Son Haberler
Anasayfa / Hikayat / YOLDAN GEÇEN ÖYKÜ

YOLDAN GEÇEN ÖYKÜ

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

           Günlerden Pazar. Hava sıcak mı sıcak… Haziran’ın son günleri… Tele­vizyon programlarında iş yok; sen hastanede nöbetçisin, üstelik bugün benim doğum günüm. “Yoldan geçen ilk öyküyü çevireceğim.” dedim ken­di kendime. “Bakalım, ne çıkarsa şansıma!” Öyle yaptım. Geçen ilk öy­küyü çevirdim; açtım sokak kapısını, girdi içeriye.

 

“Nasılsın, adın ne senin? diye sordum.

 

“Bir Yaz Gecesi Rüyası” dedi, alçakgönüllü bir sesle.

 

Şaşırmıştım.

“William Shakspeare’in ünlü oyununun öyküsü mü yoksa? Ne rast­lantı! Dedim.

 

“Hayır,” dedi o. “Başka ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ bu. İstanbul’un ünlü iş adamlarından Sadullah Büyükgöz’ün geçen gece Boğaz ‘daki yalısında gördüğü bir rüya…”

 

“Çok ilginç,” dedim, “Demek öyle… Yalısında gördüğü bir rüya…

 

“Evet, sabaha karşı görmüş…”

 

“Kişiler filân var mı içinde?

 

“Çok kalabalık,” dedi o. “Bir garden parti. İki yüz konuk var… Kuzu çevrilmiş, bir yanda soğuk büfe… Orkestra, dans… Üstelik siz de varsanız rüyam içinde arkadaşınızla birlikte gelmişsiniz.”

 

İşte bunu duyunca şaşırmıştım.

 

“İyi ama” dedim, “Ben Sayın Sadullah Büyükgöz’ü tanımam ki! İna­nım adını da duymadım. Yani, Ankara insanıyız biz.. O yüzden. Yalısının yerini bile bilmem.”

“Yalı Yeniköy’de”, dedi o, “lebi derya denize karşı…”

 

Merakım giderek artıyordu.

 

“Neymiş bu ‘Yaz Gecesi Rüyası’, sabırsızlanıyorum. Hadi başlayın an­latmaya…? dedim.

 

“Tamam”, dedim, “Size içecek serin bir şey getireyim ilkin.”

 

Kalktım, mutfağa gittim. Frijiderden bir şişe kola çıkardım, bardakla­rı hazırladım, salona getirirken ayağım eşiğe takıldı. Tepsi bir yana fırladı, bardaklar öte yana.

 

Hızla bana doğru gelen duvarı görebildim en son.

 

Gözlerimi açtığımda, başıma bir kalabalık toplanmıştı. Endişe ile üs­tüme eğilen yüzlere hayretle baktım. Değişik parfüm kokuları, son model tuvaletler çarptı gözüme…

 

Smokinli, kır saçlı bir beyefendi bana doğru yaklaşmıştı.

 

“Nasılsınız hanımefendi? Sıcak dokundu size… Buyurun şu kolonyalı mendili koklayın, iyi gelir,” diyordu.

 

“Doktor da geldi işte!” dedi smokini, kır saçlı bey ve yana çekildi.

 

Bir de baktım sen gelmişsin. Üstünde çok şık bir frak vardı. Yakanda beyaz bir karanfil… Nabzımı tuttun, saydın.

 

“Yavaşça kalkabilirsin. Ani bir tansiyon düşüklüğü… Pek önemli de­ğil,” dedin.

 

Doğrulmuştum. Elimdeki yelpazeyi yavaşça sallıyordum.

 

Belli ki çok seçkin bir kalabalığın içindeydik. Çevredeki kadınların giy­sileri birbirinden güzeldi. Takıları göz kamaştırıyordu.

 

Sarışın, boynunda o zamana değin gördüğüm en güzel gerdanlıklardan birini taşıyan, incecik; yaşı bile olmayan bir kadın yaklaşmıştı yanıma.

