Son Haberler
Anasayfa / atölye / MEHDİ HİKAYE İNCELEMESİ

MEHDİ HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

MEHDİ

Ve likülli kavmin hâd…

Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir tesadüftü! Serez istasyonundan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimizde Türk ve Müslümandık… Geçen felaket ve bozgun yılının canlanmışta kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüleri sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından minareler yıkılmış, mescitlerin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için Selanik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses :

–          Kendimi  Türkiye zamanında zannettim, dedi. Yanımızda hiç yabancı yok!

Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi. Daha bıyıkları yeni terliyordu ellerini

kaputunun cebine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü mâsivadan gölgelenen ruhanî ve mahzun bir beyazlıkta parlıyordu. Öbür köşede, pencerenin dibinde beyaz sarıklı, siyah cübbeli bir hoca, ihtiyar, hasta, mecalsiz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş, siyah ve alafranga sakallı bir beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu son moda bol esvaplı, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç, “Ah dünya bu…” dedi. Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “ Türkiye idaresindeki Selanik’e gidiyorum” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğini ihtimal vermiyordu.

–          Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak  ? dedi. Ben daima bilmek,

öğrenmek,  anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:

–           Allah bilir!

İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:

–          Allahın bildiği malum bir şey! diye güldü, lakin kulda bilir ki artık buralara Türk ayağı basamaz.

–          Niçin basamasın ?

diye haykırdım. Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başını kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arakasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:

Yavaş  konuşsak… dedi ve bana dönerek devam etti, oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse hiç zahmet çekmeden bende sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte ben size söylüyorum ki Müslümanların yaşama hakkı yoktur. Ve Türkler asla buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medenî bir hükûmet arazisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kainâtı yıkar, yerini ikinci bir kainât kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki  esasları kımıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatalarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet temayüllerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk hâlâ on üç on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Afganistan, Belucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yı Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra…Daha sayayım mı ? Hâsılı bütün İslamlık bugün inkişaf etmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hristiyan milletlerinin boyunduruğu altında…Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir istiklali var. Ama ne istiklal!.. Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanları ile rahat bir muahede yapamaz. Payitahttaki Hristiyan mekteplerin içine giremez. Hâsılı İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükûmetinin mahvına sebep olan âmiller hâlâ Türkiye’de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticelerde aynı olur. O hâlde Türkiye’nin de diğer Müslüman hükûmetleri gibi mahvolacağı, tarihten namı silineceği ve biz Türkler de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul’u alacak olan Hristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak…ve…

 

Bu, ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona mantık ve kıyaslarını yaparken hissine ve taassubuna katılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birden bire sözünü kesti:

– Ya Mehdi ? Mehdi çıkmayacak mı ?

– Hangi Mehdi?

– Hangi Mehdi olacak ? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.

 

Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleri ile karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu. İhtiyar hocanın karşısındaki şık genç de zavallı Serez beyinin saflığına gülmekten kendisini menedemiyor:

–          Ee küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak ? diye eğleniyor, bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım…

diyordu. Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben “ Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum. Öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı, beyaz ve büyük sakallı, ihtiyar ve sakin hoca efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlerini açtı. Siyah kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzını açıyordu:

–          Mehdi’ye gülüyorsunuz ha…

dedi. Ben arzın dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazın Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim hoca efendi yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu can u gönülden dinlerken Serezli genç bey gibi benimde ağzım birkaç santimetre açık kaldı.

 

 

“Bu Mehdi kimdir? Biliyor musunuz evlatlar? Kaybolan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar… Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlerle çıktığını size söyleyeyim: İslamlık bir mefkûredir. Öyle âli, metin, yüksek bir mefkûre ki taarruzî… Her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını hep Müslüman yapmak emelini besler. Zaman fitneler ve nifaklar arasında geçmiş. İslam hükûmetleri birer birer inkıraz bulmuş. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslümanda İslamlık mefkûresi şuursuz bir anane, bir ümit bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman bir halas, bir necat gününden ümidini kesmemiş. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasının tekrar bir gün meydana çıkacak olan on ikinci imama, Mehdi’ye atfetmiş. Bu Mehdi İslam selikasının şuursuz bir emniyetle beklediği  halasçı, hâdidir. Acaba hakikaten böyle bir halasçı çıkıp bütün Müslümanları esaretten, zulüm ve îtisaftan kurtaracak mı? Bütün İslam diyarlarında, Rumeli’nin, Asya’nın, Bulgaristan’ın, Hindistan’ın köylerinde, Afrika’nın   bâdiyelerinde Müslümanlar hep bir halasçıyı, bir Mehdiyi beklerler ; Mehdi’ye dair birçok masallar, hikâyeler vardır. Bunlara büyük ve perişan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan en hüzünlü, en garip ve muhteşem şiirlerde karışır. Ak Minare vesaire gibi…Lakin bu Mehdi sahiden gelecek mi ? Hayır ve evet… İslam ruhu şuursuz bir sâfiyet ve emniyetle her halasçı gibi sivrilen kahramana bu adı verir. Fakat o muvaffak olamayınca “Mehdi” kelimesi “Mütemehdi” olur yine hakiki beklenilmeye başlanır. Ama…Ama hayır…Öyle bir Mehdi zuhur edip bütün İslamlara birleştirerek müstevlilerinden bir anada intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi ? Hayır,hayır… Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl ? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim cevap veriyor, diyorki:

