KAĞNI
Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı’nda Sarı Mehmet’i vurdu.
Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. Bu, köylünün aklına en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin’in babası Mevlüt Ağa’nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet’in bir tek ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam:
-Ülen kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar? Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım.
Sarı Mehmet’in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi. Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını söylüyor. Ne dersin?-
Bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli örtünün altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve ıslak yanaklarından çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.
Orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun söylendiler: -Öyle değil mi, ha? Diyiversene, ha! Aklın yattı mı? Diyiversene!- diye diller döktüler.
Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede, güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı. Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Ara sıra içlerinden biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor, biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan tavrını alıyordu.
Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü. Mevlüt Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.
Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği -hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.
Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.
Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız: -Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de…
Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa’yı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkar etti.
İkindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmet’in ölüsünü mezardan çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu (kokuyordu). Herkes beş on adım geri çekildi. Candarmalar Mehmet’in anasını çağırarak: -Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin…
Doktor muayene edecek!- dediler.
Kadın: -Yavrumu mezarında bile rahat komadılar!- diye iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine götürmekte idi. Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından dokundu: -Kalk bakalım!- dedi.
Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, Savrukların Hüseyin’i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.
İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay ışığı altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen bu kağnı, hiç de bir ölü taşıyora benzemiyordu: Öküzler sırtlarına vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber, beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.
Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazen birdenbire hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başladı.
Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Öküzlere -oooha- diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üçetekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.
-Sabahattin Ali (Varlık, 15.09.1935)
1)ŞEKİL(DIŞ YAPI)
1)Hikayenin Adı: Kağnı
2)Yazarın Adı: Sabahattin Ali
3)Baskısı: YKY ‘de 8. baskı İstanbul , Nisan 2011
Boyutu: Kitap 222 sayfadır , 14 punto ile yazılmıştır,kitabın boyu 21 cm ,eni 14 cm ‘dir
4)Önsöz: Yok
5)Yazarın Hayatı: SABAHATTİN ALİ
Öykü ve roman yazarı olarak yapıtlarında toplum sorunlarını tüm çıplaklığıyla yansıtan ve cumhuriyetin ilk yıllarında filizlenen Gerçekçilik Akımı ‘nın öncülerinden sayılan bir yazarımızdır.Ağaların ,jandarmaların ve sıradan insanları ,halktan kopuk memur ve aydınları konu alır. Yapıtlarında insan sevgisi egemendir.
Sabahattin Ali, o dönemlerde Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Gümülcine’nin Eğridere köyünde 1907 tarihinde doğdu. Babası yüzbaşı Ali Selahattin Bey döneminin önde gelen düşün ve sanat adamlarından Prens Sabaheddin ile Tevfik Fikret’in yakın dostuydu. İlk öğrenimini, babasının görevi gereği sık sık yer değiştirmesi nedeniyle çeşitli kentlerde yaptı .Birinci Dünya Savaşı süresince bulunduğu Çanakkale’de yaşadıkları kişiliğinde derin izler bırakmıştır.Aile daha sonra Edremit’e göç etti.Emekli olan babasının aylık alamaması nedeniyle aile zor günler yaşamaktaydı .İlkokulu burada bitiren Sabahattin Ali, Balıkesir Öğretmen Okulu’nda başladığı öğrenimini 1927’de İstanbul Öğretmen Okulu’nda bitirdi . Bir yıl Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak 1928’de gittiği Almanya’da iki yıl eğitim gördü. Ülkeye döndükten sonra Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yaptı . Bu sırada öyküleri Resimli Ay dergisinde yayımlanmaya başlamıştı.
