Nurullah Çetin
Vefatının 37. yıldönümünde Necip Fazıl anılıyor. Necip Fazıl, çok tartışılan talihsiz bir şair. O özgün bir fikir adamı, ideolog ve filozof değil sadece iyi bir şair ve iyi bir polemikçidir. Belki üzerinde en fazla farklı yargıların verildiği, zıt kutupların ideolojik kavga vesilesi kıldığı, övgülerin ve sövgülerin kendisine yağmur gibi yağdığı, kendisine nefret ve sevgilerin zirve yaptığı bir garip adamdır.
Bizde tarihe mal olmuş şahsiyetler hakkında ya akademik ya da ideolojik değerlendirmeler yapılagelir. Necip Fazıl’a benim gibi akademik bakanlar azınlıktadır. Ortalığı ise kızgın, öfkeli, bağnaz ideolojik fanatikler istila etmiştir. İslam düşmanları için Necip Fazıl günah keçisidir. İslam’ı ideolojik bir şeriat devleti olarak anlayanlar içinse üstaddır. Akademik açıdan bakınca Necip Fazıl, tapınıcılarının ve ezelî düşmanlarının gördüğünden daha farklı görünüyor.
O, İslam’ı fanatik anlamda kesin doktriner, şeriatçı devlet nizamı olarak anlayanların zannettiği, hayallerinde tasavvur ettiği gibi bir Müslüman değildir. İmanı ve Müslümanlık iddiası güçlü görünen Necip Fazıl’ın hayatında, bireysel pratiklerinde, amelinde İslam azdır. Elbette kimsenin inancı ve yaşantısı yargılanamaz ama üstad İslamcı olarak bilinen birinin gerçek kimliğini bilmek de herkesin hakkıdır. Necip Fazıl yazılarında İslamcı bir Türk, özel hayatında ise büyük ölçüde bir Fransız monşeri ve aristokratı gibi yaşar. Necip Fazıl’ın yazdığı başka, yaşadığı başkadır. Yazısı hayatına geçmemiştir. Onun ibadeti, ameli kendisini, yazısı da bizi bağlar. Biz yazdıklarını değerlendireceğiz.
Ondan İslam öğrenilmez. Ondan sadece İslam imanı ve İslamcılık aksiyonu coşkusu hissedilir. O, hayatı boyunca kendini ve Allah’ı arayan adamdır. Poetikasının temelinde de Allah’ı aramak vardır. Benim Akçağ Yayınları arasında çıkmış “Kendini ve Allah’ı Arayan Adam: Necip Fazıl“ diye de bir kitabım vardır. Merak edenler okuyabilir.
Necip Fazıl çok boyutlu zengin bir adamdır. Benim bu yazımda asıl üzerinde duracağım mesele, bir kısım İslam düşmanı Türkçülerin Necip Fazıl’ı milliyetsiz bir Türk düşmanı olarak gösterme çabalarıdır. İşin garip tarafı Türk düşmanı Necip Fazıl tapınıcıları da onun Türkçü boyutunu hep gizlerler, gündeme getirmezler. Necip Fazıl bu bakımdan da talihsizdir.
Necip Fazıl’ın hayatı ve düşünceleri hep zikzaklı, değişken olmuştur. Başından sonuna kadar hep aynı çizgide seyretmedi. İnanç buhranı geçirdi, sonra sağlam İslam imanına geldi. Milliyet ve Türklük konusunda da zaman zaman bazı ufak tefek sapmalar yaşasa da hiçbir zaman Türk düşmanı olmadı, hatta son dönemlerinde bugünkü İslamsız Türkçülerden daha fazla Türkçüdür. İslam’a göre bir insan ölmeden önceki son haline göre değerlendirilir. Mesela Hz. Ömer’in önceki kâfirlik zamanı değil, sonraki Müslümanlık dönemi esas alınır.
Milliyet bakımından Necip Fazıl’ı da ölmeden önceki son dönemine göre değerlendirmek gerekir: Sözü uzatmadan burada onun yazı ve konuşmalarından aldığım bir seçmeyi sunmakla yetiniyorum. Bu seçmeyi okuyan İslam düşmanı Türkçüler belki Necip Fazıl’ı daha insaflı değerlendirebilirler.
