Sabun kokusunu yahut sabundaki hafif ve güzel kokuyu sever misiniz?
Sanırım çok insana bu koku, doğrudan doğruya temizliğin kokusu, onun tüten buğusu imiş gibi, hoş gelir.
Ben, bir sabun fabrikatörü olsam ve Türkiye’de iyi ve güzel kokulu bir sabun yapmayı düşünsem; bu sabunun adını Guta yahut Küra koymaz; Kekik yahut Köpük koyardım. .
Evlerimize, çamaşırlarımıza yalnız koku olarak değil, isim olarak da vatan topraklarından, vatan sularından yükselen bir ses’ dolsun isterdim: Üstelik, bu sabunu, çabucak erimeyen, sağlam, dayanıklı, bol köpüklü, tam bir Türk sabunu halinde yapmayı düşünürdüm,
Sabun, Latince sapo ve Fransızca savon kelimesinden Türkçeleşmiş bir sözdür. Fakat ben sapo sesinde aslaa duymadığım temizliği, iç açıcı, ferah kokuyu, sabun’un daha telaffuzunda duymaya, koklamaya başlarım. Bu kokuyu ve bu sesi savon’da da bulamam. Savon, bana fazla alafranga gelir: Onda, kirlerini aşırı kokularla örtbas etmek isteyenlerin geniz yakıcı parfüm’lerini duyarım.
Türk Halk zevki bir kelimeyi Türkçeleştirirken ona öyle sihirli bir ses, öyle ahenk verir ki kelime, elde ettiği mananın adeta notası, musikisi olur; bazan rengi, kokusu ve buğusu olur. Sabun ve sabun köpüğü de böyledir.
Eski Yunan tahayyülü, güzellik tanrıçası Venüs’ü, Tanrı kanıyla deniz köpüğünün birleşmesinden yaratılmış sanıyordu. Bir Akdeniz medeniyeti milleti olan eski Yunan için bu tahayyül güzeldir.
Ya Türk’ün güzellik sembolü kadın?
Bana öyle gelir ki bizim güzel’sizde yalnız Türk kanı ve deniz köpüğü değil, onlar ölçüsünde bir rayiha ve bir nur vardır: Türk’ün güzellik ve temizlik sembolü kadın, belki’ de sabun köpüğünden, gün veya ay ışığından ve yayla çiçeği kokusundan yaratılmıştır.
Kokulu sabun, tuvalet sabunu yerine halkın mis.s sabunu demesi de bir hayli manalıdır. Bu isim, Farsça müşk ve Arapça misk sözüyle Latince sapo veya Fransızca salon’dan Türkçeleşmiştir. Fakat ne müşk’de ne de misk’de miss kelimesinin uzun ve devamlı ‘güzel kokusu vardır. Bu devamlılık Türk telaffuzunun mis ‘in sonundaki uzun se ile sabun’un başındaki kalın sa’yı sihirli bir ahenkle birleştirmesinden doğuyor.
*
Bir kadın çorabı yapacak olsam, adına Sülün yahut Ceylan ya da Elif derdim. Duru veya Nilüfer de diyebilirdim. İlk üç kelime ile tılsımı bozulmamış kadın güzelliğinin zarif çizgilerini dördüncü ile, temiz, mat renklerini; beşinci ile, bir vatan ırmağı akar gibi, yürüyüp gidişlerindeki alımlılığı belirtmek isterdim. Kadın giyeceğine kat’iyyen şu veya bu yabancı kelimeyi kullanmazdım. Vatan; kadınlarının eteklerine kelime olarak da bir yabancı söz dolanmasını isterdim. Bu çoraplara Akarsu gibi ahenkli, su veya kıymetli taş isimleri de koyabilirdim. Ancak bunu, kız, erkek, bütün vatan çocuklarına bu vatanın çocuğu olmak ve bu milletin dilini sevmekteki gururu bir iman gibi tattıracak bir kültür ve terbiye devresinde yapabilirdim. Çünkü böyle hareketlerde üzerlerine titrediğiniz insanlar tarafından anlaşılmamak kadar hayal kırıcı hadise yoktur.
*
Bir dudak boyası yapsam, adını al yahut gül, ya da mercan koyardım. Mesela Karmen demezdim, diyemezdim. Doğrudan doğruya dudak demeyi tercih ederdim. Yahut gonca gibi, nar gibi renkli adlar seçerdim. Hatta her dudağa sürülmeyeceğini bilsem, bayrak bile boyama ad olurdu. İsterdim ki onu seven kadınların dudakları bayrak gibi temiz kalsın. Kendi çocuklarından, yakınlarından, kendi erkeklerinden veya gerçekten sevdikleri erkeklerden başkasına değmesin.
Bir tırnak boyası yapacak olsam, adı kına olurdu. Kına tırnak cilası, Kına tırnak boyası gibi sözler bulurdum.
Kına sözünün, Türkçe’ye Arapça, hınna’dan geldiğini bilirdim. Fakat benim kına’m o ıhlar gibi söz yanında, halis Türkçe’dir: Kına sesinde Anadolu ve Rumeli asırlarının düğün neş’eleri, kına geceleri’nin şevki, rengi ve sesi vardır. Kına, Julie‘lerin, Marie‘lerin tırnak cilası değil, asırlarca Ayşe’lerin, Nazlı‘ların, Selvi‘lerin, Elif’lerin ellerini süslemiş, bir başka kırmızıdır.