–          Ve likülli kavmin hâd…

Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdileri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesala Bosna Hersek’teki Müslümanları halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hristiyan milletlerin halasçılarını taklit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler,Tunus’takiler,Sudan’dakiler, hatta Mısır’dakiler de öyle…Başka yerlerdekiler de öyle … Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdiler yetişecek. Mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra… Esirlikten kurturan kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hristiyan milletler gibi, aralarında bir “beynelmileliyet” teşkil edecekler, ki işte bu “İttihad-ı İslam” mefkûresinin hakikatidir.Artık bu “İslam beynelmileliyeti” mefkûresinin hakikat hâline girince, “Hristiyan beynelmileliyeti” yani Avrupalılar, zayıf ve himayesiz buldukları küçük İslam kavimlerinin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu muvazeneden dünya yüzünde ancak o vakit “hak ve hukuk” doğacaktır. Bir kavmin hâdileri o kavmin gaflet, cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet şulelerinin aydınlattığı milli bir mefkûreye doğru yürüyecek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer tüm olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavimde kendi hadisini beklemekte haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur’an-ı Kerim vermiştir. Evet, işte Kur’an-ı Kerim elimizde… Bir Mehdi yoktur fakat birçok hâdiler olacaktır.

Avam o tek ve hayalî Mehdi’yi beklerken biz, Türk, Arap,Fars ve diğer İslam mütefekkirleri kendi hâdilerimizi, hakiti Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların zuhur edip etmeyeceklerinden bir an için olsun şüphelenmemeliyiz…

 

Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör silindir şapkalı bir Rum’a:

-Buyurunuz…

diyordu. Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve istikrahla bakarak Rumca:

-Fakat burada Türkler var!

diye durdu. Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü.Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:

-Haydi bre…Öbür başa toplanın.Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek…

Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar,giren şık ve küstah mösyö şapkasını çıkarıp, ayaklarını karşıdaki kanepenin üstüne uzattı. Âdeta yattı.Sigarasını yaktı.Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yararı ve can çekişen düşkün bir arslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyuran yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sûkunuyla susuyorduk.

Yolcu mösyö, sigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor,tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunan Kralı XII’nci Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.

Biz susuyorduk…Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma sarı badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi, ikişer, üçer kilometre ara ile sıralanmış hâla duruyordu.Susuyorduk. Zannederim hepimiz –hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli şişman mutasarrıf mazulü bile – hepimiz, mukaddes kitabın her kavme vadettiği hâdileri düşünüyor, Türklerin Mehdi’si ne vakit çıkacağını kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim hep o beyaz bir felah ve ümit fecrinin uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başına dalıyordu.

 

ÖMER SEYFETTİN

 

HİKÂYE ÇÖZÜMLEME

1.ŞEKİL(Dış Yapı)

1.Hikâyenin Bulunduğu Kitabın Adı: Hikâyeler 1

2.Yazarın Adı: Ömer Seyfettin

3.Künye-Baskı: Seyfettin, Ömer, Hikâyeler 1, Dergâh Yayınları, İstanbul 2007

4.Yazarın yaşamı, yaşadığı dönem ve eserleri:

Hayatı-Yaşadığı Dönem

Ömer Seyfettin (1884-1920) Türk edebiyatının en çok okunan hikâye yazarıdır. Asker ve öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne çok sayıda eser sığdırmıştır. En tanınan eseri “Kaşağı” isimli öyküsüdür.

