Son Haberler
Anasayfa / atölye / HAYAT BÖYLEDİR İŞTE HİKAYE İNCELEMESİ

HAYAT BÖYLEDİR İŞTE HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

HAYAT BÖYLEDİR İŞTE

Tren o istasyonda bir dakika duruyordu. Gelirken gece geçmiştik; bu sefer ikindiden epey sonraydı.

Frenlerin gıcırtısı kesilmeden pencereyi açtım: ilerideki vagonlardan birisi­ne heybeli ve sepetli bir köylü bindi. Onun hayatını ve geldiği yeri bilmek is­terdim. Köy, birkaç kilometre ilerideki tepenin ardında olmalıydı. Bu, şu berbat yolun orada kayboluşundan belli…
Lokomotifin yanında duran lâcivert elbiseli memur, su buharları içinde, rü­yada gibi görünüyordu. İstasyonda ne başka bir insan, ne de bir eşya vardı. Gö­rünürlerde ağaç da yoktu. Şu, karşımdaki çamlar müstesna. Saydım; tam 26 tane idiler: ince, fakat çok yüksek ve koyu yeşil renkli tam yirmi altı çam ağacı… Dalları tâ yukarıdan başlıyor ve böylece kümenin altında ferah, sakin ve rüyalı bir kıt’a meydana geliyordu.
Bir yaz ikindisi orada oturmak, uzakları ve uzaktakileri düşünmek hoş ol­malıydı.
Düdük öttü. İleride, katar şefine selâm duran istasyon memuru, lokomotifin büsbütün salıverdiği su buharları içinde büsbütün hayalleşti. Tren ağır ağır yü­rüdü. Çamlar geriye doğru kaydı. Tek katlı, uzun istasyon binası bize doğru iler­ledi:
Evvelâ, açık duran bir kapı; içeride masa, manipleler, şeritler; bir soba… Son­ra, ince ve mor tel örgülü bir pencere, bir pencere daha. Ve., sen…
Sen o pencerede idin:
Odana sızan donuk ikindi aydınlığında beliren yalnız sendin; yalnız senin saçların, güzel yüzün, omuzların… İşte o kadar. Geri taraf koyu kurşunî bir ka­ranlığın sınırsız boşluğu içinde ve asırlarca ötede kaybolup gitmişti.
Sen de kayboldun.
Tren hızını artırıyor: İstasyon memurunun önünden, bir sitem bakışı gibi bir lâhzada geçtik.
Kocan odur değil mi?
Odandaki her şey koyu kurşunî bir karanlığın sınırsız boşluğu içinde ve asırlarca ötede kaybolup gitmişti.
Bu, her akşam böyledir değil mi?… Sabah ne ise… Öğleleri ne ise… Fakat bu ikindi sonraları.
Hüzün tatlı ve dost bir duygudur; ama tren bırakmaz ki… Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi; vahşî, kaba ve kayıtsız; lâkin vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren. Bu tatlı ve dost duyguyu bırakmaz ki…
Bir ara gözlerimiz karşılaştı, değil mi? Ve sen benimle beraber kilometreler, kilometreler aştın; saçların omuzlarıma yayıldı ve benden, dinlemek istediğin, gelinlik çağında hasretiyle sarsıldığın sözleri işittin; söylemek için yanıp tutuş­tuğun fakat söyleyemediğin, asla söyleyemeyeceğin şeyleri bana mırıldandın. Yalan mı?
Tren bir masal boşluğu içinde uçup gidiyor ve artık dışarıda her şey birbi­rine benziyor: Namaz vakti…
Sen namaza durdun mu?.. Kimin için, ne için dua edeceksin?.. Ah bunu bir bilsem.
Annen… Sağ mı?
Kasabanız uzakta mı? Sokağınız… ne hoştu… Hani, köşedeki evde oturan karayağız ilkokul öğretmeni… Sen onu istiyordun değil mi?… O da sana bir tu­haf bakardı. Bu bakışlar sana kendi arzuların kadar yakındı… Hani bir gece, geç vakit ona pencereden kıpkırmızı bir karanfil atmıştın… O, kahveden geliyordu ve sen uyumamış onu beklemiştin. Zaten, bu bir o gece için değildi ki… Sen o zaman daha ufacıktın… Ama kırmızının ne demek olduğunu pekâlâ biliyordun.