NECİP FAZIL KISAKÜREK’TE MİLLİYETÇİLİK DÜŞÜNCESİ
Gerekçe: Bugün farklı düşünce çevrelerinde Necip Fazıl, olduğundan farklı anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. Özellikle milliyetçiliği konusunda çok fazla yanlış yargılar yayılmaktadır. Onun bütün eserleri topluca okunmadığından hem iyi hem de kötü niyetli kişi ve çevreler, Necip Fazıl’ı genellikle Türk düşmanı, milliyetsiz, milliyetçilik düşmanı ve sadece İslamcı, salt İslam ümmetçisi bir fikir adamı olarak sunuyorlar.
Necip Fazıl kendi gerçek kimliği içinde sunulmuyor. Türk düşmanı güya İslamcı çevreler onu salt ümmetçi bir figür olarak sunarken, İslam düşmanı güya Türkçüler de onu Türk düşmanı bir kişi olarak takdim ediyorlar. Yani her iki kanat da kendi ideolojik amaçları doğrultusunda bir Necip Fazıl figürü üretiyorlar. Halbuki o, hayatını tamamladı ve eserleri de topluca yayınlandı. Dolayısıyla bir bütün olarak hayatı ve eserleri incelendiğinde gerçek bir Necip Fazıl ortaya çıkıyor.
Tarihsel değerlerimizi siyasi çığırtkanlardan bağımsız, nesnel, bilimsel araştırma ve incelemelere dayalı olarak tanımalıyız. Gelelim onun Türk milliyetçiliği ile ilgili düşünce ve yaklaşımlarına. Hemen başta vurgulayalım, Necip Fazıl Türk-İslam Sentezine inanmış bir milliyetçidir. Bunun yanında Türk milliyetçiliğine ait İslam öncesi Türklük gibi bazı hususlarda, Atatürk ve Ziya Gökalp gibi bazı Türkçüleri değerlendirmelerinde yanlış algılama ve değerlendirmeleri de vardır.
Bu yazı, bu yanlış algıyı düzeltmek için hazırlandı.
*Milletin Adı: Bugün Necip Fazıl’ı üstat olarak gören ve izinden gittiğini söyleyen bir kısım güya!.. İslamcılar, milletimizin adını hemen hemen hiç anmadıkları gibi unutturmaya, silmeye ve yok etmeye çalışıyor. Halbuki üstatları Necip Fazıl bu tayfanın tam tersine gururla, kıvançla, göğsünü gere gere Türk adını söylemekten ar etmiyor. Necip Fazıl, hemen hemen bütün yazı ve konuşmalarında milletimizin adı olan “Türk” kelimesini mutlaka söyler. Bu millete “Anadolu milleti”, “Türkiyeliler” gibi uyduruk isimler bulma ve üretme derdine düşmemiş, Türk’ten başka bir ad verme gereği duymamıştır. Yani onun için milletimizin bir adı vardır, o da ”Türk milleti”dir ve bu ad, hiçbir zaman bir sorun haline getirilmemiştir.
Önce Necip Fazıl’dan bir cümle: “Yalnız ve yalnız Türk çocuğunun, Türk gencinin, Türk ihtiyarının, Türk kızının, Türk kadının, Türkün, Türklüğün ve Türk vatanının madde ve ruh hakkını müdafaa eden biz, yılmak, bezmek, dönmek, susmak şöyle dursun, tam şahlanmasının mevsimine arife günü kadar yaklaşmış bulunuyoruz. Sabah yakındır!” (BE 49, s.73)
Necip Fazıl’ın bu 6 satırlık tek cümlesinde tam 8 kere “Türk” kelimesini zikretmesi, bugün Türk demeyi günah ve ırkçılık zanneden güya İslamcı tayfanın dudağını uçuklatacak bir durumdur. Bu cümleyi bugünkü bir yazar kursa demediklerini bırakmazlar. Ne ırkçılığı kalır, ne faşistliği.
*Millî Kimlik Tanımı: Necip Fazıl kendisini Türkiyeli, Anadolulu, demokrat, muhafazakâr demokrat, liberal, komünist gibi saçma sapan uyduruk adlarla değil, tamamen yerli ve millî bir adla tanımlar. O kendi milliyet kimliğini “Müslüman Türk” olarak algılar, sıkılıkla ve yaygın biçimde bu tanımlamaya vurgu yapar. Şöyle der:
“Biz pazarlıksız Müslümanız! Su katılmamış Anadolu Türküyüz!” (BE 49, s.9)
Burada su katılmamış Anadolu Türkü ifadesi başka ırklarla karışmamış saf Türk olmayı işaret eder. Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğunu iddia eden siyaset esnafının dudaklarını uçuklatacak bir kimlik tanımı.
