1.)ŞEKİL (DIŞ YAPI)
Hikâyenin Adı: EVDEKİ
Yazarın Adı: YUSUF ATILGAN
Öykünün Alındığı Kitabın Adı: Tanzimattan Günümüze Türk Hikâyeleri Antolojisi
Öykünün Alındığı Kitabın Baskısı-Boyutu: Bilge Karınca Yayınları – 13.5×21.0 Cm
Yayına Hazırlayan: Cafer Akman
Yazarın Yaşamı, Yaşadığı Dönem ve Eserleri:
Yusuf Atılgan, 27 Haziran 1921’de Manisa’da doğdu. Annesi Avniye Hanım, babası ise bir tahsildar olan Hamdi Atılgan’dı. Ortaokulu Manisa Ortaokulu’nda okudu, 1936’da bu okulu bitirdikten sonra öğrenimine Balıkesir Lisesi’nde devam etti. 1939 yılında buradan mezun oldu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. İkinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak okuduğu bu okulu 1944’te bitirdi. Bitirme tezinin konusu “Tokatlı Kani, Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji”ydi.
1945’te edebiyat öğretmeni olarak Maltepe Askeri Lisesi’ne girdi. Ancak üniversite yıllarında Komünist Parti’yle ilişkili olduğu gerekçesiyle on ay hapse mahkum edildi. 1946’da, cezası bittikten sonra Manisa’da bir köyde yaşamaya ve çiftçilikle uğraşmaya başladı. Yaşadığı Hacırahmanlı Köyü’nün spora kulübünün kurulmasında aktif rol aynadı. 1976 yılında İstanbul’a döndü. Atılgan, İstanbul’a yerleştikten sonra 1980’de Milliyet Yayınları’nda ve Can Yayınları’nda çalışmaya başladı. Danışmanlık ve redaktörlük yaptı.
Yazar, Türk Edebiyatı’na birçok önemli eser kazandırdı. Romanları “Aylak Adam” (1959), “Anayurt Oteli” (1973), “Canistan” (2000), öyküleri “Bodur Minareden Öte” (1960), “Eylemci” (1992), çocuk kitabı “Ekmek Elden Süt Memeden” (1981) ve K. Baynes’in kitabından çevirisi “Toplumda Sanat” (1980) idi.
Atılgan, Canistan adlı romanını yazarken 9 Ekim 1989’da Moda’daki evinde kalp krizi sonucu öldü. Ölümünün ardından yaşadığı Hacırahmanlı Köyü’nde 1990 yılında “Yusuf Atılgan Halk Kitaplığı” kuruldu. Ayrıca sevenleri tarafından yazılan yazılar ve röportajları “Yusuf Atılgan’a Armağan” (1992) adlı kitapta toplandı.
Atılgan, yazılarını bazen “Nevzat Çorum” ve “Ziya Atılgan” adlarını kullanarak yazardı. Tercüman Gazetesi’nin açtığı 1955 tarihli öykü yarışmasında Nevzat Çorum adıyla yazdığı “Evdeki” öyküsü birinciliği, Ziya Atılgan adıyla yazdığı “Kümesin Ötesi” öyküsü de dokuzunculuğu elde etti. “Aylak Adam”, 1957-1958 Yusuf Nadi Roman Armağanı’nda ikinciliği kazandı. Şiirleri ve öyküleri birçok dergide ve gazetede yayınlandı.
1946 yılında Manisa’da köy hayatı yaşamaya başlayan Atılgan burada ilk evliliğini gerçekleştirdi. Daha sonra ilk eşinden boşandı, İstanbul’a yerleştikten sonra 1976’da tiyatrocu Serpil Gence ile evlendi. Bu evlilikten bir çocuğu oldu.
Yusuf Atılgan’ın romanlarının Türk Edebiyatı’ndaki yeri çok önemlidir çünkü Atılgan, yalnızlık ve yabancılaşma konularını en cesur ve başarılı şekilde işleyen yazarlardan biridir. Modern akımın öncülerindendir. Özellikle “Aylak Adam” ve “Anayurt Oteli”nde mükemmel iç gözlem yeteneği sayesinde bireyin kopmuşluğunu ve iletişimsizliği çok iyi anlatır. “Anayurt Oteli”, 1987’de Ömer Kavur tarafından sinemaya aktarılmış ve çok başarılı olmuştur.