Babanın işleri hâlâ düzelmedi mi?… O dükkânda bir uğursuzluk var. Bu yüzden olanlar sana oldu; ilk kısmette.. pek ucuza satıldın.
Ah o karayağız öğretmen!…
Görücüler, söz alma, şerbet, kına gecesi… O günler pek de fena değildi: Her­kes seninle ilgileniyor, her şey senin içinmiş gibi görünüyordu. Kumaşlar, eşya­lar, altınlar ve… kelimeler!…
Ne uğultu idi o… Seni kendinden nasıl ayırmış, hatırasız, özleyişsiz, esefsiz bir hale getirmişti. Fakat sonra?… Sonra bir aylık izin bitti ve siz buraya geldiniz…
Hatıralar, özleyişler ve esefler!… Hele esefler!… Onların insafsız ısrarı ile sen, küçücük sen nasıl boğuştun?            Odalar bomboştu, duvarlar çırılçıplak, manzara dilsizdi. Belki Allah’ı, rahim ve şefik Allah’ı da kasabada kalmış zannediyordun.
Ve kocan…
Onun saçlarına, bakışlarına, gülüşlerine nasıl alıştın?… Öpüşlerine nasıl alış­tın?… Bu yirmi küsur yıllık adamı yeni bastan nasıl inşa ettin?…
Ve karayağız ilkokul öğretmenini nasıl unutun?.. Onun kravatını, yürüyü­şünü, bakışını nasıl unuttun?…
Tren vahşî, gaddar ve serkeş naralarla uçuyor. Arzdan ayrılmak üzere gibi Serin cam ve karanlık.Kocanın evvelâ saati hoşuna gitmiş olmalı. Sonra, belki de, maniplenin başındaki hali… Veya kampana çalışı. Yoksa köylülerin onunla konuşurken aldık­ları tavır mı?…
İhtimal ilk defa güzel bir şubat öğlesi oturdunuz o çamlıkların altında. Gökyüzü bulutsuzdu ve maviliği işte ancak, o kadar güzel olabilirdi. Sanki bu mavilik son değildi; ardında mutlaka, mutlaka bir şeyler olmalıydı, bir şey olmalıydı: Kopup gidenlerin ardından, omuz silkecek kuvveti veren bir şey ol­malıydı.
Güneş aylardan sonra ilk defa ısıtıyordu. Toprakta ve ağaçlarda bir uyanma vardı ve kolayca seziliyordu.
Her şey, yeni bir mevsimin eşiğindeydi, her şey kendi payına düşeni bekli­yordu. Bütün mazi bu geleceği, gelmesi ne olduğu bilinmeden beklenileni hazırla­mak için var olmuştu ve artık çok uzaktaydı, çok uzakta ve beyhudeydi.
O sana annesinden, babasından, kardeşlerinden bahsetti… Yanılıyor mu­yum?… Hani en küçük kardeşi, çapkın yaramaz, neler yaparmış değil mi… Son­ra ağabeysi, şu üsteğmen olanı «Yazın izin alabilirsek ona gideriz» demişti de­ğil mi?…
O gün sen de ona sizinkilerden bahsetmiş olmalısın. Sonra ikindi serinliği basınca içeri girmişsinizdir. Kocan treni selametledik­ten sonra, galiba hapşırarak dönmüştü. Soğuk algınlığı, kırgınlık gibi bir hal. Sen ona ıhlamur kaynattın.
Veya sen hastalandın: Ateşin yükseldi, sayıkladın, kendine geldikçe onu başucunda buldun. Elini alnına koyuyor, sana «nasılsın» diye soruyordu.
Sonra onun çoraplarını yamadın.
Ona, «iskarpinim pek fena oldu.» dedin.
Ve çocuk için bir takım bezler, eşyalar istedin. O erkek olmasını istiyordu… Sen de öyle. Kız oldu ama siz gene de onu sevdiniz.
Artık kış gecelen, kocan marşandizi beklerken, kız mışıl mışıl uyurken, büyücek bir istasyona, hattâ bir gara nakil imkânlarından bahsediyor, zamanına kaç ay kaldığını hesaplıyorsunuz. Hiç olmazsa ilkokulu olan bir yere şu eylülden önce taşınsanız. Bu da bir mesele. Kızı okutalım diyorsun. Fakat kocan bunu pek umursamıyor ve «kız değil mi?.» diyor olmalı. Ne bilsin o, karayağız ilkokul öğretmenini…
Karayağız ilkokul öğretmeni mi?… Yoksa onu sen de mi unuttun?… Öyle ya, sen nakil emrinin bu kadar gecikmesine ne bakıyorsun… Yıllar su gibi akı yor; o günler ne kadar geride kaldı. Artık o günlere ait olan her şey hayal meyal geliyor insana: Annen, baban, kasabanız, sokağınız, çocukluk arkadaşları ve… Yok canım sen de.

Tarık Buğra

 

1.ŞEKİL(Dış Yapı)

A-) HİKAYE  ADI : Hayat Böyledir İşte

B-) YAZARIN ADI : Tarık Buğra

C-) HİKAYENİN BASKISI: Buğra, Tarık (1969). Hikâyeler. Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

D-) YAZARIN YAŞAMI, DÖNEMİ VE ESERLERİ :

Süleyman Tarık Buğra, (d. 2 Eylül 1918 – ö. 26 Şubat 1994). Roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı, gazeteci.

1918’de Akşehir’de doğdu. Babası, Akşehir’de Ağır Ceza Reisi olarak bulunan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehir Nazike Hanım idi.1 Çocukluğunun geçtiği Akşehir de , sanat yaşamına nüfuz etti ve eserlerinin çoğunda mekân olarak bu şehri tercih etti.2

İlk ve ortaokulu Akşehir’de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç’in öğrenicisi oldu. 1933’de ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Lisesi’ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin’in, Pertev Naili Boratav’ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. “Tarık Nazım” takma ismiyle hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi’ne geçti ve 1936’da mezun oldu.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki yıl okuduktan sonra Hukuk Fakültesi’ne geçti.bir Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı.