*Milliyetçiliğe Yüklediği Anlam: Necip Fazıl Türk milliyetçiliğini ırkçılık, kavmiyetçilik değil; Türk-İslam milliyetçiliği olarak algılar ve bu tür bir milliyetçiliği esas alır. İslam’dan soyutlanmış, İslam’sız bir milliyetçiliği kabul etmez. Şöyle der:
“Milliyetçiliği, birbirini koklaşarak ayırt edici hayvanların madde alakası şeklinde değil, ruhî muhtevayı temsil ve onun en güzel kokusunu yayma biçiminde anlayan ve Afrikalı siyahiye kadar dağıtılması imkânsız her oluşu sakat ve kısır sayan”(BE 28, s.278)
*Türk-İslam Milliyetçiliği: Necip Fazıl, iki temel değeri bir araya getiren yani Türklük ve İslamlığı birleştiren, millî ve dinî değerlerden örülen bir milliyetçilik anlayışını benimsemiştir. Bu milliyetçiliğin adı da “Türk-İslam milliyetçiliği”dir. O, pek çok yazı ve konuşmasında buna özellikle vurgu yapar. Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayırmaz. Bugün bazı Necip Fazıl sever İslamcıların yaptığı gibi Müslümanlık adına Türklüğü yok saymaz. Şöyle der:
“Abbasiler devrinde gölgelenen ve paslanan İslam, nihayet Orta Asya çöllerinden kasırga gibi esici, yeni insan ve kâinattan habersiz fakat saffetli ve lekesiz bir ırkın eline geçti. İsmi “Türk” olan bu ırk, ilk defa ruhunu İslam teknesinde yoğurdu, düşünebilme haysiyetine İslam’da kavuştu. Kahramanlıkla aşk ve imanı bir araya getirince de 16. asra kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu İmperium Romanum’a taş çıkartan imparatorluğunu kurdu. Üç kıtadan ibaret medeniyet dünyasının kilit noktasına çöktü ve Seyfü’l-İslam İslam’ın kılıcı oldu.” (BE 28, s.240)
Necip Fazıl, iki temel değere Türklüğe ve Müslümanlığa bilinçli bir şekilde bir kimlik değeri olarak sürekli vurgu yapar. O, adeta bütün Türk milletinin kendilerini tanımlarken, yabancı sıfatlar yerine tamamen yerli ve millî bir ad olarak “Müslüman Türk” adını koruması gereği üzerinde durur. Şöyle der:
“Namusun değersiz hale getirildiği bir hengâmede ‘Müslümanım ve Türküm!’ diyen ve hedefi bu ulvî gayede toplayan bir gençliğe resmî ve hususî bir katliam yapılmakta ve yaptırılmaktadır.” (BE 66, s.59)
*Posa Milliyetçiliği: Necip Fazıl genel anlamda gerçek Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş bir Türk aydınıdır. Ancak zaman zaman gerçek milliyetçiliğe aykırı gördüğü bazı sapmaları eleştirmekten de geri kalmaz. Nitekim milliyetçilik görüntüsü altında çarpık bir milliyetçi tavrı o, “posa milliyetçiliği” olarak nitelendirir:
“Komünizmanın karşısına gerçek din, yani İslamiyet’ten başka hiçbir şeyle çıkılmaz! Ne felsefeyle, ne posa milliyetçiliğiyle ne de ona zıt iktisadi mezheplerle…” (BE 28, s.48)
Necip Fazıl’a göre posa milliyetçiliği, İslamiyet’i reddeden, batının güdümüne girmiş kişilerin milliyetçilik davasıdır. Bunu şöyle açıklığa kavuşturur:
“Masonluk ve kozmopolitliğin mikrop yuvalarını devlet ve cemiyet mafsallarına yerleştirdiği, ortalığı Jön Türk isimli pembe kıçlı ve tek gözlüklü Batı hayranı maymunların kapladığı, İslam vecdi yerine başka bir heyecan tedariği içinde kabuk ve posa milliyetçiliğinin tezgâhlanmaya doğru gittiği, olanca gerilik suçunun İslamiyet’ten bilinmeye başlandığı ve bütün bunların modalaştığı, kibarlaştığı, salonlaştığı, banklaştığı, edebiyatlaştığı, politikalaştığı, mektepleştiği ilk devirlerde.“ (BE 28, s.119)