1884 yılında Gönen’de (Balıkesir) doğdu. Hatko Çerkezlerindendir. İyi derecede Adige dili konuşurdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’le, Fatma Hanım’ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönen’de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey’in görevinin nakli dolayısıyla Gönen’den ayrılan aile İnebolu ve Ayancık’tan sonra İstanbul’a geldi.

Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî’ye, 1893 ders yılı başında da Askerî Baytar Rüştiyesi’ne kaydedildi. Bu okulu 1896’da tamamlayarak Edirne Askerî İdadîsi’ne devam etti. 1900’de İdadî’yi bitirerek İstanbul’a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahâne’ye başladı. 1903 yılında Makedonya’da çıkan karışıklık üzerine “Sınıf-ı müstacele” denilen bir hakla imtihansız mezun oldu.

Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir Redif Tümeni’ne bağlı Kuşadası Redif Taburu’na tayin edildi. 1906’da İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemlidir; zira bu vesileyle İzmir’deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik’ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü’den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı.

Ömer Seyfettin Ocak 1909’da Selanik Üçüncü Ordu’da görevlendirildi. Selanik’te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu’nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911’de Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlandı.

Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı, Yanya Kuşatması’nda esir düştü. Nafliyon’da geçen 1 yıllık esareti sırasında sürekli okumuştu. “Mehdi”, “Hürriyet Bayrakları” gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu’nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.

Ömer Seyfettin 1913’te esareti bitince İstanbul’a döndü. 23 Ocak 1913’te Enver Paşa’nın organize ettiği Babıali Baskını’na katıldı. Daha sonra askerlikten ayrıldı, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi’nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü.

1915’te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozulunca tekrar yalnızlığına döndü.

1917’den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920’ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikâyecilik dönemini içine alır. Bu dönemde 10 kitap dolduran 125 hikâye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan öğretmenlik yapmayı sürdürdü.

Hastalığı 25 Şubat 1920’de artınca yazar, 4 Mart’ta hastahaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920’de hayata gözlerini yumdu. Önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedilir. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’na nakledildi.

En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren “Ömer Seyfettin ve Hayatı” adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır ve bu hikâyeler günümüzde de sevilerek okunmaktadır.

Edebi Kişiliği ve Eserleri

Türkçülük akımının da en önemli savunucusu olan sanatçı, Milli Edebiyatın dil anlayışı olan “Yeni Lisan” görüşünün de sahibi ve bu adı taşıyan makalenin yazarıdır. Hem sanatsal hem de öğretici metin türüne ait eserlerinde sade konuşma dilinin katı savunucularından biri olmuştur. Ömer Seyfettin Batı edebiyat ve kültürüyle de yakından ilgilenmiş; ama kendisinden önceki sanatçılar gibi kendi öz benliğini bırakarak tamamen Batı’ya yönelmemiştir.

Eserlerinde çocukluk anılarından ve askerlik hayatında yaşadıklarından yola çıkan Ömer Seyfettin, hikâyelerini Genç Kalemler ve Türk Yurdu dergilerinde yayımlamıştır. Sanatçı, eserlerinde serim, düğüm ve çözüm bölümlerine önem vererek Maupassant tarzı olay hikâyeciliğinin de edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi olmuştur. Eserlerinde Türk insanının duygu ve düşüncelerini işleyen sanatçı, hikâyelerini halk geleneklerine veya tarihsel olaylara dayandırır.

Sanatçı hikâye türü dışında romanla da ilgilenmiş ve Efruz Bey adlı eserinde Batı kültürünü yanlış değerlendiren ve her döneme ayak uydurmaktan çekinmeyip aydın geçinen insanları işlemiştir. En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren “Ömer Seyfettin ve Hayatı” adlı bir kitap yazmış ve bu kitap 1935 yılında yayımlanmıştır. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır.

Mili Edebiyat akımının ve çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerindendir.

“Genç Kalemler” dergisindeki yazılarıyla tanınmıştır.

Derginin ilk sayısında yayımladığı “Yeni Lisan” adlı makalesinde dil ve edebiyat ile ilgili görüşlerini açıklamıştır. Bu makaledeki görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak kabul edilir.

Küçük hikâyeyi tamamen bağımsız bir tür haline getirmiştir. Türk edebiyatında hikâyeciliği meslek haline getirmiştir. Edebiyatımızda hikâye türünün gelişmesinde etkili olmuştur. 140 kadar hikâye yazmıştır.