1942-1945 yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı.1 İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, “Akümülatörlü Radyo” adlı piyes idi. Şehir Tiyatroları tarafından eser çevrilince onu roman haline getirmiş; böylece ilk romanı “Yalnızlar” ortaya çıkmıştı.3

Askerliği bittikten sonra İstanbul’a döndü ve 1947’de Edebiyat Fakültesi’ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar veMehmet Kaplan’ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi’nde muallim muavinliğinde bulundu. 1948’de yazdığı “Oğlumuz” adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 1949’da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan “Oğlumuz”’u yayımladı. Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, “Sanat Hareketleri” başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi.2 Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “Havuçlu Pilav Meselesi” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar,1 bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı.

1949-1952 arasında babası ile birlikte Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı. 1950’de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 1951’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 1952’de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul’a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” yayımlandı.

1952-1956 arasında Milliyet Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir.1  Bu arada üçüncü öykü kitabı İki Uyku Arasında (1954)’yı yayımlayan Buğra, 1955’te Siyah Kehribar ile romana geçti. Dönemin faşist İtalya’sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi2  ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre tekrar roman yayımlamadı.

Gazetecilik yaşamı 1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde yayın müdürlüğü yaparak devam etti. 1958’de Milliyet Gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 1959’da önce Tercüman’ın, ardından Yeni İstanbul’un, ardından “Türkiye Spor” isimli günlük spor gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. 1962 yılında “Yol” adlı haftalık derginin yayın müdürlüğünü yaptı. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nı konu edinenKüçük Ağa romanını hazırladı.

 

Ankara’da Milli Kütüphane önündeki Tarık Buğra heykeli

Küçük Ağa 1963 yılında Yeni İstanbul’da tefrika edildi ve 1964’te kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilmiş ve böylece yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nden diploma almıştır.4  Küçük Ağa’nın ardından Buğra dördüncü öykü kitabı Hikâyeler(1964)’i, Küçük Ağa’nın devamı olan “Küçük Ağa Ankara’da” (1967)’yı ve ardından”Komik-i şehir” Naşit’in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş’in Rüyası(1970)’nı yayımladı. İbiş’in Rüyası, 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülüne değer bulundu.

Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 1976’da Tercüman Gazetesi’ndeki işinden ayrıldı ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte’ (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet’in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi.4 Devlet Tiyatroları’nda Edebi Kurul Başkanlığı’nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 1977’de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı.

Yazarın Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü(1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı. Yazarın ayrıca Sakıp Sabancı’nın hayatını anlattığı “Patron” isimli bir piyesi, yarım bıraktığı “Mimar Sinan” senaryosu ile Mehmed Akif’in hayatını ele aldığı bir romanı da mevcuttur.2

Buğra Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık’la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü’nü aldı. 1991’de Devlet Sanatçısı unvanını aldı.

1993’teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 26 Şubat 1994’te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.
1999-2000 öğrenim döneminde İstanbul’un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “Tarık Buğra” adı verilmiş;5 2002’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı “Akşehir Tarık Buğra İlköğretim okulu” olarak değiştirilmiş ve 2004 yılında Akşehir’e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.

 

E-) SANATI :

a-) Öykülerde Anlattıkları

 

Tarık Buğra, bir ânın yorumlanışı, bir duruşun yahut fotoğrafın yansıtılması, ya da bir durumun anlatımı olan öykülerinin merkezine insanı kor.1 İnsanın somut ve soyut bütün hâllerini, moral değerlerini, “sığ yanı”nı değil salt, daha ziyade “yüce ve duygulu” yanını, yapıp etmelerini, kılışlarını, tavırlarını, duygu ve düşünüşünü anlatmayı hedefleyen bir öykü anlayışına sahiptir. Sanatının merkezine insanı koyan, tek birim olarak insanı kabul eden, insanın mutluluğu, özgürlüğü ve problemlerine eğilen, insandan yola çıkarak topluma ulaşmaya çalışan2 Buğra’nın tutumunu “öykü insan içindir” ifadesiyle özetlemek mümkündür. Ya da yazarın deyişiyle “hikâye insana dair bir şeyler çözmektir.” Bununla birlikte, yazara göre öykü, zaman zaman insana rehberlik de edebilmelidir. Çünkü Buğra törelere, ahlakî değerlere bağlıdır.

Bir söyleşisinde, asıl çabasının insanı karartmak, bedbinleştirmek ve ümitsizliğe düşürmek değil, ona büyüklüğünü, yapıcılığını anlatmak olduğunu söylemektedir (Buğra 2004: 21). Buğra’nın öykülerinde insanın dış dünya ile olan münasebetinden doğan çatışmalar ve durumlar yerine, iç dünyada olup bitenlerin anlatımına doğru Karataş, Tarık Buğra’nın Öyküleri ve Öykücülüğü  bir eğilim görülmektedir. Başka bir söyleyişle “yaşamanın dış görüntülerinden çok” insanın ruh dünyasının yansımalarına daha fazla yer verilir. “Değişen yaşama şartlarının, toplum düzeni alt üst olmuş bir çağın nesiller arasına koyduğu aşılmaz duvarların ruhlara işleyen etkileri, içe oturan yankıları, bir ucu toplumda olan çöküntülerin ailelere doğru yayılmaları” (Alangu 1965: 800) anlatılır öykülerde.3 Buğra’nın öyküleri uzun çevre ve eşya tasvirlerine iltifat etmez ve arka arkaya yığılmış olay halkalarıyla ilerlemez.