Hikâye Kitapları:
Bodur Minareden Öte(1960), Eylemci(1993)
Romanları:
Aylak Adam(1959), Anayurt Oteli(1973)
2. MUHTEVA(İÇ YAPI)
Tema:
Yalnızlık
Konu:
Bitkinlik ve yalnızlığın insanın içini kurutan hissiyatıdır.
Ana Düşünce:
Evdeki ile birlikte yalnızlığın ve umudun verilmeye çalışılması cinsiyetin önemli bir etken olduğu kasaba içinde bir kızın sıkışmışlığını anlatıyor.
Tez-Mesaj-İleti:
Evdeki kızın ruh halini anlatıyor, evlenmemiş kasabaya sıkışmış bir kızın yalnızlığını veriyor hikâye bize. Kasabalının bakış açısı ve kızın yalnızlığına çare olarak kitaplara sarılması ve rüyalarda bile olsa kasabanın dışına çıkmak istemesi içinde hep bir umudun olması.
Özet:
Hikâye, otuzlu yaşlarına yaklaşan, evlenmemiş bir kızın ağzından anlatılır. Anlatıcı, annesiyle birlikte yaşar; babası ölmüştür. Liseyi bitiren anlatıcı, kasabadaki geleneksel anlayış nedeniyle okumaya devam edememiştir. İngiltere‟de eğitim görmüş dayısı bile ona, erkek olmadığı için, bu konuda yardımcı olamamıştır. Anlatıcı, ölmüş olan dayısının oğlu Necati‟ye karmaşık cinsel duygular besler. Evlenmediği için çevrenin baskı ve dedikodularıyla yüzyüze kalan anlatıcı, annesiyle de eskisi gibi anlaşamaz. Kasabayı yaşanmaz, erkeklerini kaba bulan, kendine ve çevresindekilere acıyan evdeki, yaşadığı yeri okuduğu kitaplardaki dünya ile bağdaştıramaz.
Hikâyenin Türü: Durum Hikâyesi
İçerik Yönünden Hikâyenin Türü:
Toplumsal olayları, varoluşçu bir bakış açısıyla vermiştir. Olayı bireye değer veren evrendeki yerini anlatan bir biçimde ele almıştır.
Olaylar:
1.)Arsada yığılı olan kalasların kaldırılması.
2.)On yıl önce annesini de severmiş, kasabanın insanını da severmiş.
3.)Okulu bitirdiği yıl karşıya kalasları yığmışlar ve arsa sesini yitirmiş.
4.)Sokaktan geçen insanları seyrediyor ve onların yüzlerinden mimiklerinden tahlillerini yapıyor.
5.)Bir kadın geçiyor ve onun hakkında kasabalının söylediklerini anlatıyor.
6.) Annesi odaya gelince canı sıkılır.
7.)Kızı istemeye gelecekler.
8.)Kız kimseyi istemiyor ve kaçarım diyerek annesini tehdit ediyor
9.)Dışarıdan annesinin sesini duyuyor annesi ağlıyor.
10.)Annesinin kocakarılara gidişini görüyor ve onlara dert yanacağını düşünüyor.
11.)Yatağa yatıyor eline bir kitap alıyor ve ilk sayfasında dayısının adının yazılı olduğunu görüyor.
12.)Dayısının erkek olsaydın seni İngiltere’ye okumaya gönderirdim dediği geliyor.
13.)Kapı çalınır. Gelen Necati’dir. Dayısının oğludur.
14.)Necati’nin sık sık gelmesinden bahsediyor.
15.)Ödev yaptırmak için geldiğini söylüyor.
16.)Kitabı açarlar ama Necati’nin onu dinlemediğini fark eder.
17.)Kitabı ona verir okuması için
18.)Bacağını çocuğa sürer ve bir kelimeyi yanlış okuduğunu söyler.