Necip Fazıl milliyetçiliği ırkçılık olarak anlamaz ve böyle algılayanları eleştirir:
“Milliyetçiliğin birbirlerini artlarından koklayarak tanıyan dört ayaklı mahluklarda olduğu gibi, bir deri, kemik ve kan meselesi olmadığı, posa, kabuk ve zarf yerine, cevher, öz ve mazruf davası olduğu doğru mu, yanlış mı?” (BE 66, s.28)
*Gerçek Aydın Olmanın Ölçüsü: Millî ve Beşerî Olmak: Liberaller, kozmopolitler, Batıcılar, enternasyonalistler, aydın olmanın temel şartının sadece hümanist, insancıl, evrensel olmak olduğunu ileri sürerler. Yani din ve milliyet bağlarını reddedip bunların dışında genel anlamda soyut ve evrensel bir insan sevgisi gibi bir anlayışı benimseyen kişiyi aydın sayarlar. Necip Fazıl ise gerçek aydın, fikir adamı, sanatçı, önder olmanın ölçüt olarak 2 temel unsurunu esas alıyor: Millî ve beşerî olmak. Yunus Emre’yi değerlendirdiği bir yazısında bu ölçüyü onun üzerinden örneklendiriyor. Şöyle der:
“Ölmezlik çapının adamları, dünyanın her yerinde aynı kanuna bağlıdır: Kendi asliyeti içinde millî ve bu asliyetin erişme kudreti nispetinde beşerî…
Yunus Emre kelimede şairden ve mutasavvıftan evvel, işte böyle bir Türk ve böyle insan!… Şairliği ve mutasavvıflığı onu böyle bir Türk ve böyle bir insan kılan temel vasıflar…” (BE 28, s.108-109)
*Tepkisel Milliyetçilik: Tepkisel milliyetçilik, milliyetçilik düşüncesine zıt ve ters olan başka düşünce sistemlerini reddetme, onlara tepki koyma, eleştirmedir. Bu bağlamda Necip Fazıl, Türk milliyetçiliğinin karşıtı olan düşünce sistemlerine en sert tepkiyi vermiştir. Bunlar:
1.Komünizm: Komünizm enternasyonalist bir düşüncedir. Yani millet fikrini reddeden, milletleri ve milliyetleri kabul etmeyen, milletler üstü bir toplumsal birliktelik yapısını esas alan bir sistemdir. Komünizme göre milliyetçilik kötüdür. Doğru olan, bütün milletlerin katılabileceği kozmopolit, enternasyonalist anlamda işçi sınıfı birlikteliğidir. Komünizme göre Türk milleti, İngiliz milleti ve bunlara bağlı milliyetçilik kabul edilemez. Onlara göre Türklerin de, İngilizlerin de Rusların da, başka milletlere mensup insanların da içinde yer aldığı toplumsal, ekonomik sınıf önemlidir, o sınıfın adı da işçi sınıfıdır, proleteryadır. İşte Necip Fazıl birçok yazısında ve konuşmasında Türk milliyetçiliği fikrini yok etmeye, ne idüğü belirsiz bir işçi sınıf içinde eritmeye çalışan Komünizme şiddetli eleştiriler ortaya koydu.
Necip Fazıl’a göre Komünizm, milliyetçilik düşüncesine ait bütün kutsal değerlere düşmandır. Şöyle der:
“En büyük ruhî değer olan dinden başka bütün ruhçu kıymetler, milliyetçilik, ahlakçılık, ailecilik Komünizma gözünde en adi hakaret unsurlarıdır.” (BE 28, s.25)
Necip Fazıl’a göre Komünizmin Türkiye’ye hâkim olamamasının en önemli 2 sebebi vardır:
1.Türk Ruhu: Dinî ve millî değerlerden oluşan Türk ruhu yani Türk-İslam imanı ve düşüncesi Komünizme engel olmuştur. Şöyle der:
“Komünizm bu memlekette tıpkı kapısı örtülü evlere, açık pencerelerden, bacalardan, tahta aralarından, delik ve deşiklerden giren cereyanlar gibi her türlü gizli hulul yollarını tecrübe etmiştir. Fakat her şeye rağmen tam ve gerçek bir hulul temin edememiştir.
