Sizce bir insan neden çıldırır. Kafayı yer, aklını kaybeder, deli olur. Akıl denen kavram nerden gelir ve neden bazen hiçbir şeye yaramaz düşünüyorum; ama bir türlü akıl edemiyorum sizce ben de kafayı yedim mi? Doksan bir yıldır deli divane geziyorum, kimim ben, neyim ben nerden geldim köküm, soyum, sopum nerde niye hiç kimse bana cevap vermiyor. Sorduğum sorular rüzgârla beraber uzaklara uçuyor, yazdığım hayatım su yüzüne yazılmış yazı misali, çıldırmak üzereyim. Niye bana kimse cevap vermiyor. Gökyüzü yine kızıl şerbet gibi içilecek bir yudum su gibi korkuyorum bu kızıllıktan kendimi kaybediyorum. Bir iple mi indim buraya burası neresi, çok uzaktan sallanan bu bez parçaları da neyin nesi niye bu kadar değişik ve farklı. Bazıları paralel çizgi, bazıları kırmızı yıldızlı beyaz renkli. Şu kırmızı bezli beyaz aya sahip olan tanıdık geliyor bana, sanki birçok sene altında serinlemiş, upuzun toprak parçalarında çiftçilik yapmışım. Peki, bu yanındaki yıldız niye böyle kırgın duruyor. Sağ kolu çatlamış sol bacağı kırılmış ikisini de tamir etmeye çalışıyor; ama bunu ikisi de istemiyor sağ, bırak kolumu diyor; sol bırak bacağımı diyor.
Burası benim dedemin evine benziyor; ama dedemin evi köydeydi burası bir köy mü yoksa? Her evde bir bayrak sallanıyor kimi büyük kimi küçük, kimi beyaz kimi kırmızı. Kapının girişinde bir yazı yazmışlar hangi tarafa gideceksin? Bunu anlayamadım hangi taraf… Ben içeri gireceğim benim için hangi taraf olduğu önemli değil dedim. Kapı kaşlarını çattı, suratını astı, gözleri kıpkırmızı oldu ve açıldı içeri girdim. Köy evlerinin altı ahırdır. Ahırda eşek bir tarafta, inek bir tarafta, tavuklar bir tarafta, her biri gözlerine siyah bir maske takmış bana bakıyorlardı. Eşek bir taraftan saman yiyor, diğer taraftan heybesine gizlice bir şeyler sıkıştırıyordu. İnek süt dolu olan memelerini emiyordu. Tavuklar yumurtladığı bir yumurtayı kümesin içine diğerini duvara vuruyorlardı. Çok tuhaftı bu hayvanlar ya da bana tuhaf geldi tüm bunlar. Yukarı çıkmak için adımlarımı merdivenin üzerine koydum merdiven küçük bir çocuk gibi inlemeye başladı, çok tuhaf; ama yürümeye devam ettim.