19.)Düzeltir kelimeyi odada ağır bir hava olduğunu söyler pencereyi açar.
20.)Hasta olduğunu söyler ve çocuğu gönderir.
21.)Annesi gelir yemek yerler hiç konuşmazlar.
22.)Yemekten sonra radyo dinler ve yatar.
23.)Bir ses duyar ağlama sesi gelecek günlere ağladığını ve umudun sesi olduğunu düşünür.
24.)Dışarıdan gelen sesleri dinliyor bitkin olduğunu kim ne isterse o anda ona yapabileceğini düşünüyor.
Kişiler: Evdeki Kız Anlatıcı(I.Tekil şahıs ağzından), annesi, Necati, kasaba halkı
İnsan İlişkileri:
Hikâyede samimi insan ilişkileri yoktur. Annesiyle bile konuşacak çok bir şeyini olmadığı, kasabalının ise birbirini ardından konuştuğu bu nedenle korktuğuna vurgu yapmıştır. Bu durum ilişkilerin sağlam olmadığına ve içten bir ortamdan yoksun bireyler yetiştirdiğine vurgu yapar.
Zaman:
Belirli bir zaman yoktur. Kızın anıları ve lise yılları zamanındaki durumdan bahseder. On yıl öncesi ve sonrasında olan olayları anlatmaktadır. Günlük işlerden bahseder bunu sabah, öğle, akşam sözcüklerinden anlayabiliriz. Bu sözcüklerden anlayabiliriz günlük olaylardan bahsettiğini.
Mekân:
Hikâyede kasabanın ismi verilmez, tam olarak nerede olduğu belirtilmez. Bu yolla tipik bir kasaba verilmiş olur. Mekan küçük bir kasabada genç bir kızın evinde geçmektedir olayları bu ev içerisinden vermektedir. Belirli bir mekan kasaba adı vermemiştir yazar. Olaylar genellikle evin içerisinde geçer, birde kızın penceresinden anlattığı olaylar var.
Dil_Üslup:
Yazar eserini günlük konuşma diliyle yazmıştır. Eserinde yer yer kelime tekrarlarına başvurmuştur. Cümleleri hem devrik olarak hem de kurallı bir biçimde kurmuştur. Açık, anlaşılır bir dil kullanmıştır. Konu akışını bozacak ve kesecek betimlemelere yer vermemiştir. Kişileri konuşturma yolunu seçmiştir. Evdekinin ağzından bir durumu, olayı bizlere aktarmıştır.
Yazar, olayları I. Tekil şahıs ağzından anlatmıştır.
Kaç kere söyledim evlenmek istemiyorum ben. (Devrik, fiil cümlesi)
Yemek dolabında taze baklayla pilav var. (Kurallı, isim cümlesi)
Dil Sapmaları:
Yazar eserinde argo sözlere yer vermemiştir. Sözcük tekrarları vardır sık sık.
Çevre:
Bu bölümde anlatıcının ailesinden, mahalledeki çevresinden ve genel olarak kasaba toplumundan bahsedilecektir. Bu hikâyede anlatıcının olumlu ifadelerle andığı ve hayranlığını belirttiği tek kişi dayısıdır. Anlatıcının yalnızca yakın çevresiyle değil, kasaba insanlarının geneliyle ilgili fikir ve hükümleri olumsuzdur: Burada zihninden geçirdikleri, kasaba toplumunda neredeyse en ufak bir olumlu taraf bulmadığını gösterir. Onun bakış açısına göre, bu toplumun hayat tarzı kadar dünya görüşü ve ahlakı da çarpıktır. Görüldüğü gibi anlatıcı; toplumuna, en yakınındaki kişiler olan annesi, kuzeni, komşuları dahil herkese yabancılaşmıştır. Anlatıcının kendi çevresiyle, çevresindeki insanlarla ilgili hiçbir umudu ya da olumlu algısı yoktur. Burada zihninden geçirdikleri, kasaba toplumunda neredeyse en ufak bir olumlu taraf bulmadığını gösterir. Onun bakış açısına göre, bu toplumun hayat tarzı kadar dünya görüşü ve ahlakı da çarpıktır. Görüldüğü gibi anlatıcı; toplumuna, en yakınındaki kişiler olan annesi, kuzeni, komşuları dahil herkese yabancılaşmıştır. Anlatıcının kendi çevresiyle, çevresindeki insanlarla ilgili hiçbir umudu ya da olumlu algısı yoktur.