Niçin?
Karşısında idrakli, sistemli, teşkilatlı bir mania bulunduğu için mi?
Hayır! Böyle bir mania maalesef mevcut değildir.
Sadece şunun için:
Himayesiz ve başıboş bırakılmış olsa da hakikatte nüfuzu imkansız bir Türk ruhu yaşadığı için!….” (BE 28, s.27)
Bir başka yazısında Türk ruhu kavramını biraz daha belirginleştirir:
“Hangi rejim ve hükûmet olursa olsun, Müslüman-Türk ve ruhî muhteva milliyetçileriyle anlaşmadan bu vatanı Komünist sürfelerinden temizleyemez. Ne hazindir ki, böyle olacağı yerde Komünizma, her zaman Türk rejim ve hükûmetleriyle Müslüman-Türk ve ruhî muhteva milliyetçilerinin arasını açmayı bilmiş, kendi ellerini kullanmadan Türk’ün ruh kökünü taşlamayı başarmıştır. Böyleyken, kendisini taşlayan Türklerle beraber koca vatanı koruyan işte o ruh kökü, yani İslamiyet’tir.” (BE 28, s.49)
Komünizm mikrobunu yok etmek için iki temel değerin; din ve milliyetin önemine vurgu yapar:
“Şifa verici vasıta olarak Komünizma mikrobunu ruhlarda helâk edici din ve milliyet aşılarına en geniş mikyasta meydanı açmak gerekir.” (BE 28, s.51)
2. Ülkücülerin Mukavemeti: Necip Fazıl’a göre Komünizmin Türkiye’ye bir rejim olarak hâkim olamamasının ikinci önemli sebebi, ülkücülerin fiilî olarak komünistlerle savaşmış olmasıdır. Nitekim bu meseleyi Necip Fazıl, bir yazısında açıkça ortaya koyuyor:
“Türk’e her şeyden önce İslam’a, tarihe, an’aneye, maddesi ve manasıyla Türk’ün ruh köküne saldıran, manada Moskof veled-i zinalarının karşılarına aldığı hedef, bugün sadece Ülkücüler…
Onların böylesine ulvî bir manaya ehil olup olmadıkları ayrı mesele; fakat kendilerine bu mananın yakıştırıldığı, bir laboratuar gerçeği… Niçin, halis Türk Talebe Birliği başta olmak üzere öbür milliyetçi ve mukaddesatçı topluluklara saldırmazlar da Ülkücülere çullanırlar?. Çünkü öbürlerini pörsük ve gevşek görüyorlar da onun için….
Hançeremizde “İslam, yalnız İslam!” nidasının yivlerinden başka ses kaydı olmayan ve 40 yıldır bu sayhayı koparan biz, avaz avaz haykırıyoruz ki, Ülkücüleri mahrum bulundukları iddia edilemeyecek olan bu gayeye büsbütün perçinlenme şartıyla desteklemeyecek Müslüman, Müslüman değildir; ve Moskof kâfirlerinden aşağı ve belki daha zararlı bir din tahripçisidir.
Hergün nice felâketlere uğratılan, işittiğime göre nikâhlı zevcelerine kadar tecavüz edilip öldürülen, fakat haberleri sızdırılmayan bu elmas gençleri, üzerlerindeki tozu alıp ve bazı çizgilerini düzeltip muhtaç olduğumuz dinamik gücün bilmem kaç milyon silindirli motoru haline getirmek, her Müslüman için farz olan cihadın başlıca farzlarından biridir. Ve buna hayır diyecek kim varsa sade vatan haini değil, din suikastçısıdır.