 

“Çok geçmiş olsun hanımefendi. Yalımıza ilk gelişiniz. İnanın çok üzüldüm,” diyordu.

 

Sen kulağımın dibinde, belli belirsiz fısıldadın:

 

“Ev sahibesi, Bayan Lusette Büyükgöz… İsviçreli…”

 

Kadının elini tuttum. Dostlukla sıktım.

 

“Ne olur üzülmeyin, geçti, bakın, iyileştim artık!” dedim.

 

Orkestra valsler çalmaya başlamıştı.

 

Senin koluna girdim, denizin kenarındaki büyük yüzme havuzunun çev­resinde dolaşmaya başladık. Az ileride soğuk büfe açılmıştı. Garsonlar ellerinde içki tepsileri, çevrede fır dönüyorlardı. Zaman geceye yakın ol­malıydı… Özel olarak bir dondurmacı da getirilmişti. Oyunlar yaparak konuklara dondurma sunuyordu.

 

“Şu Maraş dondurmacısını sanki bir yerden gözüm ısırıyor,” dedim sa­na.

 

“İyi bak,” dedin gülerek.

 

İyice baktım. Hintli Dilip’ten başkası değildi bu! Uzun çubuğu ile akıl almaz ustalıkla dondurmayı havada çevirip, bin bir oyun yapıyordu.

 

Baktığımı görünce göz kırptı.

 

Benim üstünde de çok şık bir tuvalet vardı. Şarap renkli güpur dantel­dendi. Bir omuzu açıktı. Tek kolu uzundu. Bu uzun kolun üstünde paha bi­çilmez takılar, Rus yapımı pırlanta değişik; altın, platin montörlü yüzük­ler gördüm.

 

Havuzun kabinlerin oradaki bir boy aynasının önünden geçiyorduk. Şöyle bir göz attım; saçlarım tepeye toplamıştı, inciler ve pırlantalarla iş­lenmişti sanki tüm başım. Boynumda, altın ve gümüşten birbirine dolan­mış iki yılanı gösteren bir gerdanlık vardı. Yılanlardan aşağı bakanın göz­leri yakuttan, diğerinki zümrüttendi…

 

Aynada kendimi görünce, topluluktaki en havalı kadın olduğumu anla­mıştım.

 

Yaseminlerle örtülü kameriyeden kulağıma şu konuşmalar geldi:

 

“Rahmetli Süreyya Hanımın biricik torunu… Servet aileden geliyor… Yazılar yazıyormuş… Öyle dedilerdi. Yanındaki de birlikte yaşadığı ope­ratör. Üstündekilerin tümünün sigortalı olduğu söyleniyor.”

 

“Evet, şu zümrüt ve pırlanta karışımı küpeler müthiş!”

 

“Başında en az on beş milyonluk taş var! ”

 

Sustular

 

 

“Amerika nasıldı efendim?” diye bir soru geldi yanı başımdan.

 

Döndüm baktım, iki bay bize yaklaşmışlardı. Göbekli olanı sormuştu soruyu. Saygı ile eldivenli elimi öptü. “Çok güzeldi,” dedim.

 

Bahçe kapısının oradan sesler duyuldu; hepimiz o yana döndük. Bak­tım; Hidayet Münir. Sade, safari bir takım elbise giymişti. Platin saplı bastonunu uşağa verip, dosdoğru bana geldi.

 

Tüm gözler üstümüzdeydi.

 

“Ah, nasılsınız, nasılsınız? dedi.

 

Benim elimi dudaklarına götürdü, beni dostça kucakladı. Kameriyeden bir fısıltı duydum.

 

“Bir milyarder. Kim olduğu tam bilinmiyor… Çoğu zaman yurt dışın­da. Müthiş para var adamda…”

 

Çevreyi izleyerek tebessümler dağıtarak ilerliyorduk.

 

Uşaklardan biri yanıma yaklaşarak kulağıma eğildi.

 

“Baron buradalar, efendim. Şu ağacın altındalar…?” dedi.