Bazı öykülerde dış olaylarından yola çıkılıp insanın iç derinliklerine inilir. “Kişiler arası ilişkilerin içimizde gelişip dışımıza yansıyan, hareket hâlinde dış çatışmaları yapan oluşumuna” (Alangu 1965: 801) fazlasıyla dikkat çekilmek istenir. “Tarık Buğra, kişinin içinden dışına doğru zayıflayarak, değişerek, terse dönerek yürüyen düşüncelerin ifadesi olan hareketlerin yorumlanması üzerinde” anlatımını yoğunlaştırır. Bir başka söyleyişle, yazar “çağımızın yaşamasında, içle dış davranışlar arasında beliren, gittikçe çoğalıp yayılan uyuşmazlığı, hareketin ruhumuzdan doğarken taşıdığı soylu anlamla aksiyondaki soysuzluğu” üzerinde durur daha çok (Alangu 1965: 801).

Tarık Buğra’nın öykülerinin üç öbekte yoğunlaştığı söylenebilir.Aşklar ve düş kırıklıkları üzerine kurulanlar ya da şöyle “aşka susamış gençlerin tutkuları” ndan bahsedenler, orta halli ailelerin yaşamalarından yansıyan sıkıntıları anlatanlar, kırsal kesim yaşantısının kimi anlıklarını vermeye çalışanlar. Şurası da var ki, “Tarık Buğra’nın asıl kişiliği, (…) toplumda yerlerini bulamamış, duyuş düşünüş ve yaşamada bir üslup tutturamamış ‘yalnız adam’ı anlatırken belirir” (Alangu 1965: 802). Şunu söylemek yanlış olmaz, Buğra’nın birçok öyküsünde hâkim tema “aşk” ve “yalnızlık”tır. Tarık Buğra’nın öykülerinin çoğunda genel atmosfere bir hüzün egemendir. Hüzün, tatlı ve dost bir duygudur onun için. Bu his halesinin yer yer kedere ve karamsarlığa dönüştüğü olur. Görünür plandaki karamsarlığın gerisinde ise insandan umudunu kesmeyen, ona güven duygusunu ima eden bir iyimserlik damarı vardır.4 Her şeye rağmen, insana duyduğu güveni kaybedemeyeceğini anlatmaya çalışır yazarımız. Çünkü çok şey onun yani “zübde-i âlem” olan insanın elindedir. Bu arada, söz konusu hüznü görünür kılan etmenlerden biri de, öykülerde sıkça vurgulanan merhamet duygusudur.

Buğra “merhametli” bir anlatıcıdır. İnsanoğlunun önemli sermayelerinden birinin de “merhamet” olduğuna inanır. Onun kaybı, insanın tükenişi olabilir. “Huzur, saadet ve bütünlük günleri nasıl geri gelir? Derinde, çok derinde, kuytu ve ancak korkunç dönemeçlerden sonra varılabilecek olan irinli bölge nasıl söküp atılabilir?” Tarık Buğra, insandaki ya da onun yaşamındaki işte bu bölgeyi söküp atmak, yerine huzuru yerleştirmek için anlatır öykülerini.

Ve bu iç âlemi çevreleyen yaşanası, ışıltılı bir dış dünya ikame etmek için. “Koyu lacivert renkli gökyüzünde sakin ışıklı yıldızlar, akasya dallarında yumuşacık fısıltılar, havuzun dallarında ürperişler” bu atmosferi tamamlamalıdır. Bu, bir bakıma, insanın arınışına giden yoldur. Buğra’nın öykülerine, kendi hayatından epeyce motif, durum, anlık yansımış, başka bir ifadeyle yazar, hayatından süzdüğü birtakım “malzeme”leri anlattıklarının içine katmıştır. Söz gelimi, taşradaki hayatından kimi sahneler,

üniversite yıllarında çektiği yoksulluklar (“Piyano ve Keman İçin”), tutkulu gençlik aşkları (“Pazar Nöbetine ve Sınırlara Dair”)5 öykülerine serpilmiş biçimde karşımıza çıkar. “Borç” otobiyografik bir öykü olarak okunabilir.

Yine, “087956’nın Sıfırı”, yazarın hayatından mülhemdir. Öykülerde gördüğümüz “çevreden yoksun olduğu için boşlukta kalan” insan, hikâyecinin kendisinden başkası değildir denebilir.6 Bir de, Buğra’nın yaşarken gördüklerinden zihninde, şuuraltında yer eden hayat anları, gözlenmiş durumlar (“Ata Binmiş Ali Ağa”), şahsen tanıdığı kişiler ya da kişilikler vardır. Bunlar da gerçekçi bir tutumla öykülerde yer alır. Bazı öyküleri okurken, şayet yazarın hayatından haberdarsanız, yaşadıklarını yazıyor, dersiniz. Neredeyse olduğu gibi, yazının perdahını çekip servis yapıyor gibi.

b-) Öykülerdeki Kişileri

 

Tarık Buğra’nın öyküleri üzerine şimdiye kadar en kuşatıcı değerlendirmeyi yazan Tahir Alangu, isabetli bir tespitle Buğra’nın öykü kişilerinin sınırlı kaldığını ve hemen birçok hikâyesinde bu belli kadroyu kullandığını söyler. Bunlar çok yerde “bilgi, görgü, düşünüş” itibariyle pek farklılık göstermeyen insanlardır.

