Son Haberler
Anasayfa / Hikayat / BILDIRCIN

BILDIRCIN

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım.

Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya’nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda rie bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yatak­larının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görü­nüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önünde­ki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izle­ri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı.

 

Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadı­ğı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boy­nuna asar, ihtiyar köpeği Trezor’u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar av­cılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflar­da bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela gü­zün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, he­le keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının de­risi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı.

Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine gi­rerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor’un dişlen arasında kanlar için­de çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan ön­ce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vere­ceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti.

Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onla­ra gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine ta­şıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yük­sekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların ara­sına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzak­ta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi.

Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söyler­di. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldı­ğını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor’a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor’a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: “Arrier!.. Arrier!..” Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğru­dan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor’un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı… Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım… Hem öyle gücü­me gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu…

İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava git­miştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için ba­bam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğ­ru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulu­nurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yon­ca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çi­çek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım.

Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, “Pil!..” diye bağırdı, Trezor’un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından… Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmaz­dı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden kor­karak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucu-na koydu. Yaklaştım, “Ne o” dedim, “yaralı mıydı?” Babam, “Hayır!” diye cevap verdi. “Yaralı değildi; ama herhalde bura­larda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçinböyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapma- cık yaptı, Trezor da onu yakaladı.” Ben yine, “Demek ki yaralı değildi?” diye sordum. “Hayır… ama yaşamaz… Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır.”

Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu: “Ni­çin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksız­lık bu!.. Haksızlık!..”

“Babacığım,” dedim, “belki de ölmez.” Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, “Hayır!.. İşte bak, şim­di onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır.” Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır ka­panmaz ağlamaya başladım. Babam, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu ve güldü. “Ona acıyorum” dedim. “O, görevini yapıyor­du, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!..” Babam, “Kurnazlık et­meye kalkıştı” diye cevap verdi. “Ama Trezor, ondan daha kur­naz çıktı.” “Zalim Trezor!..”-diye düşündüm… Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!..

Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu ba­bamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, “Boş, azizim,” dedi, “onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, “ona hâlâ acıyor musun?” diye sordu. Ben de ona, “Ya küçükleri kim besleye­cek?” diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, “Üzülme,” dedi, “erkek bıldırcın, babalan onları besler. Dur bakayım…” diye ilave etti. “Galiba Trezor yine ferma yapıyor… Burada yu­va olmasın? Evet, işte yuva…”

Gerçekten de, otların arasında, Trezor’un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı… Artık tüy­lenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız ince­cik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, “Baba!.. Baba!..” diye bağırdım. “Trezor’u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!..”

Babam, Trezor’u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkara­rak bıldırcını üstüne yatırdım. “Bakın,” demek istiyordum, “ye­tim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda et­ti!..” Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, “Bu bıldırcını bana hediye ede­bilir misin?” diye sordum. “Buyur. Ama onu ne yapmak istiyor­sun?” “Gömmek istiyorum!..” “Gömmek mi!..” “Evet… Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar ka­zacağım.” Babam şaştı, “Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?” “Hayır,” dedim, “öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!..” Babam bir şey söylemeden çakısını çı­karıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öp­tüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı ça­kı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum… İs­tavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu.

Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine kon­muş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında al­tından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fe­dakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!…

Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sarar­makla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da bul­dum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, “Ha­yır!.. Babam iyi kalpli!..” diye düşündüm.

Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duydu­ğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edece­ği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yap­maya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bul­duk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gi­decek oldum; ama arkadaşım, “Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur… Şimdi hepsi buraya gelir.” dedi. Arka­daşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Otur­duk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik öt­meye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyor­du ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların ara­sından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendi­me öyle bir zalim göründüm ki… Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, “Deli!..” dedi… “Bütün avı berbat ettin…”

Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı.

 

Ivan Turgenyev

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*