Son Haberler
Anasayfa / atölye / UYKU HİKAYE İNCELEMESİ

UYKU HİKAYE İNCELEMESİ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

UYKU

Cumartesiydi.

Madeni eşya fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni, on dörtle on altı yaş arasında erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı ‘pres’ makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı.

Terden sırılsıklamdılar. . . Atölyenin makine gürültüsüyle ağır havasında kaynaşıyorlardı: Muslukların fışkıran suyunda el yüz yıkayanlar, sıra bekleyenler, helalara girip çıkanlar, fırsattan istifade kovalamaca oynayanlar. . . Gömleklerinin yağlı kollarıyla terlerini sildikçe de, vıcık vıcık makine yağı büsbütün sıvaşıyordu.

Fabrika ustabaşısı -kırk beşlik, zayıf, kısa boylu- başını, kaşıyarak Baba Ferhat’ın yanına geldi. Baba Ferhat, büyük mengenede preslerden birinin damasını eğeliyor, ilerisindeki freze makinesinin sesini uydurmuş, bir Anadolu havası mırıldanıyordu. Haşlanmışa benzeyen yüzünden sızan ter, yağ lekeleriyle karışıp boynuna, ordan da aşağılara iniyordu. Ustabaşının kendisine baktığını fark edince, işi bıraktı, doğruldu.

‘Oof, of be!’ dedi. Ustabaşı gülerek Baba Ferhat’ın yanına geldi, bir şeyler konuştular, sonra ustabaşı, tamir odasının yanına gitti. Kapının sağ duvarındaki mermer levhada şalteri indirdi. Atölye çatısı altında dönen ana volan sarsılarak yavaşladı ve fabrika istop etti.

Herkes paydos sanmıştı. Halbuki ustabaşı, tornaların birinin üstüne sıçradı, düdük öttürdü, işçiyi topladı. Nutuk söyler gibi, ‘’ bana bakın!’’ diye bağırdı, ‘’ öğleden sonra iş var. . . Sabaha kadar çalışacağız belki de. . . İsteyen gidebilir, kalan çift yevmiye alacak. . . İsteyen gider, dedim zorla değil. ‘’

Atölyeye bir sessizlik çöktü. Sonra mırıltılar, fiskoslar başladı, arkasından da Baba Ferhat’ın eğe sesi.

Onuncu presin işçisi çocuk Sami, etrafına bakındı, yutkundu, gözlerini ovaladı. . . Öyle canı sıkılmıştı ki . . .’ Gitsem mi?’ diye aklından geçirdi, sonra caydı. . .Ustabaşı aksidir, Sami işi bırakır giderse, ustabaşı bir daha fabrikaya adım attırmaz ona. Fabrikanın işçiye ihtiyacı yok ki, kapının önü kendi kadar çocuklarla dolu. Saat ücretlerinin düşmesine hep bu aylak çocuklar. . .

Ustabaşı kimsenin kımıldamadığını görünce makineden atladı. Gitti şalteri itti. Volanlar dönmeye başladı, Baba Ferhat’ın eğe sesi silindi.

Mevsim yazdı. Atölyenin arka pencerelerinden olanca hızıyla vuran öğle güneşi, içerde altı tav ocağının kızıllığını alıyordu. İş Kanununa göre fabrika saat birden itibaren paydos etmeye mecburdu. Onun için, fabrikanın gürültüsü dışarıdan işitilirde İş Dairesi’nin kulağına gider diye, ustabaşının emriyle fabrika bekçileri atölyenin tüm pencerelerini, tavandaki yuvarlak deliklere varana kadar örtünce atölye karardı, tav ocaklarının kızıllığı birden bütün kuvvetiyle meydana çıktı.

Çok geçmeden atölyenin elektrikleri yandı, ocaklar tekrar sönükleşti. Bunaltan bir sıcak başlamıştı. Baba Ferhat küfrederek gömleğini attı, paçaları düğmeli, uzun donunu çemirledi. Gövdesi terledikçe kaşıntı artıyordu.

Çocuklar da gömleklerini soyundular. Kömür ambarına, helaya yalın ayak gidip geldiklerinden, ayakları bileklerine kadar simsiyahtı. Preslere çinko levha getiren, kalıplanan karavanaları ambara götüren, depolardan tav ocaklarına maden kömürü taşıyan yardımcı çocuklardan yalnız ikisinin pantolonları uzundu, geriye kalanlar kısa pantolon giyiyorlardı.

Çocuk Sami atölyenin duvar saatine istemeye istemeye baktı. Biri çeyrek geçiyordu daha. . . Paydosu düşündü. Aradaki zaman hiç bitmeyecek kadar uzundu geldi.

Planyalar kıvrım kıvrım yonga döküyorlardı.çocuk Sami düşündü. Öğleden sonra paydos olacaklar diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki de acıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de vazgeçti. Annesi, ‘ Aman oğlum Sami, sakın borç etme. . . Aybaşında taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi. . .’ diye sıkılamıştı. Makinesinin kolunu çekti, bir karavana daha kalıpladı. Sonra volanı boşa itti ve helalara yürüdü. Muslukların başı gene kalabalıktı, sıra bekledi.