*
Kadınların boynunda inci, mercan dizileri güzeldir. Gerdan kelimesini sevmediğim için gerdanlık sözünden de hoşlanmam. Hele değeri ne olursa olsun kadın boynun da kolye kelimesinin alafranga tafrasına dayanamam, bu yabancı zinciri, Fikret’in tavk-ı esaret’i gibi, bizden sonraki kültürlere boyun eğmiş başların alameti sanırım.
Parmağına yüzük takacağım bir kadın ona alyans dediği gün benden ayrı düşebilirdi. Nişan yüzüğü hatta nikah yüzüğü kelimelerinin “şan”lı veya mukaddes güzelliğini bu kadar çiy bir firenkçe ile değiştiren kadına elbette bağlanamazdım.
Her millete kendi kadını en güzel gelmelidir… Ben Türk kadınının giyindiği kumaşın da adı Türkçe olsun isterdim. Mesela krep demez, bürümcük, bürünecek ya da bürün derdim. Arkasından da 19. asır şairi Vasıf’ın:
O gül-endam bir al şala bürünsün, yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün
mısralarını söylerdim.
*
Giyinişte ince bir üslup, kibar bir eda, sanatlı bir çizgi aradığım zaman bunu bulan duyguma gout ve gusto demez zevk konuşur, tad derdim Buna hava da rüzgâr da derdim: Elbisenizin çizgileri çok zevkli, dikilişi çok havalı bu duruş, bu dökülüşte bir başka rüzgâr var, dediğim zaman ince ve zeki Türk kadını benim bu mecazlarla bir sanatın zevk ve zafer dilinden konuştuğumu elbette çok iyi anlardı.
Bu giyeceklere manto demek, rob, roba demek, tayyör demek de istemezdim. Bu arada dökar, turvakar gibi firenkçe sözlerin dilimize musallat olmasını iyi karşılamazdım. Belki İtalyanca roba sözünün Türk halk ağzında büründüğü urba kelimesinde yerli ve masum bir telâffuz güzelliği bulur, fakat yine de üstümüze giyeceğimiz şeyler için Türkçe sözler arardım.
Ancak bunun için geysi veya giysi sözünü diriltmezdim. Bilirdim ki bu sözler eğer güzel olsaydı bizim zevkli atalarımız onları bırakmaz, yerlerine başka sözler almaz ve bulmazlardı.
İnsanın üzerinden düşüyor, dökülüyormuş gibi tuhaf bir ses veren bu sözler yerine halkımızı giyecek ve hamamlarda kurulanmak için silecek gibi tabirler kullandığına dikkat ederdim. Tek kelime bulamazsam, baş örtüsü gibi, iki kelimenin izdivacından doğan, yeni fakat mutlakaa zevkli ve rüzgârlı kelimeler bulurdum.
Hele iç çamaşırlarımıza ait isimler mutlakaa Türkçe olsun, yahut Farsça çameşuy sözünden yarattığımız çamaşır gibi milli bir ses taşısın isterdim.
Sonra başımı önüme eğer, üstümüze giydiklerimizi daha derin düşünürdüm. Kadın veya erkek giyimine ait çeşitli eşyamızın yüzde doksan firenkçe oluşuna, hele bizim eski çağlardan beri büyük milleti olduğumuz Şark medeniyeti’nden koparak kötü bir Batı medeniyeti taklitçiliği içinde, kılığımızın kıyafetimizin isimlerini bile başkalarından alacak hale gelişlerimize bir hayli üzülürdüm.
Arada bir gecelik gibi kelimelerin rüzgârı, içimi okşarsa da bunu yeter göremezdim. Kadınlarımızın etek’lerine yabancı bir kelimenin dolanmaması da şüphesiz bana ferahlık verirdi. Bir de gömlek sözü vardı ki Yakub Peygamber’in kamis-i Yusuf’un kokusunu duyduğu zamandaki sevincine benzer bir hisle benim ruhumu okşardı.
Fakat şu son yıllarda şehir kızlarımızın giydiği kaba, iri makine dikişli, soluk renkli, dar Amerikan pantalonlarının zevksizliği yanında, Yörük kızı Ayşe’nin hala çok güzel ve çok milli bir hava ile dalgalanan zarif şalvar’ını ondan da, yani gömlek’ten de cana yakın bulurdum.
*
İnsanlar vardır ki dünyaları, böyle, hep kelimeler’le örülmüştür. Onlar, kelimelerle duyar, kelimelerle düşünür; kelimeleri birer mücevher dizisi gibi, her kıymetin üstünde hissederler.
Ben de onlardan biriyim.
Çünkü kelimeler, birtakım boş sözler değildir. Şunun, bunun uydurmasıyla piyasaya sürülen sahte boncuklar da değildir.
Kelimeler asırların ve asırlarca o kelimeleri konuşan, onlarla duyan, düşünenlerin; onlarla seven ve sevilenlerin yaratıp güzelleştirdiği; beğenip Türkçeleştirdiği, canlı, ruhlu ve musikili varlıklardır.
Cemşid eli dökmüşse nasıl cama sabuhu
Manayı odu lafza koyan, maddeye ruhu
diyen şairin çok doğru söylediği gibi, kelimeler, içlerine uçsuz bucaksız zaman sanatkarının doldurduğu zengin ve renkli mana şaraplariyle tesirli değerler ve asırların biriktirdiği aziz ve tılsımlı mücevherlerdir.
( Nihad Sami BANARLI, Türkçe’nin Sırları, İstanbul 1972. s.60-65)