Bu belirleme, bilhassa yazarın ilk dönem öyküleri için çok daha yerindedir. Şurası da var ki, dar bir çerçevede de olsa öykü kişileri iğreti değildir, dış dünyadan zoraki getirilip hikâyeye konmamıştır. Hiçbiri yerini yadsımaz. İnsanî olan zaaflar ama daha çok iyilik ve güzellikler bu kişilerde bir şekilde tezahür eder. Şunu da belirtmek gerekir, öykü kişilerinin fiziki özelliklerinden çok ruhi yanları öne çıkarılır. Bilhassa erkeklerin fiziki portresi ihmal edilmiştir. Kadınların dış görünüşleri, daha ziyade güzellikleri okura hissettirilir. Bu sınırlı kadroda bilhassa “huzursuz”, “sıkıntılı” ve “yalnız” sıfatlarıyla niteleyebileceğimiz bir insan tipinin görünür planda olduğu ve anlatımın bu tipin etrafında yoğunlaştığı görülmektedir. Bu vasıflardan bazen biri, bazen ikisi bazen de üçü birden aynı kahraman üzerinde toplanabilmektedir. Genel itibariyle “aşkta aradığını bulamamış”, düş kırıklığına uğramış, romantik, zaman zaman hırçın ve tedirgin, “duygu, düşünce ve yaşayışına belli bir yön verememiş” (Önertoy 1984: 256) kararsız kişilikler, yazarın özel hayatından alınan karakter özellikleriyle ve davranış kalıplarıyla karşımıza çıkarlar. Umumiyetle iç sıkıntıları olan, toplumda arzu ettikleri yerlerde olamayan, bir nevi “boşlukta olan” bu insanlar, çok yerde yaşadıkları bunalımdan kurtulma gayreti içinde görünürler.7 Ne olursa olsun, her hâlükârda bu insanların hepsi arkadaşlık nedir, aşk nedir, analık nedir, Allah nedir, bilirler.

İnsanın iç dünyasına yönelen bir bakış hâkim olduğu için Buğra’nın öykülerinde kapalı mekânlar fazladır. Özellikle meyhaneler8ya da içki içmeye müsait benzeri yerler dikkati çeker. Dış âlem ve dolayısıyla tabiat öykülerde fazlaca yer tutmaz. Daha ziyade iç mekânda konuşlandırılmıştır öykü kişileri. Tabiat da, diğer dekoratif unsurlar gibi, öykü kişisinin yani insanın “hayatına karışan ve ona gizlice tesir eden” bir unsur olarak kullanılır çokluk. Kahramanın ve durumun ruhuna uygun bir atmosferi tamamlamak, bir hareketin, olgunun sebebini ortaya koymak yahut kişinin iç dünyasına yol bulmak için tabiata yer verilir.

“İhtimal ilk defa güzel bir Şubat öylesi oturdunuz o çamlıkların altında. Gökyüzü bulutsuzdu ve maviliği işte ancak o kadar güzel olabilirdi. Sanki bu mavilik son değildi; ardında mutlaka, mutlaka bir şeyler olmalıydı, bir şey olmalıydı: Kopup gidenlerin ardından, omuz silkecek kuvveti veren bir şey olmalıydı. Güneş aylardan beri ilk defa ısıtıyordu. Toprakta ve ağaçlarda bir uyanma vardı ve kolayca seziliyordu. Her şey, yeni bir mevsimin eşiğindeydi, her şey kendi payına düşeni bekliyordu. Bütün mâzi bu geleceği, gelmesi ne olduğu bilinmeden beklenileni hazırlamak için var olmuştu ve artık çok uzaktaydı, çok uzakta ve beyhudeydi.” (“Hayat Böyledir İşte”, YDBY, s. 25)

 

c-) Üslûp, Dil

 

Tarık Buğra öykülerinin çoğu “durum öykü” diye nitelenen kümede yer almaktadır. Çünkü çoğunda kayda değer bir olay anlatılmaz, hatta olayın izine de rastlanmaz, bir mekân bir insan resmedilir (“Martı”da olduğu gibi); bir durum anlatılır ya da bir durumun, bir anın muahezesi yapılır, bir pencereden görülen bir anlık fotoğrafın çağrıştırdıkları anlatılır (“Hayat Böyledir İşte”). Öykülerdeki yapı, “soyut tahlilci öykü” anlayışına uygundur. Buğra’nın bir yerde başlayıp bir yerde tamamen biten ve bir aksiyonun yürüyüşüne bağlı olan öykülerinin sayısı çok azdır. O, yeniden söyleyelim, bilinen tabirle bir “durum öykücüsü”dür.