Burası atölyenin içinden daha serin olduğundan, çocukların hoşuna gider. Fakat ustalar rahat vermez ki. . . İkide birde kontrole gelirler. Çocuklar kaçar, ustalar kovalar. Yakalanan evvela dayak yer, sonra da ceza.

Çocuk Sami musluğun fışkıran ılık suyunda elini yüzünü yıkadı, vücudunu ıslattı, yaş gövdesini ovdu,serinledi. Başını tekrar musluğa götürüyordu ki düdük sesleri. . . Çocuklar kaçıştılar.

Sami de tav ocaklarının arkasında usullacık sıvıştı. Ocakalrın orası müthiş sıcaktı. Islak vücudu kuruyu verdi. Makinesine geldiği zaman saçlarından başka yaş yeri kalmamıştı. Tekrar alev alev yanmaya başladı.

Celal Usta makinelere teker teker uğruyor, avans isteyenlerin adlarını bir kağıda yazıyordu. Sıra Sami’ye gelince o, ‘’istemem. . .’’ dedi.

Saat ikide, bir saatlik yemek paydosu verildi. Çocuk Sami kömür ambarına indi. Ambar karanlıktı, rutubetliydi ama toprak serindi. İri iri maden kömürü parçasını başının altına alıp yorgun vücudunu toprağa bıraktı, hemen uyudu. . . Düdük sesleriyle uyandığı vakit, kontroller, ellerinde elektrik lambaları, çocukları işbaşına kovalıyorlardı. Sami de kalktı. Kaburgaları rutubetten buz kesilmişti. Makinesine geldi.

Karşıda, Baba Ferhat’ın mengenesinin az ilerisinde Demirci Şuayip’le kalfası Danyal, kızıl bir demire balyoz sallıyorlar, büyük ve ağır çekiçler örse indikçe etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Danyal’ın arkası Sami’ye dönüktü. ‘’Top ense’’ kesilmiş saçları, onun yeniyetme bir delikanlı olduğunu gösteriyordu.

Yüzü görünen Şuayip Ustaysa ellilik bir adamdı.balyozu kaldırırken boynunda parmak parmak damarlar şişiyor, boyun derisi yırtılacakmış gibi geriliyordu.

Sami, Danyal’ın kollarına imrenerek baktı, kendilerinkini düşündü. Onunkiler ipinceydiler… Saçlarının dibinde ılık ılık sızan ter gözlerini yakıyordu. Tekrar hela aralığına geldi. Muslukta elini yüzünü yıkadı, gövdesini ıslattı. Dönüşte tornacıların alet ve edevat dolabının camında kendini gördü: İpinceydi. Omuzları dar, omuz başları çıkık çıkıktı… Utandı. Kendisine bakıyorlar gibi geldi, büsbütün utandı ve telaşlandı. Halbuki her şey yerli yerinde, herkes kendi dalgasındaydı. Baba Ferhat onun zayıflığına bakıyor… Omuz başlarını avuçlarının içleriyle kapayarak makinesine koştu. Zannediliyordu ki, herkes onunla, onun zayıflığıyla meşgul, birbirlerine, ‘’Amma da zayıf ha! ’’ diye fısıldıyorlar. Bu his gittikçe büyüyordu. Tam bu sırada, yanındaki presin işçisi çocuk Nuri, ‘’ Lan Sami, ‘’ dedi, ‘’ amma da zayıfsın ha!’’ Sami sarsıldı. ‘’ Ne zayıfı yahu, ‘’ dedi,  ‘’ sen zayıf değil misin? ‘’  Ben gene de senden etliyim oğlum…’’ diye, kabaran bir hindi azametiyle, yan yan baktı.

Çocuk Sami, cevap vermedi, fakat kahroldu. Beriki, aceleyle kalıpladığı bir karavanayı çıkardıktan sonra, ‘’ kolları dikiz!’’ dedi.

Kendi pazusunu şişirip Sami’ye gösterdi. Bu kol, Sami’nin kolundan kalındı.

Sami cevap verse, bir tek kelime söylese ağlayacaktı. Öyle dolmuştu ki… Çömeldi. Makinesinin tozlu ayakları arasına tortop sıkıştırdığı ıslak gömleğini aldı, giyindi.

Çocuk Nuri’yse, çocuk Hadi’ye Sami’yi göstererek bir şeyler fısıldıyordu. Bir ara, ‘’ Alllahını seversen bak, ’’ dedi, ‘’hortlağa benzemiyor mu? ‘’

Sami gene cevap vermedi. Şuayip Usta yeni bir demir almak için ocağa gidiyordu. Danyal kalfa balyozunu yere bırakmıştı, avuçlarına tükürdü. Baba Ferhat da eğelediği demirin düzlüğünü muayene ederken gülümsüyor, başını sallıyordu. Sanki karşısında birisi varmış da şakalaşıyorlar gibi. Sami , çocuk Nuri’nin dikkatini başka tarafa çekip alaylarından kurtulmak için, kah balyoz sallayanlara bakıyordu, kah Baba Ferhat’a… Bir ara başını tavana kaldırdı. Volanlardan birinden sarkan bir parça kayıs, tavanın çürük tahtalarına vurdukça tavan tozuyordu. Sami bunu gözüyle çocuk Nuri’ye işaret etti. Fakat Nuri,  ‘’ sen boş ver orayı…’’ dedi, ‘’ dediğime bak…’’

Koca atölye Sami’nin tepesinde dönüyordu sanki. Baskın hava şimdi büsbütün ağırlaşmıştı. Gözbebekleri çukurlarına itiliyordu. Onlara arkasını döndü. Fakat Nuri, elinde bir halat parçası, “haydi” dedi, “getir kolunu… erkeksen getirde ölçelim… kiminki kalınmış …”

Sami’nin sabrı taştı. Döndü. Onu gırtlağından yakalayıp makinenin volanının arasına… fakat Nuri’nin sarı ışıklı yeşil gözleri… Onun kolları da kalındı, yani daha kuvvetliydi. Ağlamaya başladı.