Allah’ın Ülkücülere layık gördüğü fedakârlık nasibine tam layık olmaları için elimizden geleni yapalım ve şimdilik özlediğimiz neslin fideliğini onlardan başka hiçbir zümrenin vaat etmediğini bilelim!… Yeter artık bu gaflet, hamakat, rehâvet ve enâniyet!…”(BE 66, s.79-80)
*Kültür Milliyetçiliği: Necip Fazıl, Türk milletinin kültürel kimliğinin oluşturulmasında ve devamında Türk ruhunun belirleyici ve yönlendirici temel kaynak olmasını önerir. Yapılması gerekenleri maddeler halinde sıraladığı bir yazısında şöyle der:
“Mutlaka üniversitelerimize ve güzel sanatlar muhitlerine Türk ruhunu dikmek ve bu muazzam davanın usul ve esasını çerçeveleyebilmek…” (BE 28, s.50)
Necip Fazıl bütün yönleriyle saf Anadolu Türk kültürünün kendisinde belli bir terkibe ulaştığı örnek figür olarak Yunus Emre’yi alır ve Yunus Emre’yi Türk kültürel değerlerinin adeta bir simgesi olarak sunar:
“Her Türk çocuğunun evinde, içtimai değeri ne olursa olsun kendisi için hudutsuz kıymette, bütün aile, kan, kök ve ruh timsali bir anne, bir baba, daha ziyade bir büyükanne, büyükbaba tipi vardır ya… Gittikçe ruhu ve karakteri gölgelenen ve artık evlerin tavan aralarına veya bodrumlarına sürülmeye başlayan her evin bu maneviyat timsali tipi, Türk’ü tek bir ev ve aile farzedecek olursak, en ileri ve en derin manasını Yunus Emre’de bulabiliriz. Onun içindir ki bir gün ayaklar altına, sırrına dokunduğumuz manada bir milliyet desteği çekilecek olursa, ilk vazife Yunus Emre’yi taş basması resimler gibi standardize ederek yeni Türk evinin duvarına asmak.” (BE 28, s.115)
*Milliyetçiliğin Değerleri:
1.Millî Marş: Her milletin ve devletin millî kimliğini, değerlerini, zihniyetini ifade eden bir millî marşı vardır. Türk milletinin marşı da İstiklal Marşı’dır. Bugün İslamcılık davası güttüğünü zanneden ya da Amerika, İngiltere ve İsrail adına İslamcılık oyunu oynayan bazı Türk düşmanlarının İstiklal Marşımıza hakaret ederek tepki gösterdiğini üzülerek görüyoruz. Necip Fazıl ise Türk milliyetçiliğinin bir değeri olan bu millî marşımıza sahip çıkar:
“Akif, Millî Kurtuluş hareketini bütün gönlüyle benimsedi, Anadolu’ya geçti, Mecmuasını oralara taşıdı ve İstiklal Marşı’yla Türk’ün var olma hamlesindeki manayı ebedileştirmek istedi.” (BE 28, s.121)
Şunu da hatırlatalım, Necip Fazıl bir dönem yeni bir marş yazılması gündeme geldiğinde kendisi de Türk millî marşı olmak üzere yine Türk milliyetçiliği ruhuna uygun olarak “Büyük Doğu Marşı” adında bir marş yazmıştı.
2. Vatan: Bir milletin en başta gelen değerlerinden biri vatandır. Vatan olmazsa millet olmaz. Bir millet kendi vatanında bağımsız iradesiyle siyasi, ekonomik, kültürel anlamda özgürce tasarrufta bulunamazsa millî bir varlığı olmaz. Dolayısıyla milliyetçilik aynı zamanda vatanseverliktir.
Üzerinde yaşadığımız vatanın sahipliği konusunda zaman zaman tartışmalar çıkıyor. İslamcı geçinen; ama aslında dinleri Türk düşmanlığı olan bazıları, “Türkiye sadece Türklerin değil” diyerek Türk vatanına ortak getirmeye çalışıyorlar. Milliyetçilik, Türk milletinin kendi vatanının tapusuna sahip çıkması, kendi vatanı üzerinde başkalarına; mesela PKK’ya gecekondu kurma fırsatçılığına geçit vermemesidir. Necip Fazıl, bu vatanın sahibinin Türk milleti olduğuna özellikle vurgu yapıyor:
“Üstünde yaşadığımız toprakların sahibi, şu veya bu kadar milyon sağ adam değil, milyarlarca ölüler ve gayesinin bütün fezayı dolduran nuruyla Türklüktür. Türklüğün bütün toprak üstü ve torak altı hamulesiyle şimdi sahipliğini istediği bu davada acaba kaç milyon ecdat eli, iskelet parmaklar sizi büyük ve aziz hedefe davet etmektedir.” (BE 28, s.189)
Vatansever olmanın ölçüsü, vatanını sevmek, üzerine titremek, o vatana sahip çıkmak, vatanı korumak ve bu uğurda bir çaba ortaya koymaktır. Necip Fazıl büyük bir vatanseverdir.