Durumları, anları anlatırken de yer yer olup bitenler üzerinde düşünür, açıklamalar yapar; davranışlar üzerinde durur, sebeplere yönelir, bazen uyarıcı olma gereği duyar. Bu tavır, yazarca, öyküye (daha geniş planda sanatkâra) yüklenen “rehberlik etme” ilkesi gereğidir. Buğra’nın öykülerinde şiirsel bir üslup, yer yer şiire mahsus kapalı bir anlatım dikkati çeker. Onun öykülerinin çoğu “muhtevasıyla olduğu kadar üslûbu ile de şiire yaklaşır” (Kaplan 1979: 258). “Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi, vahşi, kaba ve kayıtsız; fakat vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren.” (“Hayat Böyledir İşte”, , s. 23). Bazı ürünlerin anlatımındaki müphemiyet, yani bulutsuluk hâli öyküdeki lirizmi yer yer güçlendirir. Çağrışımlara açık, anlamı zengin kelimelerin tercih edilişi şiiriyeti yoğunlaştırır.

 

DİPNOT:

1-) Hikâyelerde “Hiddeti, neşesi, korkusu, sevinci, sevgisi, isyanı, alayı, hüznü, kahramanlığı ve bozgunluğu ile insan, canlı insan var. Her şeye rağmen, yaşamak için kendisinde –dışarıda değil, kendi varlığında- daima gizli bir kuvvet bulan, hayata meydan okuyan insanlar var.” (Kaplan 1953: 5).

2-) Öykülerde beliren ekonomik ve sosyal meseleler de insanın psikolojisine bağlı olarak çözümlenir (Tuncer 1992: 123).

3-)Tahir Alangu’nun, Tarık Buğra’nın öyküleri dolayımındaki “Toplumdaki büyük sorunlara değil, kişilerinin yaşamalarındaki düzensizliklere, uygunsuzluklardan gelen dertlere, sosyal adaletsizliklere değil, kişiler arasındaki ruhî zıtlaşmalara, bulunmuş ve yitirilmiş mutlulukların peşine düşeceklerine birbirine karşı horozlanan insanların yarattıkları bir keşmekeşin üzerine eğiliyordu” (1965: 803) tespitinin italik yazdığımız son cüzü, hikâyelerin bir kısmı için doğru kabul edilebilir.

4-) Buğra’daki iyimserliği ve umudu, sisin dağılıp aydınlığa dönüşüvermesini başka bir açıdan yorumlayan bir alıntı: “1947-1948 seneleriydi, ortaokulun ilk sınıflarındaydım. Hükümet ve halk arasındaki münasebetin 1940’dan o tarihe kadarki durumunu değişmeleriyle beraber yaşayarak biliyordum ve Sabahattin Ali’nin Kağnı hikâyesini okumuştum. İçimde hayata karşı bir ürküntü çörekleniyordu. Havuçlu Pilav Meselesini ve Karaoğlan’ı o günlerde okudum. Ürkmek, nefret etmek benim işim değildi. Hurrem’de, onun ‘o körpecik sesi’nde havuçlu pilavın oluşunda bir takım yersiz ve haksız iç sıkıntılarının çözülüşünü buluyordum. Karaoğlan yumruğu talihe, kötü şartlara atıyordu. İsyana, kudurganlığa yer yoktu; kâbus dağılınca, bir garsonun (dostun) yumuşak sesiyle insanlaşıveriyordu” (Çavuşoğlu 1981: 131-132).

5-) Gerçek yaşantısındaki muallim muavinliği, yukarıda adını zikrettiğimiz öyküsünde şu şekilde yer alır: “İşimden pek memnunum. Muallim muavinliği deyip geçtiğim, hele omuz silktiğim yok: Yiyip içiyorum, yatıyorum, çamaşırlarım yıkanıyor, iki kat elbisem olsa ceketim, pantolonum daima ütülü olacak. Daha ne isterim. Kaldı ki, bütün bunlardan sonra, ayda on iki buçuk lira, şu kadar kuruş da ücret alıyorum. Gerçi insan yirmi üç yaşında daha başka şeyler de isteyebilir ve arada sırada kör talihe veya sosyal düzene küfür sallayabilir ama ben kendi hesabıma şikâyeti arkadaşımız şair Recep kadar ileri –hiçbir zaman- götürmemişimdir” (Buğra 1954: 66).

6-)Tahir Alangu, bu durumu farklı şekilde yorumluyor: “Günümüz hikâyecileri gibi gerçeğe kendinden geçerek bir yol açmağa çalışıyor. Kişilerinin olsun, toplumun kalabalığının olsun yaşamalarında kendi bahtına bağlı ilintiler buluyor. (…) Hepsi de [dönemin yazarları] kendi kişiliklerine çarpan, taşıyamadıkları çıkmazları, hikâyelerine aktarmak suretiyle boşaldılar” (Alangu 1965: 806).

7-) Çok zaman öykülerinde “huzursuz ve boş” insana yönelen Buğra, “onları kazanmak gayesi taşır.” Onların “yapıcı taraflarını benimser. (…) insanın bir takım kötülüklerine ve aldanışlarına” (Tuncer 1992: 123) fazla ehemmiyet vermez.

😎 Buğra’nın öykülerinin değişmez mekânları olan meyhane vb. yerler, bedbin ve hırçın kişilerin boşalmalarına ve huzur bulmalarına vesile olurlar (Tuncer 1992: 98).