“Ustaaa, ustaaa! Vallahi söyleyeceğim, billahi söyleyeceğim. Namussuzum söylemezsem. Ben zayıfım, hortlağım, sen şişmansın. Ben itim, sen beysin, daha var mı diyeceğin. Ben öksüzüm diye herkes bana…”

Çocuk Nuri işin buralara varacağını sanmamıştı. İlle, “Ustaya söyleyeceğim,” sözünden ürktü.”sus be Sami be, şaka ettik yahu…” Sami susmuyordu. İçini çeke çeke ağlıyor, hıçkırıyordu. “Sus, sus Sami, sus be… yahu şaka ettik be…” makinesine geçti.

Saatler çok ağır geçiyordu. Gece yarısından sonra çocukların hiçbirinde hal kalmamıştı. Yalnız çocuklar değil, bütün atölye, ustalar, yaşlı işçiler, herkes, her şey müthiş bir yorgunluk ve ter içindeydi.

Bir ara Sami’nin sırtına tavandan bir parça örümcek ağı düştü, yakmaya başladı. Kaşındı. Öyle tatlı kaşınıyordu ki… kaşıya kaşıya derisi kabardı. Gömlek kabarmış yere değdikçe dağlanmış gibi acıyordu. Tükürük sürdü, avuçlarını döşeme tahtalarının tozuyla bulayarak sırtını pudraladı. Yanma azaldı… tam bu sırada arka makinelerde acı bir çığlık koptu. Koşuşmalar… Sami de koştu. On sekizinci presin işçisi çocuk Haydar düşmüş, başı yarılmıştı. Bir taraftan, başının  kanayan yerini avucuyla tutuyor, bir taraftan da etrafını alanlara bağırıyordu.

“ Ne var  yahu, ne var be, ne olmuş yahu. Şimdi ustalar gelir diyoruz yahu, ceza yiyeceğiz be, ohooo…”

Onu dinleyen yoktu. Çok geçmeden usta başı geldi, ilkin kalabalığa çıkıştı: “ Dağılın tembeller! Dalga geçmeye fırsat kollarsınız! Haydi, herkes makinesine!”

Çocuk Haydar ağlıyordu. Canı yandığından değil – tabii canı da yanıyordu- ustanın dövüp ceza yazacağından korkuyordu.

Ustabaşı ellerini beline dayadı, Haydar’ın yanındaki makinenin işçisi çocuk Celalettin’e sordu: “ Nasıl kırdı kafasını bu eşşek ?” Celalettin kekemeydi:” Uyuyordu, düdüdüştü, kakakafası…” Ustabaşı, çocuk Haydar’ı omzundan sarstı. “Dalgacılar! Paşa babanızın evinde sanıyorsunuz kendinizi… çek elini bakayım…”

Yaraya baktı, sonra Haydar’ı önüne katıp odasına getirdi. Ustabaşının odası atölyenin sonunda, on basamakla çıkılan, penceresi bol bir odaydı ki, her istediği zaman atölyenin her tarafını buradan görebilirdi, bunun için yapılmıştı zaten. Tavanda geniş kanatlı bir vantilatör ağır ağır dönüyordu. Ustabaşı ecza dolabından oksijen, tentürdiyot, pamuk, sargı bezi çıkardı. Yarayı yıkadı, sildi, tentürdüyot çaldı ve sıkı sıkı sardı. Haydar korkusundan gık diyemiyordu. Makinesine dönerken, ustabaşının ceza yazmadığına seviniyordu.

Saat iki buçuğa doğru çocuk  Sami’nin duracak hali  kalmamıştı. Uykusu dağılsın diye, başını makinenin demirine vurdu, göz kapaklarını çimdikledi, elini ısırdı, tırnağına baktı. Ne yaptıysa nafile… Vücudu lapaya dönmüştü. Atölyenin benzin, gazyağı kokan ağır havası başını ağrıtıyordu. Bir ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeye başlamıştı, birden öyle sendeledi ki, az kalsın yanı başında yağlı bir vınıltıyla dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu. Bir görenin olup olmadığını kolladı.

Bütün atölye, tonalar, freze, tav ocakları, presler, Baba Ferhat, Şuayip’le Danyal Usta, sarı sarı yanan yetmiş beş mumluklar, her şey , herkes Sami kadar bitkindi. Ustaların düdükleri bile artık duyulmuyordu. Sami bir kere daha makinenin yan demirine yaslanıp, yuvarlanmak tehlikesi atlattıktan sonra kıpkırmızı gözleriyle atölyeye baktı, gördü ki, preslerden bir çoğu boş dönüyor… O da makinesini bırakıp helaların oraya sıvıştı.