Konya’da öğretmenliği sırasında bir dost toplantısında okuduğu ,Atatürk’ü yeren bir şiirinin ihbar edilmesi üzerine 1932’de bir yıl hapse mahkum edildi Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı .Cezasının bitmesine daha birkaç ay varken cumhuriyettin 10. Yılı nedeniyle 1933’te çıkarılan af yasasıyla serbest bırakıldı. Yeniden öğretmenlik yapmak için bakanlığa başvurduğunda kendisinden yönetim karşıtı görüşlerini değiştirmesi istendi .Bunun üzerine 1934’te Atatürk ‘ü öven “ Benim Aşkım” adlı şiirini yayımlayınca bir yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğünde işe başladı .Daha sonra Ankara 2. Ortaokulu’nda ve Devlet Konservatuarı’nda öğretmenlik yaptı.1945’te kendisine karşı Milliyetçi –Turancı kesimden yöneltilen eleştiriler üzerine bakanlık emrine alındı . Bunun üzerine görevden ayrılarak İstanbul’a gitti ve gazeteciğe başladı. Aynı yıl Yeni Dünya, Aziz Nesin ile birlikte Markopaşa Merhumpaşa ve Alibaba dergilerini çıkardı. Markopaşa’da yayımlanana bir yazısı nedeniyle üç ay hapis yattı daha sonra bir kamyon satın alarak 1948’de taşımacılığa başladı Bu arada Zincirli Hürriyet dergisinde yazmayı sürdürüyordu. Sürekli baskı altında tutulmaktan ve izlenmekten duyduğu tedirginlik nedeniyle Bulgaristan’a geçmek isterken kendisine kılavuzluk eden kişi tarafından öldürüldü . Sabahattin Ali’ nin gelişmesinde savaşlar ve siyasi dalgalanmalar içinde geçirdiği çocukluğunun, sanata ve düşünce dünyasına açık olan babasının önemli bir yeri vardır . Duygu yüklü ilk şiir ve öyküleri 1926’da Balıkesir ‘de yayımlanan ırmak adlı dergide basıldı. Daha sonra Yedi Meşale, Güneş, Serveti-Fünun dergilerinde yazmayı sürdürdü .Hece ölçüsüyle yazdığı ve halk şairlerinden etkilendiği bu şiirlerini 1934’te Dağlar ve Rüzgar adlı kitapta topladı .
Şiirleri ilgi görmesine karşın Sabahattin Ali öykü ve roman alanını seçti. Yazdıkları arasında toplumsal konulu öyküler ağırlık taşır . Değirmen adlı yapıtında topladığı ilk öykülerinin büyük bölümü romantik öykülerdir . Öykülerde kişileri toplumsal sorunların içinde yansıtmış,insana özgü durumları çarpıtmadan ve abartmadan gerçeğe uygun olarak vermiştir .Yazarın kendine özgü kimliği ile belirgenleşen öykücülüğünün 1936’da yayımlanana ikinci kitabı Kağnı ve bir yıl sonra yayımladığı Ses ile başladığını söyleyebiliriz . Bu kitaplarındaki öykülerinin konularını Konya ve Orta Anadolu kentlerindeki öğretmenlik günlerinin anıları ile hapishanede gözlemledikleri oluşturur 1943’te yayımladığı üçüncü kitabı Yeni Dünya ‘daki öykülerin tümü gözlem ve yaşantılarına dayanır. Öykülerinin kahramanları her gün rastladığımız , konuştuğumuz kişilerdir .Sabahattin Ali Türk edebiyatında köyü ve köylüyü belli bir bakış açısıyla inceleyen ilk yazardır .Yapıtlarının merkezinde ise köy ve köylü vardır onların toplumsal ve ekonomik durumlarını , doğayla mücadelerini , devlete , aydınlara ve yöneticilere duydukları güvensizlikleri , ürünlerini satmakta çektikleri güçlükleri anlatır.Sayıları çok olmamakla birlikte , bazı öykülerinde işçileri de konu alırmıştır. Kötü çalışma koşullarını , ücretlerinin düşüklüğünü ,işçi-işveren ilişkilerinin irdelendiği bu öyküler köy ve köylüyle ilişkili öyküler kadar ayrıntılı değildir. Yapıtlarında aydınlara eleştirel bir yaklaşımda vardır Türk aydınının halktan kopukluğunu ,halkla ilişkilerindeki içtenlikten yoksunluklarını alaycı bir dille eleştirir .Yöneticilerin halktan kopuk oluşlarını gözeterek zenginlerin yanında yer alışlarını anlatır .Yazdıklarının halk tarrafından okunmasını amaçlayan Sabahattin Ali öykü ve romanlarında yalın bir dil ve anlatım kullanmıştır.