“Paris düştüğü zaman Fransa’nın ve belki cihanın en büyük operatörü Doktor Dö Martel intihar etmişti. Birleşmiş Milletlerin aleyhimizde karar verdiği gün ise ben berberde tıraş olurken içeriye bir doktor girdi ve millî ıstırabın heykeli halinde tanıdığı ve tanımadığı kimselere karşı içini döktü:
-Allah belâlarını versin!… Namusumuzu on paralık ettiler! Şu kara papaz çapında bir insan yok, memleketimizde! İş Kıbrıs meselesi olmaktan çıktı, millî şeref davası haline getirildi. Potin boyacılarına, duba serserilerine kadar herkes bunu hissediyor da şimdi suçu başkalarına atmaya çalışan sağır nasıl duymuyor? Harekete geçmenin günü bugündür; yoksa dünyadan elimizi ayağımızı çekelim, gidip Haymana ovasında çadırlı ordugâh kuralım, orada yaşayalım!.
Bu doktora sarılıp millî duyguya bu kadar güzel tercüman olduğu için onu iki yanağından öpmek isterdim. Fakat içimden hiçbir şey belli etmeyerek ve ağlayarak yürüdüm.
Türk milleti Kıbrıs davasının hicranını öyle derin duymaktadır ki Ada’ya karşı anavatan kumsallarında oynayan çocuk bile gözleri ufuklarda ölü oyuncağının yanına tabancasını koymuş, sancağının oraya varacağı günü beklemektedir. Dava o kadar millîleşmiştir.” (BE 28, s.170, 171)
Vatansever olmanın bir başka boyutu, Türk milleti kapsamı dışında etnik aidiyetlerinden hareketle etnik ırkçılık yaparak Türk vatanı üzerinde bölücü emelleri olanlara karşı Türk vatanının bütünlüğünü, parçalanamazlığını korumaktır. Necip Fazıl, Kürt ırkçılarının vatan üzerindeki bölücü iddialarına cevap oluşturacak şekilde Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada Diyarbakır’ın da bir Türk vatanı oluşuna özellikle vurgu yapıyor:
“İdeolacyamızın hassa köşelerinden biri olan Anadoluculuğumuz, Diyarbakır’a nazar ederken, onda sayısı iki üçü geçmeyen tarihî Anadolu sitelerinden ve İslam-Türk medeniyetinin fışkırıcı ve etrafı besleyici pınarlarından bir tanesini görüyor. Bu ölçü, Şarkî Anadolu’ya ve Diyarbakır’a karşı kıymet hükmümüzün ta kendisidir. Türk vatanının en kesif ve lekesiz kaymak tabakasını teşkil ettiğine inandığımız Şarkî Anadolu’yu, Diyarbakır vesilesiyle selamladığımız şu anda içine dava iksirimizin damlatılacağı en emin ve hilesiz mâ-i mukattar havuzunu elde etmekten gelen bir saadet duymaktayız.” (BE 28, s.205)
*Milliyetçiliğin Simgeleri:
1.Bozkurt: Bozkurt, en eski zamanlardan günümüze kadar bütün Türk ülkelerinde Türklüğün simgesi olarak kullanılmıştır. Türkler kendi kimlik ve kişilik özelliklerini bozkurtta bulmuşlar, bozkurdu kendi millî varlıklarını en iyi simgeleyecek bir hayvan olarak görmüşler. Necip Fazıl, Türk milletinin bir simgesi olan bozkurtla ilgili olarak farklı ve yanlış bir yaklaşım ortaya koyar. Ona göre bozkurt, İslam öncesi Türklüğün simgesidir.