Ustabaşı, çocuk Haydar’ın yarasını sardıktan sonra, elektriği söndürdü, vantilatörü hızlandırdı. Pencerenin kanatlarını ardına kadar açtı. Uyku fena bastırmıştı. Yorgun kollarını çırptı, gerindi, esnedi, sonra gitti. Pencerenin demirine dayandı.

Dışarıda aydınlık bir gece vardı. Uzaklardan bir gramafon sesi geliyor, civar mahallerler –bunlar işçi mahalleleriydi- geceye gömülmüş karanlık evler kalabalığı halinde alt alta ve üst üsteydiler.

Ustabaşı bunların hiçbirine dikkat etmedi. Gramafon sesine kulak vererek daldı.

Çok geçmeden uzun ve helezonlu nefes alışlar ve horultu… Pencereye dayalı kolları gevşedi, bacakları çözüldü, bacakları… Ağır bir yıkılışla beraber başı pencere demirine fena halde çarptı. Çok evhamlıydı. Hemen oda kapısına çıktı, düdüğünü gücünün yettiği kadar üfledi. Bu arada dikkat etti ki, tornalarla preslerden birçoğu boş dönüyor, fena halde içerleyerek tekrar düdüğüne sarıldı, öttürecekti ki, aklına Celal Usta geldi. Düdük öttürmekten vazgeçti, küçük tamir odasına geldi. Kapıyı açtı, Celal Usta büyük mengeneye yaslanmış, ayakta uyuyor…

Ustabaşı, dudaklarını titreten, gözlerini kısan bir hırsla odaya daldı. Celal Usta’yı omzundan hırslı hırslı sarstı.  Celal Usta sıçradı. Beriki bas bas bağırıyordu.

“ Aferin sana! Bunun için mi getirdik seni amelenin başına. Sen böyle yaparsan amele ne yapmaz. Tornalar boş dönüyor, presler boş dönüyor, freze… Kilovatlar su gibi akıyor, amelenin her biri bir yana dağılmış…Yazık günah değil mi… Vicdansız herifler! “

İki ustanın arası oldubitti açıktı. Celal Usta uyku sersemliğinin verdiği şaşkınlıktan kurtulunca, “ Fazla patırtı etme!” dedi, “ senin karşında iki paralık işçi yok… Ben…”

“Ne halt olursan ol! Bu kapıya namuslu adam lazım.” Celal Usta kıpkırmızı kesildi. Günlerden beri dolmuştu zaten, boşandı:

“Doğru konuş,” dedi, “ doğru konuş, bak… Biz bu dünya da namus için yaşıyoruz. Buraya namuslu adam lazım da ne oluyor? Biz namussuz muyuz?”

Kinle bakıştılar. Celal Usta devam etti:

“Çoluk cocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet İş Kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız. Bu mu namusunuz?

“ O senden sorulmaz. Sen sana verilen vazifeye bak, üst yanına karışma!”

“Peki… Madem benden sorulmaz, ben de bilirim işimi öyleyse. Yarın, eğer bizzat İş Dairesi’ne gidip her şeyi bir bir ihbar etmezsem, nah, nah, bunları –bıyıklarını gösterdi- kazıtırım.”

Hırsla ayrıldılar.

Celal Usta bütün öfkesine rağmen, gene de atölyenin içine yürüdü. Gördü ki, sahiden de, preslerden birçoğu, tornalar, freze ve öteki makineler boş dönüyor, tav ocaklarının arkasına serilmiş uyuyan iki çocuğu ayağıyla dürtüp uyandırdı, çocuklar kaçıştılar… Sonra helalara geldi. Baştan birinci apteshanenin kapısını itti. İçerden bir çocuk öksürdü.

Celal Usta, “ Hadi hadi, “ diye çıkıştı.

Muslukların başında da bir alay çocuk, Celal Usta’yı görünce birbirlerini çiğneyerek kaçıştılar.

Celal Usta, geniş alnının altında kocaman duran burnunu baş parmağıyla karıştırarak ikinci, üçüncü apteshanelerin kapılarına da ayağıyla vurup geçtikten sonra dördüncüye geldi. Onun da ötekiler gibi itip geçecekti. İtti. Fakat içerden ses gelmedi. Durdu. Kapıyı tekrar itti, gene ses yok. Bu sefer eliyle itti. Kanat aralandı, kaldı. Kapıya iyice sokuldu. Üstteki yuvarlak delikten içeriye baktı. Hela karanlıktı. Dikkatle baktı, yerde bir karaltı. Bir çocuğa benzetti. “ölmüş olmasın?” Kanadı az daha zorladı. Bir insan geçecek kadar aralanan kapıdan içeri sıyrıldı. Apteshane çok fena kokuyordu. El fenerini çıkardı. Yerde yatana sıktı… Bu sahiden de bir çocuktu. Avuç içleriyle sol yanağı apteshanenin sidikli tahtasında, uyuyordu.

