede gözlemledikleri  oluşturur  1943’te yayımladığı  üçüncü  kitabı  Yeni  Dünya ‘daki  öykülerin  tümü  gözlem  ve  yaşantılarına  dayanır. Öykülerinin kahramanları  her  gün  rastladığımız , konuştuğumuz  kişilerdir .Sabahattin Ali Türk  edebiyatında  köyü  ve  köylüyü  belli  bir  bakış  açısıyla  inceleyen  ilk yazardır .Yapıtlarının  merkezinde  ise  köy  ve  köylü  vardır  onların  toplumsal ve  ekonomik  durumlarını , doğayla  mücadelerini , devlete , aydınlara ve yöneticilere  duydukları  güvensizlikleri , ürünlerini  satmakta  çektikleri güçlükleri  anlatır.Sayıları  çok  olmamakla  birlikte , bazı  öykülerinde  işçileri de  konu  alırmıştır. Kötü  çalışma  koşullarını , ücretlerinin  düşüklüğünü ,işçi-işveren  ilişkilerinin  irdelendiği  bu  öyküler  köy  ve  köylüyle  ilişkili  öyküler kadar  ayrıntılı  değildir. Yapıtlarında  aydınlara  eleştirel  bir  yaklaşımda  vardır  Türk  aydınının  halktan  kopukluğunu ,halkla  ilişkilerindeki  içtenlikten yoksunluklarını  alaycı  bir  dille  eleştirir .Yöneticilerin  halktan  kopuk oluşlarını  gözeterek  zenginlerin  yanında  yer  alışlarını  anlatır .Yazdıklarının halk  tarrafından  okunmasını  amaçlayan  Sabahattin  Ali  öykü  ve romanlarında yalın bir dil ve anlatım kullanmıştır.

 

Eserleri: Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Değirmen, Yeni Dünya, Kağnı , Ses, Sırça Köşk, Markopaşa Yazıları ve Ötekileri

 

2)MUHTEVA (İÇ YAPI)

 

1) Tema: Hakkını aramak

 

2)Konu: İnsan bazı gerçekler karşısında hakkını aramalıdır

 

3)Ana Düşünce: İnsan ne kadar fakir ve güçsüz olursa olsun hakkını aramalıdır kendisini savunmalıdır

 

4)Tez ,  Mesaj, İleti: İnsan her durumda hakkını aramalıdır ,kendini hiçbir  zaman güçsüz ve zayıf görmemelidir ,gerçekler karşısında susup kalmamalıdır çünkü herkesin bildiği gerçekler asla gizlenemez hak yerini bulur,güneş balçıkla sıvanmaz

 

5)Özet: Savrukların Hüseyin’in bir tarla meselesi yüzünden ark başında Sarı Mehmet’i vurdu. otuz evli köy birbirine girdi ve şaşırdılar. Herkes jandarmaların gelmesini bekliyordu ancak karakol buraya altı saat uzakta idi.Kimse olayı haber vermedikçe köye uğramazlardı bile . Bütün köylü Hüseyin’in babası Mevlut Ağa ‘nın başına toplandı . Sarı  Mehmet’in ihtiyar anasından başka kimsesi yoktu halk onu karşına aldı ve davacı olmaması için ona nasihat etmeye başladılar  annesi ise bütün bu sözleri oturduğu yerden başını sallayarak dinliyordu. Bu sırada ölü dışarıda kahvenin bahçesindeki hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar   . Kocakarı ise oğlunun  başucuna gidip oturmuştu .Bir eliyle sinekleri kovmaya ,öteki eliyle de gözlerini siliyordu daha sonra birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürmüşler sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkanıp gömülmüş .Mevlut Ağa ezandan sonra Sarı Mehmet’in anasına bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yollamış. Bir ay sonra köye iki süvari geliyor  . Kahvenin önünde iniyorlar .Bunları görence  muhtar korkuyor çünkü bunlar karakolun jandarmaları değildi vilayetten geliyorlardı . Jandarmaların biri kahvede kağıt kalem çıkardı , muhtardan başlayarak herkesin ifadesini almaya koyuldu diğeri ise köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.Mesele derhal köye yayılmıştı.Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan Garip Mehmet köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete  bildirmişti.Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylememiş sadece hiç kimseden şikayetçi olmadığını  söylüyordu .Daha otuz sene evvel kasabada onu şahit  göstermişler ve altı ay mahkemeye gidip geldiğinden tarlaları yüzüstü kalmıştı. Mehmet’te geri gelecek değildi bir de Mevlut Ağa’nın düşmanı olmaktan hiç hayır çıkmazdı. İkindiüstü jandarmalar mezarlığa gidip köylülerle birlikte Mehmet’in ölüsünü mezardan çıkarttılar ve jandarmalar Mehmet’in anasını çağırıp kağnıyı koşmalarını söylediler ve yaşlı kadın kağnısını koştu,oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı ,eski bir şilteyi ise kağnıya serdi ,ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı Gece olunca yola koyulmuşlardı .Jandarmalar daha evvel muhtarı,imamı Savrukların Hüseyin’i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollamışlardı.İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük ,birer eşek kadar küçük olan öküzün çektiği kağnını arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak elinde değnek ,ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak yürüyordu.Yaşlı kadın  ağır koku yüzünden sersemlemiş ,sendeleye sendeleye yürüyordu .Kağnı ise taşlara çarptıkça ,üzerinde bağlı ölüyü iki yana fırlatarak ve yükselip alçalan uzun yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.