2.MUHTEVA(İç Yapı)

A-) TEMA : Aşk

B-) KONU: Bir istasyona uğrayan yolcu ile istasyon şefinin karısı arasında geçen kısa bir süreyi resmeder.  Yolcu, anlatamayacağı seyleri sitemli bir şekilde istasyon şefinin karısına hitaben kendi kendine anlatır.

C-) ANADÜŞÜNCE:  Bir yolcunun istasyon şefinin karısını görerek hayal kurması,  hayal kırıklığına uğraması  ve platonik aşkın zorluğu verilmiş.

D-) MESAJ, İLETİ : İnsanların bir anlık düşünce ile hayallere dalması ve sonucunda hayal kırıklıklarına uğramadığını sezdirmiştir.

E-) ÖZET :

HAYAT BÖYLEDİR İŞTE

            Tren o istasyonda bir dakika duruyordu. Gelirken gece geçmiştik; bu sefer ikindiden epey sonraydı.

Frenlerin gıcırtısı kesilmeden pencereyi açtım: ilerideki vagonlardan birisi­ne heybeli ve sepetli bir köylü bindi. Onun hayatını ve geldiği yeri bilmek is­terdim. Köy, birkaç kilometre ilerideki tepenin ardında olmalıydı. Bu, şu berbat yolun orada kayboluşundan belli…
Lokomotifin yanında duran lâcivert elbiseli memur, su buharları içinde, rü­yada gibi görünüyordu. İstasyonda ne başka bir insan, ne de bir eşya vardı. Gö­rünürlerde ağaç da yoktu. Şu, karşımdaki çamlar müstesna. Saydım; tam 26 tane idiler: ince, fakat çok yüksek ve koyu yeşil renkli tam yirmi altı çam ağacı… Dalları tâ yukarıdan başlıyor ve böylece kümenin altında ferah, sakin ve rüyalı bir kıt’a meydana geliyordu.
Bir yaz ikindisi orada oturmak, uzakları ve uzaktakileri düşünmek hoş ol­malıydı.
Düdük öttü. İleride, katar şefine selâm duran istasyon memuru, lokomotifin büsbütün salıverdiği su buharları içinde büsbütün hayalleşti. Tren ağır ağır yü­rüdü. Çamlar geriye doğru kaydı. Tek katlı, uzun istasyon binası bize doğru iler­ledi:
Evvelâ, açık duran bir kapı; içeride masa, manipleler, şeritler; bir soba… Son­ra, ince ve mor tel örgülü bir pencere, bir pencere daha. Ve., sen…
Sen o pencerede idin:
Odana sızan donuk ikindi aydınlığında beliren yalnız sendin; yalnız senin saçların, güzel yüzün, omuzların… İşte o kadar. Geri taraf koyu kurşunî bir ka­ranlığın sınırsız boşluğu içinde ve asırlarca ötede kaybolup gitmişti.
Sen de kayboldun.

Hüzün tatlı ve dost bir duygudur; ama tren bırakmaz ki… Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi; vahşî, kaba ve kayıtsız; lâkin vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren. Bu tatlı ve dost duyguyu bırakmaz ki…
Bir ara gözlerimiz karşılaştı, değil mi? Ve sen benimle beraber kilometreler, kilometreler aştın; saçların omuzlarıma yayıldı ve benden, dinlemek istediğin, gelinlik çağında hasretiyle sarsıldığın sözleri işittin; söylemek için yanıp tutuş­tuğun fakat söyleyemediğin, asla söyleyemeyeceğin şeyleri bana mırıldandın. Yalan mı?
Tren vahşî, gaddar ve serkeş naralarla uçuyor. Arzdan ayrılmak üzere gibi Serin cam ve karanlık.Kocanın evvelâ saati hoşuna gitmiş olmalı. Sonra, belki de, maniplenin başındaki hali… Veya kampana çalışı. Yoksa köylülerin onunla konuşurken aldık­ları tavır mı?…

İhtimal ilk defa güzel bir şubat öğlesi oturdunuz o çamlıkların altında. Gökyüzü bulutsuzdu ve maviliği işte ancak, o kadar güzel olabilirdi. Sanki bu mavilik son değildi; ardında mutlaka, mutlaka bir şeyler olmalıydı, bir şey olmalıydı: Kopup gidenlerin ardından, omuz silkecek kuvveti veren bir şey ol­malıydı.
Güneş aylardan sonra ilk defa ısıtıyordu. Toprakta ve ağaçlarda bir uyanma vardı ve kolayca seziliyordu.
Her şey, yeni bir mevsimin eşiğindeydi, her şey kendi payına düşeni bekli­yordu. Bütün mazi bu geleceği, gelmesi ne olduğu bilinmeden beklenileni hazırla­mak için var olmuştu ve artık çok uzaktaydı, çok uzakta ve beyhudeydi.
Karayağız ilkokul öğretmeni mi?… Yoksa onu sen de mi unuttun?… Öyle ya, sen nakil emrinin bu kadar gecikmesine ne bakıyorsun… Yıllar su gibi akı yor; o günler ne kadar geride kaldı. Artık o günlere ait olan her şey hayal meyal geliyor insana: Annen, baban, kasabanız, sokağınız, çocukluk arkadaşları ve… Yok canım sen de.