Celal Usta’nın yüzü tiksintiyle buruştu, çocuğa eğildi. Çocuğun başını yana çevirdi; onuncu presin işçisi çocuk Sami’ydi… Omuzundan hafif hafif sarstı. Çocuk, boğazlanmış bir koyun ağırlığıyla ılık ılık sallandı. Celal Usta tekrar sarstı, tekrar tekrar… Çocuk her sarsılışta kımıldadı, inledi, sayıkladı, fakat kendine gelemedi. Celal Usta el fenerini söndürdü, arka cebine soktu. Çocuğun sidik bulaşmamış yerlerinden tutarak kaldırdı, kıç üstü oturttu. Neden sonra kendine gelen çocuk Sami, Celal Usta’yı görünce fena halde korktu, başladı ağlamaya…

“ Vallahi usta, namussuzum ki…”

“ Sus haydi, sus. Kes sesini… Bak, üstün başın berbat olmuş… Kes sesini didik, ohooo… Bir soran olursa, düştüm de… Haydi makinene…”

Sami gözlerini silip makinesine geldi.

Celal Usta, fabrikanın uyumaya elverişli delik deşiğini yarım saatte dolaştı. Pres kanallarında, ambalaj sandıklarında, kömür ambarında, çuvalların arasında uyuyan ne kadar çocuk, büyük işçi yakaladıysa uyandırdı, işlerinin başına yolladı, hiçbirine ceza yazmadı.

Gecenin üçüne on vardı. Presçi çocuk Nuri, Celal Usta’ya seslendi:

“Usta, şu benim kalıba bak hele… Körlenmiş gene, kesmiyor!”

Ustabaşı odasının kapısında, kollarını kavuşturmuş, sert bakıyordu. Celal Usta, çocuk Nuri’nin makinesini istop etti. Kalıbı muayene ederken, Nuri sıvıştı. Yandaki makinede Sami’yse, “ Ustanın kafese girişine” gülüyordu. Halbuki Celal Usta yutmamıştı, işin farkındaydı ama, “ Adam sen de…” diye aklından geçirdi, “ varsın iki dirhem uyusun fukaralar… Geberecek değiller ya.”

Atölye sabaha kadar gittikçe artan ağır havasını kaybetmedi. Yetmiş beşer mumlukların altında çalışan insanlar, zeytinyağına batırılıp çıkarılmış gibi vıcık vıcıktılar. Frezelerin altları kucak kucak yonga dolmuştu.

Fabrika sahibi sabahleyin erkenden geldi; kısa boylu, fakat gayet biçimli bir adamdı. Odasına geçti. İlk önce ustabaşıyla uzun uzun konuştu,  sonra Celal Usta’yla. Fakat Celal Usta’ya, çıkarken, patron mavi bir zarfı uzattı:

“Bütün gece uykusuz kaldınız…”

Celal Usta zarfı teşekkürle aldı. Beriki ilave etti:

“Ustabaşıyla barışın, olmaz mı?”

Zarfın içinde yirmi beş lira vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hikayenin Adı:

UYKU

Yazarın Adı:

ORHAN KEMAL

Kitabın Baskısı-Boyutu:

Artemisçocuk 1.basım eylül 2012, 13,5×19,5 cm

Yayına Hazırlayan:

OĞUZ DEMİR

Yazarın Yaşamı, Yaşadığı Dönem ve Eserleri:

Orhan Kemal:  milletvekili ve bakanlık yapmış Abdulkadir Kemali Bey ile ortaokul mezunu aydın bir kadın olan Azime Hanım’ın oğludur.15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası siyasal nedenlerle 1931’’de Suriye’ye yerleşince, orta öğrenimini kendi isteğiyle yarıda bıraktı ve Suriye’de bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bir yıl sonra tek başına Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yaptı. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat vermiştir. 1937’de çırçır fabrikasında (milli mensucat)  bir işçi olan Nuriye ile evlendi. Bir yıl sonra ilk çocuğu Yıldız doğdu.

1938’de Niğde’de askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, “yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1940’ta, Bursa Cezaevi’nde tanıştığı Nazım Hikmet’in toplumcu görüşlerinden etkilendi; kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu.

İlk öykülerini Bacaksız Orhan takma adıyla yayımladı. İlk kez 1943’te İkdam Gazetesi’nde “Asma Çubuğu” öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı.

1943’te tahliye olunca Adana’ya döndü. Amelelik ve hamallık gibi işlerde çalıştı. 1944’te doğan oğluna Nazım adını verdi. 1949’da üçüncü çocuğu Kemali’nin doğumundan sonra, 1950’de ailesiyle İstanbul’a yerleşti ve ölümüne kadar kitap ve makale yazarak geçindi. 1957’de dördüncü çocuğu Işık doğdu.

1958’de Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Kardeş Payı adlı öyküsü ile aldı.

1966’da “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. “Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.

1967’de 72. Koğuş oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969’da Türk Dil Kurumu Ödülü’nü ve Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Önce Ekmek adlı kitabı ile aldı.

Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da, tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te öldü.

Anısını yaşatmak için İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açıldı.1972’den bu yana adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.

 

Hikaye kitapları:

  • Duygu (1948)
  • Menevşe (1948)
  • Ekmek Kavgası (1949)
  • Pezevenkler (1950)
  • Sarhoşlar (1951)
  • Çamaşırcının Kızı (1952)
  • 72. Koğuş (1954)
  • Grev (1954)
  • Arka Sokak (1956)
  • Kardeş Payı (1957)
  • Babil Kulesi (1957)
  • Dünya’da Harp Vardı (1963)
  • Mahalle Kavgası (1963)
  • İşsiz (1966)
  • Önce Ekmek (1968)
  • Küçükler ve Büyükler (1971- ölümünden sonra).

