(H. Nihal ATSIZ)
Savaş için mutlak olarak, iyidir yahut kötüdür diye bir hüküm yürütülemez. Milletin kuvveti iyi hesaplanmadan, millet savaşa hazırlanmadan girişilen, mağlubiyetle biten savaşlar kötüdür. Fakat yabancıların elinde tutsak yaşayan urukdaşları kurtarmak, milleti daha zengin ve güçlü bir hale getirmek, bir ülküyü veya bir dini yaymak için girişilen savaşlar, zaferle biten savaşlar şüphesiz iyidir. Tarihte savaşsız büyümüş bir millet gösterilemez. Büyük devletler ve büyük medeniyetler daima savaşlardan sonra kurulur.
Bu böyle olduğu halde, ilim kılığına bürünerek yapılan savaş aleyhtarlığını her gün görüyoruz. İştahlı milletlerin yanı başında yaşayan 18 milyon nüfuslu Türkiye, varlığını korumak için savaşa ruh ve beden bakımından daima hazır bulunmaya mecburdur. Pek kuvvetli ve yırtıcı olan arslan ve kaplan, kendilerinin dörtte biri kadar olan parsa saldıramaz. Çünkü pars dövüşkendir ve dövüşte müdafaa nedir bilmez, daima saldırır. “Biz yalnız bize saldırılırsa harbederiz” düşüncesi de yanlıştır. Çünkü bu düşünce bir milleti pasif kılmağa mahkûm eder. Pasif yaşayanlar taarruz kabiliyetinden mahrumdur. Taarruz kabiliyeti ise müdafaa için dahi lâzımdır. Çünkü en iyi müdafaa taarruzdur.
Bir zamandan beri Cumhuriyet gazetesinde fikrî yazılar yazan eski dahiliye vekili Şükrü Kaya da sistemli bir şekilde savaş aleyhtarlığı yapmaktadır. Bilhassa 23 ilkteşrin 1943 tarihli Cumhuriyetteki yazısı savaş aleyhtarlığının destanıdır. Bu yazı şöyle başlıyor. “Tarih söylüyor: Harplerin en zaferlileri bile Pirus’un talihini gizlermiş”. Bununla, en büyük zaferle biten savaşların bile o zafere değmeyecek kadar çok kayıplara mal olduğunu anlatmak istiyor. Acaba Şükrü Kaya bu hikmeti hangi tarihte okudu? Acaba Şükrü Kaya’nın,şimdiye kadar meşgul olduğu işler arasında tarih okumağa vakti oldu mu? Dahiliye vekâletine kadar çıkarılmış olan bir adamın bu yazıları insanda hüzün uyandırmaktan başka bir şey yapmıyor. Çünkü savaşmağa mecbur olan bir millete, savaş haddi zatında çok kötü bile olsa, savaş aleyhinde bulunmak o milleti yıkmağa çalışmakla müsavidir.
Şükrü Kaya hakikaten tarih bilseydi, dünyada şimdiye kadar yalnız Napolyonların ve Kayser Vilhelmlerin değil Fatihlerin, Yavuzların, Kanunîlerin de yaşamış olduğunu düşünürdü. Napolyon Moskovaya kadar gittikten sonra esarette ölmüş olabilir. Fakat Fatih sekiz ülkeyi açtıktan sonra Fatih olarak öldü. Kayser Vilhelm de yurdundan kaçmağa mecbur kalmış olabilir. Kanunînin ölüsü ise Almanya içinden İstanbul’a kadar bir zafer alayı ihtişamıyla gelmişti. Savaş kötü bir şey olsaydı bugün Anadolu bizim elimizde kalmazdı. Çünkü biz Anadoluyu savaşla, su gibi düşman kanı akıtarak, kendi kanımızı da cömertlikle sel gibi dökerek aldık. Savaş kötü bir şeyse 10 yıl sonra, 1953’te İstanbul’u almamızın 500’üncü yılını kutlamayalım. Fatih’e lanetler savuralım. Çünkü saldıran oydu. Rumlar yurtlarını müdafaa ediyorlardı. Son iki üç asırlık tarihimizde, kıymet olarak, milletler arası terazinin kefesine “savaş”tan ve “kahramanlar”dan başka atacak bir şeyimiz olmadığı için de savaşı kutlu bilmeğe mecburuz. Aksi takdirde kendimizi inkâr etmiş oluruz ki, bu da yok olmakla birdir. Savaş aleyhtarlığı tenperverlikten, zevke ve rahata düşkün olmaktan, kendisini ülküler uğrunda feda edemeyecek kadar hodbin olmaktan doğuyor. Şükrü Kaya emin olsun ki savaş kalkarsa dünyadan kahramanlık, fazilet ve fedakârlık da kalkar ve insanların, yalnız doymak ve cinsî ihtiyaçlarını kovalamaktan başka gayesi olmayan hayvanlardan hiçbir farkı kalmaz.
Nihal ATSIZ
Orhun, 1943, Sayı: 12