 

Döndüm o yana. Mösyö Esterhaze, Panama keteninden yapılmış ceke­tini savurarak ayağa fırlamış.

 

“Ben de sizin gruba katılabilir miyim?” diye sordu.

 

“Pek tabiî Sayın Esterhaze. Şeref verirsiniz…” dedim.

 

Hep birlikte kalabalığın içinde dolaşıyorduk.

 

Ev sahibinin ve karısının gözleri üstümüzden ayrılmıyordu.

 

Kameriye yeniden canlanmıştı. Kulak kabarttım.

 

“İşte kardeşim, bunlar ulaşılmaz zenginler… Anlıyor musunuz? Şu ba­ron denilen ihtiyarın parası saymakla bitmezmiş. Bak, bak meşhur Recep Bey işte şu. Bir bilim adamı…”

 

Bizi görünce, Recep Eğilmez oturduğu şezlongtan ayağa kalkmıştı. Saygı ile iki elime sarıldı.

 

“Gördüğünüz gibi tezime devam ediyorum,” dedi bana, hafifçe göz kırptı.

 

Anlamıştım. Başımı salladım. O, çevreyi izlemeyi sürdürüyordu.

 

Sen gittin, bana bir havyarlı kanepe getirdin. Biraz yedim, geçen bir garsonun tepsisinden bir bardak şampanya aldım. Usul usul yudumladım.

 

Tek tek konuşmalar denizden gelen yel ile kulağıma ulaşıyordu:

 

“Hiç buralarda gözükmezler… Bu gece hepsini bir arada görmek bü­yük şans… Hayret doğrusu… Hafta sonu, renkli basına iş çıktı desene!”

 

Birden bire orkestra:

 

“İyi ki doğdun!”

 

parçasını çalmaya başlamıştı.

 

Aydınlatılmış bahçede büyük bir alkış koptu. İki garsonun tekerlekli bir masanın üstünde taşıdıkları üç katlı, pembe doğum günü pastasını görün­ce şaşırdım.

 

Herkes bana bakıp “İyi ki doğdunuz!” diyordu.

 

Eğildim, tüm mumları bir üfleyişte söndürdüm.

 

Bir alkış koptu. Dönüp seni öptüm.

 

Hidayet Münir elime kocaman bir paket tutuşturdu. Bal rengi kurdelesini merakla açtım.

 

“Havai adalarının zümrüt, yakut ve inciden yapılmış ufak bir maketi! Size lâyık değil ama… Anımsıyor musunuz?” dedi.

 

Başımı salladım.

 

Gözlerim dolmuştu.

 

Kutudaki maketi görebilmek için herkes çevreme toplamıştı. Beğeni sesleri, ‘inanılmaz!’ mırıltıları kulağıma geliyordu. Birden, maketin için­den yeşil bir papağan havalandı. “İnanılmaz bir şey bu,” diye bağırdım.

 

“Sizin için nedir ki!” dedi Recep Eğilmez.

 

Bir dilim pasta uzattı bana. Frambuazlıydı. Harikaydı…

 

Baktım, salonda oturuyorum.

 

Karşımda, Yoldan Geçen Öykü.

 

“Evet, sonra? Sonra ne oldu?” diye sordum merakla.

 

“Sonra, Sadullah Bey uyandı,” dedi o.

 

‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’…

 

Ne düşmüş be! Ne öyküymüş!

 

Hiç unutmayacağım. Öykü gittikten sonra uzun süre düşündüm. Kapı çalındı. Sen gelmiştin! Şaşırdım.

 

“Kaçtım nöbetten. Pazara uğradım. Sana güzel kiraz, şekerpare al­dım.” dedin.

 

Gittik mutfağa yıkadık onları.

 

“Doğum günün bugün senin, yoksa unuttun mu?” diye sordun.

 

“Unutur muyum hiç!” diye bağırdım.

 

Bana uzattığın armağan paketini açmaya koyuldum.

Nazlı ERAY, Hikâyeler 2, 

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*