 

F-) HİKAYENİN TÜRÜ : Durum Hikâyesi

G-) OLAYLAR :

Olay bir yolcunun trenle tren istasyonuna gelmesiyle başlar. Yolcu istasyon şefini sonra karısını görür ve o an yolcu hayal kurmaya başlar. İstasyon şefinin karısına ilgi duyar sanki onunla bir geçmişi varmış gibi hayal kurar. Bu bir anlık olaydan yazar yolcunun hislerini anlatır. Yolcu istasyon şefinin karısına hitaben sorular sorar nasıl evlendigini sorar zihninde cevap arar Karayağız ilkokul öğretmenini sorar. En sonunda ise tren kalkmaya başladıgında hayal kırıklığı içinde yolculuğuna devam eder. Hikâye durum öyküsü olduğu için çok fazla olay bulunmamaktadır. Herşey yolcunun zihninde canlanmaktadır.

Ğ-) KİŞİLER :

1-)Trenle yolculuk yapan yolcu.

2-) İstasyon şefi

3-) İstasyon şefinin karısı

4-) İstasyon şefinin karısının kızı

H-) İNSAN İLİŞKİLERİ :

Hikâyede hiçbir iletişim olmamıştır. Yalnızca yolcu her şeyi zihninde canlandırmış  ve istasyon şefinin karısını beğenmiş ve hayal kurmuştur. Türk  toplum gelenek ve göreneklerine ters bir durumdur. Evli bir kadın için böyle durumlar hoş karşılanmamakta fakat hikâyede bu işlenmektedir.

I-) ZAMAN:

Hikâye durum hikâyesi olduğu için kesin bir zaman belirtilmemiştir. Sadece hikâyenin başında zamana dair şöyle bir ifade geçmiştir. “Gelirken gece geçmiştik; bu sefer ikindiden epey sonraydı.” Buradan da anlaşıldığı gibi tam bir zaman yok vakat vakit zamanı bellidir. Anlatımda görülen geçmiş zaman kullanılmıştır.

 

İ-) MEKAN :

Olay  hikâyenin başından beri tren istasyonunda geçmektedir. Mekan tren istasyonudur. Fakat yolcu tren içindedir trende kısa süreli istasyonda durmaktadır. Bu sırada yolcu hayal kurmaya başlar. Yani hikâyedeki ana mekan tren istasyonudur.

J-) DİL- ÜSLUP :

Hikâyede şiirsel bir üslup, yer yer şiire mahsus kapalı bir anlatım dikkati çeker. hikâyenin dili  muhtevasıyla olduğu kadar üslûbu ile de şiire yaklaşır. “Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi vahşi, kaba ve kayıtsız; fakat vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren.” (“Hayat Böyledir İşte”, YDBY, s. 23). Bazı ürünlerin anlatımındaki müphemiyet, yani bulutsuluk hâli öyküdeki lirizmi yer yer güçlendirir. Çağrışımlara açık, anlamı zengin kelimelerin tercih edilişi şiiriyeti yoğunlaştırır.

Bununla beraber hikâyede sürekli soru sorarak anlatım daha akıcı hale getirilmiştir. Karşılıklı konuşma sohbet havası vardır.

 

K-) DİL SAPMALARI :

Hikâyede küfür yergi gibi unsurlar bulunmamakta fakat sitem unsurları bulunmaktadır. “Karayağız ilkokul öğretmeni mi?… Yoksa onu sen de mi unuttun?… Öyle ya, sen nakil emrinin bu kadar gecikmesine ne bakıyorsun… Yıllar su gibi akı yor; o günler ne kadar geride kaldı. Artık o günlere ait olan her şey hayal meyal geliyor insana: Annen, baban, kasabanız, sokağınız, çocukluk arkadaşları ve… Yok canım sen de.” Bu alıntıda da açıkca görünmektedir.

L-) ÇEVRE:

Olay tren istasyonunda geçmektedir. Çevre ile ilgili ayrıntılı bilgi verilmemektedir. Hayali bir cevredir. Ütopik bir çevre kurgulamıştır. Zihinde oluşturulmuştur çevre.

M-)HİKAYE EKOLÜ:

Bireyin iç dünyasını anlatan yazarların başında gelir Tarık Buğra. Bireyin dış yönünden çok iç yönünü ele alan bu akımın en önemli Türk temsilcilerindendir. Bu akıma göre Milli Edebiyat zevk ve anlayışını sürdüren eserlerde ve  Modernizmi esas alan eserlerde dış gözlem esastır ve çok güçlü doğa betimlemeleri yapılmıştır. Bireyin iç dünyasını anlatan eserlerde ise iç gözlem,  psikoloji ve empati esastır.

N-) HİKAYE ÜZERİNDE OKUR DÜŞÜNCESİ:

Hikâye öncellikle dış yönüyle dikkat çeker. Anlatımı çok şiirsel olması okuyucuyu daha da okumaya teşvik ediyor. Cümleler  kısa basit ve eylem cümleleridir. İçerik bakımından ise bir yolcunun tren istasyonunda istasyon şefini karısını görmesi ve kurduğu hayaller anlatılır.  İçerik bakımından çok eğlenceli ve insanın ruhuna hitap ediyor. Okuyucu hikâyeyi okurken hikâyeyi yaşıyor gibi hissediyor. Bir okur olarak bu hikâyeyi herkese tavsiye ediyorum.

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*