Eserleri: Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Değirmen, Yeni Dünya, Kağnı , Ses, Sırça Köşk, Markopaşa Yazıları ve Ötekileri
2)MUHTEVA (İÇ YAPI)
1) Tema: Hakkını aramak
2)Konu: İnsan bazı gerçekler karşısında hakkını aramalıdır
3)Ana Düşünce: İnsan ne kadar fakir ve güçsüz olursa olsun hakkını aramalıdır kendisini savunmalıdır
4)Tez , Mesaj, İleti: İnsan her durumda hakkını aramalıdır ,kendini hiçbir zaman güçsüz ve zayıf görmemelidir ,gerçekler karşısında susup kalmamalıdır çünkü herkesin bildiği gerçekler asla gizlenemez hak yerini bulur,güneş balçıkla sıvanmaz
5)Özet: Savrukların Hüseyin’in bir tarla meselesi yüzünden ark başında Sarı Mehmet’i vurdu. otuz evli köy birbirine girdi ve şaşırdılar. Herkes jandarmaların gelmesini bekliyordu ancak karakol buraya altı saat uzakta idi.Kimse olayı haber vermedikçe köye uğramazlardı bile . Bütün köylü Hüseyin’in babası Mevlut Ağa ‘nın başına toplandı . Sarı Mehmet’in ihtiyar anasından başka kimsesi yoktu halk onu karşına aldı ve davacı olmaması için ona nasihat etmeye başladılar annesi ise bütün bu sözleri oturduğu yerden başını sallayarak dinliyordu. Bu sırada ölü dışarıda kahvenin bahçesindeki hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar . Kocakarı ise oğlunun başucuna gidip oturmuştu .Bir eliyle sinekleri kovmaya ,öteki eliyle de gözlerini siliyordu daha sonra birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürmüşler sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkanıp gömülmüş .Mevlut Ağa ezandan sonra Sarı Mehmet’in anasına bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yollamış. Bir ay sonra köye iki süvari geliyor . Kahvenin önünde iniyorlar .Bunları görence muhtar korkuyor çünkü bunlar karakolun jandarmaları değildi vilayetten geliyorlardı . Jandarmaların biri kahvede kağıt kalem çıkardı , muhtardan başlayarak herkesin ifadesini almaya koyuldu diğeri ise köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.Mesele derhal köye yayılmıştı.Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan Garip Mehmet köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti.Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylememiş sadece hiç kimseden şikayetçi olmadığını söylüyordu .Daha otuz sene evvel kasabada onu şahit göstermişler ve altı ay mahkemeye gidip geldiğinden tarlaları yüzüstü kalmıştı. Mehmet’te geri gelecek değildi bir de Mevlut Ağa’nın düşmanı olmaktan hiç hayır çıkmazdı. İkindiüstü jandarmalar mezarlığa gidip köylülerle birlikte Mehmet’in ölüsünü mezardan çıkarttılar ve jandarmalar Mehmet’in anasını çağırıp kağnıyı koşmalarını söylediler ve yaşlı kadın kağnısını koştu,oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı ,eski bir şilteyi ise kağnıya serdi ,ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı Gece olunca yola koyulmuşlardı .Jandarmalar daha evvel muhtarı,imamı Savrukların Hüseyin’i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollamışlardı.İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük ,birer eşek kadar küçük olan öküzün çektiği kağnını arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak elinde değnek ,ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak yürüyordu.Yaşlı kadın ağır koku yüzünden sersemlemiş ,sendeleye sendeleye yürüyordu .Kağnı ise taşlara çarptıkça ,üzerinde bağlı ölüyü iki yana fırlatarak ve yükselip alçalan uzun yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.