 

6)Hikayenin  Türü: Olay öyküsüdür

 

7)Olaylar: Savrukların Hüseyin’in ark başında Sarı Mehmet’i vurması, köylülerin olayı jandarmaya bildirmemesi  , uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş gibi cenazeyi yıkayıp gömmeleri ancak Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan Garip Mehmet’in olayı hükümete bildirmesi üzerine köye gelen jandarmaların ceseti mezardan çıkarttırmaları ,kağnıya bağlayarak götürmeleri ve köydeki herkesin ifadesini alıp muhtarı,imamı,Mevlut Ağa, Savrukların Hüseyin’i tutuklamalarıdır anlatılmaktadır

 

 

Kahramanlar: Savrukların Hüseyin, Mevlut  Ağa, Sarı Mehmet ve annesi, imam muhtar,Garip Mehmet

 

Savrukların Hüseyin: Köyün zenginlerinden olan Mevlut Ağa’nın oğludur Sarı Mehmet’i vuran kişidir

 

Mevlut Ağa: Köyün en zenginlerinden, güçlü, her olayı parasıyla halleden herkesin ondan korktuğu kişidir.

 

Sarı Mehmet: Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin tarafından ark başında vurulan gençtir.

 

Sarı Mehmet’in annesi: Oğlunun acısını içine gömen zavallı , çaresiz bir annedir.

 

Garip Mehmet: Sarı Mehmet’in ölümünü hükümete bildiren kişidir.

 

İmam ve Muhtar: Sarı Mehmet’in vurulmasını jandarmaya bildirmemesi için

 

Sarı Mehmet’in annesine nasihat eden ve onu korkutan , tehdit eden kişilerdir.

 

9)İnsan İlişkileri(Sosyal İlişkiler):İnsan ilişkileri daha çok ezen ve ezilen ilişkisi üzerine kurulmuştur yani parası olan , güçlü kişilerin her türlü hakkı var istediğini yapabilir ancak parası olmayan ,güçsüz kimselerin hiçbir hakkı yoktur

10)Zaman: Olay bir yaz mevsiminde geçmektedir

 

11)Mekân: Bir köyde gerçekleşmektedir

 

12)Dil-Üslup: Sade bir anlatımı vardır ,öyküde devrik cümle kullanılmamıştır argo cümleler yoktur,tekrar eden cümleler ise sadece konuşma metinlerinde geçen “diyiversene” kelimesidir.Yazar Türkçenin yazım ve noktalama özelliklerine dikkat etmiştir

 

13)Dil Sapmaları: Öyküde küfür ,  yergi gibi cümleler kullanılmamıştır sadece halkın günlük kullanımı olan “ulen  kocakarı “ cümlesi vardır.

 

14)Çevre :   Anadolu ’nun herhangi bir köy meydanıdır.

 

15)Romanın Ekolü, Dönem Açısından: Klasik bir öyküdür.

 

16)Romanın Üstüne Okur Düşüncesi: Kağnı hikayesi gerçekten okunması gereken bir hikayedir . Yazarın sade bir anlatımının olması öykünün daha kolay okunmasını sağlamıştır . Anadolu insanını bu kadar gerçekçi vermesi çok etkileyicidir . Yazarın ele aldığı konu hala geçerliliğini korumaktadır çünkü günümüzde bile ezen  ve  ezilen insan vardır  . Olaylar karşısında susan , kendini hep çaresiz sanan insanlar vardır bunu da değiştirecek olan kendine güvenen eğitimli bireylerdir.Öyküyü okuduktan sonra etkisinden hemen kurtulamıyorsunuz özelliklede bir annenin olaylar karşısındaki çaresizliği insanı çok etkiliyor.Hikayeyi  ilk okuduğunuz andan kendinizi hikayenin içinde buluyorsunuz ve oradaki kahramanlardan biri siz oluyorsunuz belki de  yazarın amaçlarından biridir .Hikayeyi okurken kimi zaman kahramanlara kızıyor kimi zamanda üzülüyorsunuz .Hikayeyi okurken okuduğunuz her şey zihninizde

Canlanıveriyor. Hikaye sürükleyici ve merak uyandırıyor özellikle de Sarı Mehmet’in ölümünü hep gizli kalacak diye beklerken aniden jandarmaların gelmesi insanı  sevindiriyor.

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*