 

Romanları: 

  • Baba Evi (1949)
  • Avare Yıllar (1950)
  • Murtaza (1952)
  • Cemile (1952)
  • Bereketli Topraklar Üzerinde (1954)
  • Suçlu (1957)
  • Devlet Kuşu (1958)
  • Vukuat Var (1958)
  • Dünya Evi (1958)
  • Gavurun Kızı (1959)
  • Küçücük(1960)
  • El Kızı (1960)
  • Hanımın Çiftliği (1961)
  • Eskici ve Oğulları (1962- Eskici Dükkanı adıyla 1970)
  • Gurbet Kuşları (1962)
  • Sokakların Çocuğu (1963)
  • Kanlı Topraklar (1963)
  • Bir Filiz Vardı (1965)
  • Müfettişler Müfettişi (1966)
  • Yalancı Dünya (1966)
  • Evlerden Biri (1966)
  • Arkadaş Islıkları (1968)
  • Sokaklardan Bir Kız (1968)
  • Üç Kağıtçı (1969)
  • Kötü Yol (1969)
  • Kaçak (1970-ö.s.)
  • Tersine Dünya (1986-ö.s)
  • Dünya Dönüyor (1953)
  • Neden Böyle (1956)
  • Uçurum (2014)

 

Tema:

İşçi çocuklar

Konu:

İşçi çocukların yaşam mücadelesi

Ana Düşünce:

Hayatla mücadele etmek zorunda olan ama yaşama umudunu hiç kaybetmeyen işçi çocukların hayatını anlatıyor.

 

Tez-Mesaj-İleti:

Eve ekmek götürmek için çalışmak zorunda olan küçük çocukların çektiği dramı ve bu dram karşısında sessiz kalan yöneticilerin tutumu gözler önüne serilerek, insanların bu konuda daha duyarlı olmasını sağlamak amacını gütmüştür.

Özet:

“Orhan Kemal, “Uyku” öyküsünde hafta tatilinde de çalıştırılan çocuk işçilerin dramını anlatır. Bunun yanı sıra bu yasa dışı durumu, çocuklara acıdığından, yetkililere haber vermek isteyen bir ustanın para karşılığı sustuğunu vurgulayarak işçilerin kişisel çıkarları açısından nasıl sömürüldüklerini de anlatır.  Bütün bunlara ekmek parası için katlanılır. Ekmek kavgasının bir yüzü de budur.”

 

Hikayenin Türü:

Olay hikayesi

İçerik Yönünden Hikayenin Türü:

Toplumsal Hikaye

 

 

Olaylar:

Fabrikada çalışan çocuk işçilerin kaytarmak için helaya akın etmeleri bunun sonucunda ustabaşının çocukları kovalaması ve onlara küfürler savurması.

Ustabaşı ile Baba Ferhat arasında çocuklar için yapılan tartışma ve ustabaşının çocukları koruması.

Ustabaşı ile fabrika sahibi arasında geçen konuşma ve ustabaşının para için çocukları savunmaktan vazgeçmesi.

 

Kişiler:

Çocuk Sami, Baba Ferhat, Celal Usta, Danyal, Demirci Şuayip Usta, Çocuk Nuri, Çocuk Hamdi,

İnsan İlişkileri:

Atölyede çalışan işçi çocuklar sürekli münakaşa içindeler. Birbirlerine üstünlük kurma mücadelesi var ama bu hiçbir zaman şiddete dönüşmüyor. Ustalarla çocukların arası iyi değil çünkü çocuklar sürekli kaytarıyor ve ustalarda onları azarlıyor.

Zaman:

Eserde her ne kadar bir cumartesi günüydü diye başlasa da kesin zaman belirtilmemiştir, ancak  eserlerini yazdığı tarih (1940-1970) arası olduğu düşünülmektedir.

Mekan:

Madeni Eşya Fabrikasında geçer.

Dil- Üslup:

Yazar eserini günlük konuşma diliyle yazmıştır. Eserinde yer yer kelime tekrarlarına başvurmuştur. Cümlelerini devrik olarak değil, kuralları bir biçimde kurmuştur. Açık- anlaşılır bir dil kullanmıştır. Konu akışını bozacak- kesecek betimlemelere yer vermemiştir. Kişileri konuşturma yolunu seçmiştir.

Dil Sapmaları:

Yazar eserinde  argo kelime- cümle kullanmasına rağmen, küfre yer vermemiştir.

Çevre:

İstanbul, Madeni Eşya Fabrikası

Hikayesi, Ekolü:

Orhan Kemal’in en önemli özelliği hikâyelerinde toplumsal, siyasal, sosyal, ekonomik gerçekleri bireye yönelim şeklinde kurgulamasıdır. O öykülerinde bireyden toplumsala gider. Bireyi toplumsal yaşamın nesnel bir öznesi olarak sunar. Bireyin, yani küçük insanın yaşamını felç eden, onu yoksunlaştıran işsizlik, açlık, yokluk, eğitimsizlik, sömürü, göç vb. gibi her şey toplumsal bir olgu olarak hikâyelerinde dillendirilir. Bireyden toplumsala giderek toplumu, özelinde de insanı çürüten nedenleri ve düzensizlikleri göstermeye çalışır..