Hikâyesinin Ekolü:
Varoluşçu felsefeyle yazmıştır. Bireyler yalnız, mutsuzdur, bireyleri yalnızlaştırıyor. Toplumun dışında toplumun mekanizmasına uyamayan bireyler vardır eserlerinde. Yalnızlık insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir aramadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.
Hikâye Üzerine Okur Düşüncesi:
Hikâye sade bir dille yazılmış. Yer yer merak uyandıracak okuru canlı tutacak bölümleri var. Hikâye kahramanının yani kızın adının verilmemiş olması, kasaba adının verilmemiş olması ve bunları bizim hayal dünyamıza bırakması oldukça etkili. Böylelikle okuru bizleri canlı tutmayı başarmıştır. Bu hikâyede de kendini bulan bireyler vardır. Toplumda sıkışmış, yalnız, bitkin insanlar. Çareyi okuduğu kitaplarda arayan ve okuduğu kitaplardaki dünyayı merak eden, rüyada da olsa sıkışıp kaldığı o kasabadan uzaklaşmak isteyen bir genç kızın çırpınışları var. Bu durum üzücü de o dönemin gerçeğiydi ve hala günümüzde de aslında böyle sıkışmış kaçacak hiçbir yeri olmayan insanlar var. Yalnızlık bu kadar güzel anlatılırdı.
Kalemine sağlık YUSUF ATILGAN’NIN okunması gereken güzel bir hikâye.
EVDEKİ
Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek” dedi: aldırmadım. On yıl önceki arabayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. “Kız, koca mı arıyorsun arada?” derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arasa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum.
Annem aşağıdan “Yemek hazır” diye bağırdı.
_Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye! dedim.
Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… Kös kös yürüyolar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama, kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kıllarlar mı acaba?
Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birbirini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. “Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı?
Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; adıyorum ona yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu.
_Yarın Fatma hanımlar gelecekmiş seni görmeye, dedi.
_Yarın evde yokum ben.
_Nereye gideceksin?
_Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben.
_Elalem ne diyor biliyor musun? Eskisi var onun diyor.
_Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
Gözleri büyüdü. Kalktı kapıyı çarpıp gitti. Dışarıdan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum.
Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. “İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. Çıkar şunları der. Leş gibi kokar ayakları.” İçim bulanıyor nasıl yatılır böyle bir adamla?
Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.
Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilav var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilav yedim biraz. Pilav soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere’de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni.“Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım” derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya.
Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler.
_Nasılsın abla? dedi.
_İyiyim. Girsene.
_Halam nerede?diye sordu.
_Bilmem. Komşuya gitmiştir.
Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal traşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum.
_Otursana, dedim.
Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık liseye gidiyor.
_ Ödev mi var? dedim.
_Evet dedi.
Kitaba uzandı.
_Biliyor musun karşıdaki arasadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim.
_Sahi, dedi.(O yana baktı.)Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız.
Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım.
_Şimdi de sen oku bakalım, dedim.
Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık zor arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili soğuk. Ergenlikleri de var. ince keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda; ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu.
_ İyi bak o kelimeye, dedim.
Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilk yaz daha. Bugün, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın.
_Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın.
Kalktı.
_Peki abla, dedi.
Gözlerinde o bulaşıklık yok artık.
Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklarına musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… Neden böyle olduk biz? Ana kız değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı?
Yemekten sonra radyo dinledim Geç yattım. Pancurlar kapalı. Yatakta kendikendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması dudyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlere ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusamda bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeye çalışacak beni.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor.“Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!” diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki, şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “Uyyy,” sesi duyuluyor.
YUSUF ATILGAN