6)Hikayenin Türü: Olay öyküsüdür
7)Olaylar: Savrukların Hüseyin’in ark başında Sarı Mehmet’i vurması, köylülerin olayı jandarmaya bildirmemesi , uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş gibi cenazeyi yıkayıp gömmeleri ancak Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan Garip Mehmet’in olayı hükümete bildirmesi üzerine köye gelen jandarmaların ceseti mezardan çıkarttırmaları ,kağnıya bağlayarak götürmeleri ve köydeki herkesin ifadesini alıp muhtarı,imamı,Mevlut Ağa, Savrukların Hüseyin’i tutuklamalarıdır anlatılmaktadır
Kahramanlar: Savrukların Hüseyin, Mevlut Ağa, Sarı Mehmet ve annesi, imam muhtar,Garip Mehmet
Savrukların Hüseyin: Köyün zenginlerinden olan Mevlut Ağa’nın oğludur Sarı Mehmet’i vuran kişidir
Mevlut Ağa: Köyün en zenginlerinden, güçlü, her olayı parasıyla halleden herkesin ondan korktuğu kişidir.
Sarı Mehmet: Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin tarafından ark başında vurulan gençtir.
Sarı Mehmet’in annesi: Oğlunun acısını içine gömen zavallı , çaresiz bir annedir.
Garip Mehmet: Sarı Mehmet’in ölümünü hükümete bildiren kişidir.
İmam ve Muhtar: Sarı Mehmet’in vurulmasını jandarmaya bildirmemesi için
Sarı Mehmet’in annesine nasihat eden ve onu korkutan , tehdit eden kişilerdir.
9)İnsan İlişkileri(Sosyal İlişkiler):İnsan ilişkileri daha çok ezen ve ezilen ilişkisi üzerine kurulmuştur yani parası olan , güçlü kişilerin her türlü hakkı var istediğini yapabilir ancak parası olmayan ,güçsüz kimselerin hiçbir hakkı yoktur
10)Zaman: Olay bir yaz mevsiminde geçmektedir
11)Mekân: Bir köyde gerçekleşmektedir
12)Dil-Üslup: Sade bir anlatımı vardır ,öyküde devrik cümle kullanılmamıştır argo cümleler yoktur,tekrar eden cümleler ise sadece konuşma metinlerinde geçen “diyiversene” kelimesidir.Yazar Türkçenin yazım ve noktalama özelliklerine dikkat etmiştir
13)Dil Sapmaları: Öyküde küfür , yergi gibi cümleler kullanılmamıştır sadece halkın günlük kullanımı olan “ulen kocakarı “ cümlesi vardır.
14)Çevre : Anadolu ’nun herhangi bir köy meydanıdır.
15)Romanın Ekolü, Dönem Açısından: Klasik bir öyküdür.
16)Romanın Üstüne Okur Düşüncesi: Kağnı hikayesi gerçekten okunması gereken bir hikayedir . Yazarın sade bir anlatımının olması öykünün daha kolay okunmasını sağlamıştır . Anadolu insanını bu kadar gerçekçi vermesi çok etkileyicidir . Yazarın ele aldığı konu hala geçerliliğini korumaktadır çünkü günümüzde bile ezen ve ezilen insan vardır . Olaylar karşısında susan , kendini hep çaresiz sanan insanlar vardır bunu da değiştirecek olan kendine güvenen eğitimli bireylerdir.Öyküyü okuduktan sonra etkisinden hemen kurtulamıyorsunuz özelliklede bir annenin olaylar karşısındaki çaresizliği insanı çok etkiliyor.Hikayeyi ilk okuduğunuz andan kendinizi hikayenin içinde buluyorsunuz ve oradaki kahramanlardan biri siz oluyorsunuz belki de yazarın amaçlarından biridir .Hikayeyi okurken kimi zaman kahramanlara kızıyor kimi zamanda üzülüyorsunuz .Hikayeyi okurken okuduğunuz her şey zihninizde
Canlanıveriyor. Hikaye sürükleyici ve merak uyandırıyor özellikle de Sarı Mehmet’in ölümünü hep gizli kalacak diye beklerken aniden jandarmaların gelmesi insanı sevindiriyor.