Yazar, eserlerinde sanatının estetik dokusunu “aydınlık gerçekçilik” terimi ile ifade eder. Bu terim ile o, bireyin özüne yönelir. Bireyde özde değişmeyen, günün ve toplumun koşulları içerisinde bozulmayan bir “iyilik” cevherini gösterir. İşte yazar, hikâyeleriyle bireyin özünde yatan ve yok olmayan bu yönü ortaya çıkarmayı amaçlar..

Orhan Kemal toplum gerçeklerine, toplumun belirli bir kesiminden seçtiği bir kadroyla ulaşmaya çalışır. Bir başka ifade ile özellikle bireyin macerasını anlatma ve onun sosyal yapı içerisindeki rolünü belirtme isteği, hikâyenin kişi ekseninde kurgulamasını zorunlu kılar. Bu doğrultuda karakterin ve tiplerin canlı ve çarpıcı olmasına özen gösterir. Zaman, mekân gibi diğer unsurları ancak kişiyi açıklayabildiği ve yansıtabildiği ölçüde işlevlendirir. Bu açıdan Orhan Kemal, toplum içinden seçtiği kişileri temel çıkış noktası yapar. Bütün hikâyelerini bu ortak paydada birleştirme çabasına girer, diyebiliriz. 24 hikâyeyi içeren ilk hikâye kitabı Ekmek Kavgası’ndaki Revir Meydancısı Yusuf, Mahalle Bekçisi Ali, Bir Öksüz Kız Etrafında, Bir Ölüye Dair, Bir İnsan, Teber Çelik’in Karısı, Afaracı Hacı Ali, Bir Kadın, Propagandacı, Yemişçi, Çocuk Ali, Büyücü, Babalar ve Oğullar, Ali Osman vb. genellikle birey eksenlidir. Hikâye adları da bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir..

Eserlerinde toplumunun gerçeklerini yansıtmayı amaç edinen Orhan Kemal, hikâyelerindeki şahıs kadrosunu da toplumun değişik kesimlerinden oluşturur. Bu şahıslar dünyasının küçük insan tipleriyle dolu olması, kadrosunun ilk söylenmesi gereken genel özelliklerden biridir..

Yukarıda sıraladığımız hikâye adlarından da anlaşılacağı üzere Orhan Kemal, bu küçük insanları, bize, sadece genel adlarıyla tanıtır. Küçük cemiyetin çarkları arasında ezilen sıradan insanlar, ekseriyetle ‘kadın’, ‘adam’ veya ‘çocuk’turlar. İsimleri bir veya iki yerde geçse bile hikâye boyunca isimleri hatırlanmaktan mahrum olan bu insanlar, ‘adam’, ‘kadın’ veya ‘çocuk’ isimlendirmesi ile rollerini sürdürürler..

Orhan Kemal’in tarım ve fabrika işçileri olmak üzere iki tip işçiyi hikâyelerine aldığını görürüz. Bu iki tip, işçi sınıfı dışında hamal, garson, inşaat vb. işçilerine hikâyelerde az da olsa yer verildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Kardeş Payı adlı hikâyede bir nevi patron konumundaki hamalbaşının, yanında çalışan hamalları, kendi çıkarı uğruna kullanmasını konu edinir. Yazar, bu tip hikâyelerinde de, güçlü olanın, zayıfı ezmesini eleştirir. İşçilerin zor şartlar altında çalışmaları, işverenleri tarafından insafsızca, sömürüye varan bir tutumla çalıştırılmaları, emeklerinin karşılığının verilmemesi, işlerine süreklilik kazandırmak, geçimlerini devam ettirmek adına eylemsizliği tercih etmeleri, hikâyelerdeki işçilerin ortak özellikleri olarak sıralanabilir. Orhan Kemal, birkaç hikâyesi istisna tutulacak olursa, genellikle bu durum karşısında işçilerin nasıl tavır almaları gerektiği konusuna fazlaca değinmez. İşçilerin maddî sıkıntılarına çoğu zaman çözüm bulunamasa da, Grev adlı kitabına da ad olan Grev hikâyesine bu tutumun aksine, sömürü karşısında birlikte hareket edilirse hakların kazanılacağı düşüncesi hâkimdir..

Tarım işçilerinin durumu da diğerlerinden farklı değildir. Onlar da tıpkı fabrika patronlarına çok benzeyen toprak ağalarının elinde karın tokluğuna çalışmaya mahkûmdurlar..

Çalışanların yanında işlerini kaybetmiş, iş bulamamış ya da işten atılma korkusu taşıyan insanların hikâyelerine de rastlarız. Yazar, çalışanların çalışma şartlarına dikkat çekerken bir yandan da iş bulamayanların geçim sıkıntısına, işini kaybetme korkusunu taşıyanların günlük kaygılarına değinir..