Hikâyelerinin konularını çoğunlukla gerçek yaşamdan almıştır. Bu hikâyelerinde yapmak istediği şey, milli bilinci uyandırmaktır.

Toplumun aksak yönlerini mizah yoluyla eleştirmiştir. Batı hayranlığı içinde yozlaşmış züppe tipleri eleştirir.

Hikâyelerinin konularını çocukluk anılarından, halk geleneklerinden, tarihi olaylardan, menkıbe, efsane, kahramanlıklardan ve günlük yaşamdan almıştır. “Kaşağı, İlk Namaz, And, Falaka” çocukluk dönemini, “Başını Vermeyen Şehit, Forsa, Topuz, Kızıl Elma Neresi ve Pembe İncili Kaftan” tarihi olayları konu edindiği öyküleridir. Türk milletine Balkanlar’da yapılan zulümleri de anlatır.

“Beyaz Lale, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Primo Türk Çocuğu” milli bilinci uyandırmak amacıyla Türkçülük düşüncesiyle yazdığı Balkan Savaşları ve Çanakkale Savaşı’nı ele alan öyküleridir.

Efruz Bey, kahraman etrafında yazılan hikâyeyi örnekler.

“Bahar ve Kelebekler” kadın konusunu işleyen hikâyedir.

Perili Köşk, evin içini anlatan hikâyelerdendir.

Bazı hikâyeleri doğrudan mizahla ilgilidir: “Yüksek Ökçeler, Koç, Külah, Mahcupluk İmtihanı”

Hikâyeleri genellikle beklenmedik biçimde sonuçlanır.

Edebiyatımızda “olay” öyküsü denilen “Maupassant tarzı (klasik)” öykünün en önemli temsilcisidir.

Realizm akımının etkisinde kalmıştır. Hikâyelerinde gözleme önem vermiştir.

Hikâye kahramanlarında psikolojik yönden bir derinlik yoktur. Ruh çözümlemelerine önem vermemiştir.

Hikâyelerinde çok sade bir dil kullanmıştır. Günlük konuşma dilini kullanmıştır.

İlyada ve Kalevela adlı destanları Türkçeye çevirmiştir.

 

Eserleri:

Hikâye: Falaka, Yüksek Ökçeler, Kızıl Elma, Bomba, Beyaz Lale, Gizli Mabet, Bahar ve Kelebekler, Yalnız Efe, Kaşağı, İlk Düşen Ak, Pembe İncili Kaftan, Harem, Yüzakı, Kurumuş Ağaçlar, Aşk Dalgası…

Roman: Efruz Bey, Yalnız Efe (uzun öykü), Ashab-ı Kehfimiz (“içtimai roman” adını vermiştir)

Şiir: Şiirler (Doğduğum Yer)

Oyun: Mahçupluk İmtihanı

 

2.MUHTEVA(İç Yapı)

 

1.Tema: Bekleyiş

2.Konu: Emperyalist sömürgeci devletlerin, İslam ülkelerini sömürmesi ve İslam ülkelerinin bu durum karşısında çaresiz kalması ve kurtarıcı olarak mehdiyi beklemesi.

3.Ana düşünce: Kurtarıcı olarak başkalarını beklemek yerine kendi kendimizin kurtarıcısı olmalıyız, gerçek kurtarıcıyı ancak bu şekilde görebiliriz.

4.Tez, mesaj, ileti: İslam ülkeleri çağa uygun ve çağın gereklerine uygun yaşamalı, batının İslam ülkelerini sömürmesine izin vermemeli.

5.Özet: Selanik kaybedilmiş ve vapur vapur gelen Rumlar buraya yerleşmeye başlamıştı. Türkler ve İslam ülkeleri kendi ayaklarının üstünde duracak kudreti gösteremiyordu. Batılı devletler ise bu durumu fırsat bilerek İslam ülkelerini sömürrmeye devam ediyorlardı. Müslüman halk bu acı tabloyu göremiyordu. Bu acı tabloyu görenlerden birisi olan ak sakallı hoca, bir trende bu durumu trendekilere anlatıyordu. İslam ülkelerinin kendilerini bu durumdan çıkartabilecek bir mehdi beklemesini eleştiriyordu. Bu mehdinin gelmeyeceğini, bunun hayal olduğunu, boş hayallere kapılmamamız gerektiğini trendekilere aktarıyordu. Kurtuluş yolunu görebilmemiz için çalışmamız gerektiğini, bu şekilde kendi hâdilerimizi kendimiz çıkartabileceğimizi söylüyordu. Çalışmamız ve fedakârlıklar yapmamız gerektiğini ve bu şekilde kurtuluşa erişebileceğimizi söylüyordu. Mehdinin çıkacağını, Müslümanların başına geçeceğini, gâvurların hepsini öldüreceğini, bütün dünyayı Müslüman yapacağını söyleyenlere şiddetle karşı çıkıyor ve böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini söylüyordu. Şimdi biz, yine, o yalnız ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.