Merdivenin beşinci adımında merdiven dur gitme diye yalvarıyordu. Anlamıyordum neler oluyordu. Salonun girişinde durdum ve içeri baktım. Ok işaretlerinin çokluğu içinde kafam karıştı, hangi taraf dedikleri bu karmaşa ortamı olmalıydı diye düşündüm içimden. Önce sola doğru yürüdüm kapıyı açtım, uzun iki tane boydan boya serili Maraş halısı vardı yerde. Odanın başköşesinde birkaç tilki masa kurmuş ellerinde şarap şişeleri ortalarında iki tavuk vardı tavuklar dans edip şarkı söylüyordu tilkilerden biri dayanamayıp tavuklardan birini yedi diğerini de karşı duvara vurup kafasını patlattı. Bağırma sesimi duyan tilkiler, hep birden bana baktılar. İçlerinden iri yarı biri şu elindekileri bizimle paylaşmak ister misin dedi. Neyi diye soracakken elimde çırpınan iki tavuk gördüm, aman Allah’ım ben bunları ne zaman aldım, bunları kim verdi elime, ben hırsızlık mı yaptım, hayır ben böyle bir şey yapamazdım; ama peki nasıl oldu tüm bunlar çıldırdım mı ben, bana neler oluyor. Tavukları elimden bıraktım ve kendimi salonun ortasına atıverdim. İçerden tavuk sesleri ve kaçma dur sesleri geliyordu. Bir sessizlik ve tekrar şarkı dans sesleri gelmeye başladı. Sağ tarafın okunu takip etme kararı aldım ve kendimi ihtişamlı, büyük, güzel desenli, elmas ve pırlantalarla süslenmiş bir kapının önünde buldum. Kapıda iki tane yılan vardı, nöbet tutuyorlardı: Biri kitap okuyor biri vakar bir edayla ona bakıyordu her biri bir asker ayakkabısını giymişti. Beraber hareket ediyorlardı. Beni görünce seni bekliyorduk, kaç zamandır nerelerdesin, gel kapı açık dediler. Kapıyı açınca içeri girdim. Odayı kaplayan tek bir halı üzerinde ay ve yıldız işareti halı yerde çok güzel duruyordu; ama rengi bembeyazdı. Odanın başında Stalin’in yetiştirdiği iki simsiyah köpek tekbir getirip bir ineği boğazlamak üzereydiler. Bir anda ineği kesince akan kan odayı kıpkırmızı bir hale koydu ayaklarım kan içerisinde kaldı. Kendimi odanın dışına atmak isteyince bir ağırlığın beni durduğunu fark ettim üzerimde ineğin buzağısı duruyordu. Köpekler, onu bizimle paylaşmak ister misin dediler. Dehşetler içerisindeydim, kafayı yedim herhalde aklımı kullanamıyordum. Buzağıyı yere attım ve dışarı fırladım, ben nasıl bunu yapabilirim ben cani değilim demek için bağırmak istiyordum; ama bağıramıyordum. Damdan sesler geliyordu önce deprem oluyor hissine kapıldım; ama yanıldığımı evin üzerindeki loğu görünce anladım. Tahtadan yapılmış merdivenden bir çırpıda kendimi damın üstüne attım damda çok ağır yol alan bir dam taşı vardı. Biraz yardımcı olur musun bana, artık takatim kalmadı dedi. Ben de demirlerinden tutup çekmeye başladım ben çektikçe taş zevke geliyordu, daha hızlı dönmeye başlıyordu. Yağmurun yağmasıyla damın toprağı çamura dönüşmüş, taş döndükçe çamuru kaldırıyor, evin tahtaları gözüküyordu. İyi mi yapıyorum kötü mü diye içimden kendime soruyordum. Taş konuşmaya başladı: ‘’İyi yapıyorsun iyi sen merak etme seni duyabiliyorum içinden konuşmana gerek yok’’ dedi. Çok tuhaftı tüm bunlar bir insan içinden düşünemeyecek mi yani. Taş cevap verdi hayır düşünemeyecek dedi. Sen kimsin dedim niye böyle dönüyorsun, yağmurun damlalarını durduramıyorsun hatta tüm toprağı kaldırdın, evi su basacak senin yüzünden neden böyle yapıyorsun dedim. Cevabı çok tuhaftı:’’ Ben bir tasım çok eskiden beri varım, bu dam 1923’te yapıldı. Onu düzeltmeye çalışıyorum dedi. Bak şu yukarıdaki yığınla toprak ve taş duvarların yıkıntısını görüyor musun dedi. Evet, görüyorum dedim, işte ben oradan emekli oldum; ama halen çalışıyorum. Dedem Korkut’la beraber orda yaşardık. Sonra ben çalıştıkça ev zayıfladı ben döndükçe toprak azaldı ve en sonunda toprak kalmadı ev çöktü ben de işsiz kaldım. Bu işi bana tekrar verdiler. Hem çalışıyorum hem para kazanıyorum mutluyum ben ya sen…
Mehmet ORTAKAYA , Türkçe 3