İkici gurup hikâyeleri ise kahramanı çocuk olan, çocukların yaşamlarından kesitler sunan hikâyelerdir. Bunlar Orhan Kemal’in hikâyeleri içerisinde oldukça fazla yer tutar. Bunların büyük bir kısmı işçi çocuklar(ı)dır. Aile bütçesine katkı sağlamak maksadıyla eğitimini yarıda bırakan çocukların her hangi bir sosyal güvenceye bağlı olmadan, gerekirse hafta sonu ve geceleri fabrikalarda çalıştırılmaları Orhan Kemal’in en çok işlediği konulardan biridir. Orhan Kemal’in burada, toplumun gelir düzeyi düşük kesimlerinden seçtiği karakterlerin acımasızca, zor şartlar altında çalıştırılmalarına karşı durarak, bu sosyal yaraya dikkat çekmek ister. Çocukları konu edinen hikâyelerindeki çocuk kahramanlar, derinliği olmayan, düz karakterlerdir. Yazar onları çocuk psikolojisine başvurmadan yüzeysel bir gözlemcilikle elde ettiği bilgiler ışığında bize sunar. Bu yüzden çocuk hikâyeleri başta olmak üzere, onun hikâyelerinde genel olarak psikolojik bir derinlik bulamayız. Var olan psikolojik özellikleri de diyaloglar aracılığı ile sunmaya çalıştığını görürüz. Burada yazar, bize bir takım davranış biçimlerinin ötesinde, durumu tespit etmek istemiş, onları ekonomik düzensizliğin içerisinde eriyip giden, yok olan değerler olarak ele almıştır..

Orhan Kemal’in, hikâyelerini yazarken kendi yaşam tecrübelerinden de yararlandığı bilinmektedir. O, hikâyelerinde daha çok tanığı olduğu yaşam biçimlerini ve kişilerini ele alır. Bir söyleşisinde buna değinen Orhan Kemal, “Evet, ben tanıdığım insanları yazdım. Tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım. Ben bu insanları inceledim, araştırdım.” diyerek cevap verir. Sürekli yoksul, dar gelirli kişilerin yaşamlarını anlatmasını da şöyle açıklar: “Hep işçiyi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki. Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar söz ediyorum. Keşke daha geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam.” .

Sanatçı toplumsal sorunları dile getirirken çoğunlukla eleştirel bir yol izler. Orhan Kemal de hep bunu yaptı, bir şeylerin değişeceğini umut ederek ve bunu duyamayan sağır kulaklara haykırarak. Orhan Kemal’den bu yana Türkiye’de manzaranın olumlu anlamda değiştiğini söylemek mümkün değil ne yazık ki. Daha da kötüsü artık Orhan Kemal’ler de yok!

 

Hikaye Üzerine Okur Düşüncesi:

   
1942 yılında kaleme alınana hikâyede yazar Madeni Eşya Fabrikası’nda çalışan 150 ameleden 80’i 14- 16 yaşları arasında olan çocuk işçileri anlatır. Kâr amacıyla acımasız koşullarda çalıştırılan çocukları yazar, hiçbir abartıya kaçmadan fabrika içindeki nesnel koşullarıyla olduğu gibi sunar:

“Madeni Eşya Fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni, on dörtle on altı yaş arasında erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı ‘Pres’ makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı..” (Kemal, 2003)”

Hikâyenin anlam atmosferini doğru okuduğumuzda çalışan çocukların birçok sorunla karşı karşıya olduğu görülür. Bunlar yetersiz beslenme, düşük ücretle çalıştırılma, iş yerlerinin sağlıksızlığı ve güvensizliği, aşırı çalıştırılma, uykusuzluk ve yorgunluktur:

“Dönüşte, tornacıların alet ve edevat dolabının camında kendini gördü: İpinceydi. Omuzları dar, omuz başları çıkık çıkıktı… Utandı, kendisine bakıyorlar gibi geldi, büsbütün utandı ve telaşlandı… Baba Ferhat, yalnız o, eğe eğelerken orada gözü Sami’ye kayıyordu. Sami sanıyordu ki, Baba Ferhat onun zayıflığına bakıyor…Zannediyordu ki, herkes onunla, onun zayıflığıyla meşgul. Birbirlerine ‘Amma da zayıf ha’ diye fısıldıyorlar. Bu his gittikçe büyüyor.

Saat iki buçuğa doğru çocuk Sami’nin duracak hali kalmamıştı. Uykusu dağılsın diye, başını makinenin demirine vurdu, göz kapaklarını cimcikledi, elini ısırdı, tırnağına baktı… Vücudu lapaya dönmüştü. Atölyenin benzin, gazyağı kokan ağır havası başını ağrıtıyordu, bu ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeye başlamıştı, birden öğle sendeledi ki, az kalsın yanı başında yağlı bir vınıltıya dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu..

Saat iki buçuğa doğru bütün atölye, tornaları freze, tav ocakları, presler, Baba Ferhat, Şuayip’le Danyal Usta, sarı sarı yanan 75 mumluklar, her şey, her kes Sami kadar bitkindi. Saat ikide, bir saatlik yemek paydosu verildi. Çocuk Sami kömür ambarına indi. Ambar karanlıktı, rutubetliydi, ama, toprak serindi. İri bir maden kömürü parçasını başının altına alıp yorgun vücudunu toprağa bıraktı, hemen uyudu. Düdük sesleriyle uyandığı vakit, kontroller ellerinde elektrik lambaları çocukları iş başına kovalıyorlardı. Sami de kalktı kaburgaları rutubetten buz kesilmişti. Makinesine geldi.”

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*