6.Romanın türü, içerik yönünden: Tarihi, sosyolojik roman

7.Olaylar.(Vakalar): Serez  istasyonunda ak sakallı bir hocanın daha bıyıkları yeni terleyen bir gence mehdinin gelip gelmeyeceği konusunda bilgi vermesi ve İslam ülkelerinin “Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.” Fikrine karşı böyle bir düşüncenin gerçekleşmeyeceğini anlatması, mehdiye değil kendi içimizdeki hâdilere güvenmemiz gerektiğini anlatır.

8.Kişiler: Hikâyede kişiler isimleriyle değil belli başlı özellikleriyle verilmiştir.

Hoca: Mehdi hakkında bilgi veren, mehdinin gelmeyeceğini söyleyen kişi.

Serezli genç: Trendeki yolculardan, bıyıkları yeni terlemeye başlayan genç.

Şişman ve pek zengin görünen beyefendi: Kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmıştır. Rum yanlısı.

Yunan hafiyesi.

Sarı, uzun boylu, son moda bol esvaplı, kuvvetli ve gözleri parlak genç.

9.İnsan ilişkileri(sosyal ilişkiler): Hıristiyanların Türk ve Müslüman halkı ikinci sınıf vatandaş olarak görmesi ve ona göre davranması. Kendi halkını ise yüceltmesi ve üstün görmesi. Örneğin: “Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı.” Alıntısı da bu duruma örnek teşkil etmektedir.

10.Zaman: Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki dönem.

11.Mekân: Anlatılan olaylar trende geçmektedir, mekân somut ve gerçektir.

12.Dil-Üslup(biçem,devrik cümle,tekrarlar,ağız,argo..): Genel anlamda dil sadedir ancak Arapça ve Farsça kelimelere de rastlanır. İsim ve fiil cümlelerine yer verilmiştir ancak genelde fiil cümlelerine yer verilerek devingenlik sağlanmıştır. Soru cümlelerine ve tamamlanmamış cümlelere yer verilerek okuyucu olayın içerisine çekilmeye çalışılmıştır. Kur’an –ı Kerim’den alıntılar yapılarak anlatılan görüşe kanıt oluşturulmuştur. Örneğin: “Ve likülli kavmin hâd…” gibi. İğneleme sanatına yer verilmiştir.

13.Dil sapmaları(küfür,yergi..): Açıkça söylenmemiş ama cümle içerisinde küfürler ve argo kelimelerin söylendiği beyan edilmiştir. Örneğin: “Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı.

14.Çevre: Trendeki Serezli genç, Hoca, Yunan hafiyeleri kahramanımızın ana çevresini oluşturmaktadır.

15.Hikâyenin ekolü, dönem açsından: Maupassant’tan etkilenmiştir ve olay öykücülüğünün bizdeki en önemli temsilcilerindendir.

16. Hikâye üstüne okur düşüncesi: Hikâye o dönemdeki Müslüman topluluklarının panoramasını yansıttığı için bir kılavuz niteliğinde düşünülebilir. Müslüman ülkelerin genellikle kendilerini içinde bulundukları zor durumdan kurtaracak bir kutsal kişi beklemesini eleştirmiştir. Bu zor durumdan kurtulmamız için çalışmamız ve fedakârlıklar yapmamız gerektiğini okuyucuya aktardığı için öğretici bir nitelik taşıdığını düşünüyorum.

Dil olarak sadeliği tercih etmesi okuyucuya kolaylık sağlamıştır. Kişi isimlerinin verilmemesi, sadece fiziki özellikleri ile kişilerin tanıtılması okuyucunun kişiler hakkında bilgi edinmesini  kısmen zorlaştırmıştır. Dil sapmaları ve küfürlerin açık bir biçimde söylenmemiş olması, cümle içinde okuyucuya üstü kapalı olarak sezdirilmesi olumlu bir özelliktir. Bazı yerlerde betimleyici anlatım biçimi benimsenerek yer ve mekanların okuyucunun gözü önünde canlanmasını sağlamıştır.

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*