“Bana sorarsanız, Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüte döner, istihale eder. Böylece kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine dayanmış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekân içinde hakiki zamanına kavuşur. İşte Türk’ün o mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret enerji kaynağının gerçek yaşayışı, yine bana sorarsanız onun sabit mekânına ve hakiki hayatına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına inkılâp ettiği andan başlar. (….) Bozkurt bir mittir. Bir efsane! Söğüt remzi altındaki Anadolu ise çarpıcı ve yakıcı bir realitedir, bir vâkıa…” (BE 28, s.131, 132)
Necip Fazıl bozkurdu İslam öncesi Türklüğün bir sembolü zannederek ona karşı alerjisini belirtmekten çekinmez ve bunu olumsuzlayan ifadeler kullanır. Şöyle der:
“Bu yazıyı bize yazdıran saik de Türkçüleri daire dışına çıkarmak değil, onları Bozkurt rozetlerini ceplerine indirerek ve İslam nurunu kalplerine yükselterek daire içine girmeye şevklendirmektir. İşte o zaman Türklük ve Türkçülük gerçekleşmiş olur. Ülkücüleri bu yolda görmenin saadeti içindeyim.” (BE 66, s.108)
2.Türk Bayrağı: Türk bayrağı Türk milletinin istiklalini, hürriyetini, kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini, maddi ve manevi bütün kutsallarını, dinî ve millî bütün değerlerini temsil eden millî bir semboldür. Necip Fazıl birçok yazı ve konuşmasında Türk bayrağının bu millî işlevine hep vurgu yapar. Ona göre Türk bayrağı Türk-İslam varlığının kutsal bir sembolüdür. Hilal İslam’ı, yıldız da Türklüğü simgeler. Şöyle der:
“Hilalimizi yıldızından ayırmak isteyenler… Bunlar Komünistlerdir, devrimbazlardır. İlerici geçinenlerdir. Batıcılık taslayanlardır. Türk’ün ruh kökünden kopmuş olanlardır. Maddisinden daha beter olarak manevi piçlerdir. Bunlar sancağımızın hakkını korumak bahanesiyle onu gizli gizli makaslayıp hilalini kubura atmak ve yıldızını kızıl yıldızın emrine vermek isteyenlerdir.
Sancağımızda hilal İslam ve yıldız Türk’tür. Türk, bir yıldız şeklinde bu hilalin kıskacı içine girdiği andır ki yolunu bulmuş, insanlığa mutlak yolu göstermiş ve küçük bir oymak çerçevesinden cihan imparatorluğu sahasına geçmiştir.
Bu hilal Arapların elinde İspanya’dan Cenubî Fransa’ya kadar sapladığı ucuyla, Türklerin elinde Viyana surlarına mıhladığı ucunu birleştirebilmiş ve kıskacı kapatabilmiş olsaydı, bugün bütün dünya Müslümandı ve bayrağı Ay Yıldızdan ibaretti.
Bu bayrağın hakkını nasıl olup da görmüyorlar ve onu taşıdığı ezelî ve ebedî mananın dışına çıkarmak istiyorlar? Asırlardır Haçlıların yapamadığını bizzat içimizden bir zümreye mi yaptırmak istiyorlar? Heyhat! Asırlardır Haçlıların yapamadığını bizzat içimizden bir zümreye yaptırmış bulunuyorlar!…” (BE 28, 168-169)
*Milliyetçiliğin Kurumları:
*Millî Ordu: Bir milletin var olabilmesi için kendisini koruyacak bağımsız ve millî bir ordusu olması lazımdır. Türk ordusu, Türk milletinin koruyucu askerî gücü olarak milliyetçilik düşüncesinde temel bir kurumdur. Milliyetçi olmayanlar, mesela liberaller, Komünistler, etnik ırkçılar, Avrupacılar, Amerikancılar, Ermeniciler, Rumcular vs kesimler Türk ordusuna düşmandırlar, yok etmek, dağıtmak, itibarsızlaştırmak isterler. Çünkü bu kesimler Türkiye’nin Türk Devleti olmaktan çıkmasını, Türk milletinin bu vatandan tasfiye edilmesini isterler.
Milliyetçi bir Türk aydını olan Necip Fazıl ise Türk ordusuna bir kurum olarak önem verir, destekler ve onu olması gerektiği gibi değerlendirir.
“Ruhunu İslamiyet’ten alan Türk… Ve bu Türk’ün Türkçülüğü.. Artık Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harika insanı bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmiş görebiliriz. Şöyle: Mehmetçik, Türk’ün ruhunu İslam nuruyla dolduruşundan sonra, İslam potasında eriyerek İslam kalıbına döküp billurlaşarak darphaneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü ferdiyet üstü millî ve içtimaî vahid… Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türk’ten başka malik, bu cihanda ikinci bir millet yok… Türklük madeninin kışır üstü ve bozucu bütün fizik ve kimyevî tesirlere mukavemetli aslî ve kurtarıcı vahidi Mehmetçik…
Mehmetçik Allah indinde halis kahramanlara mahsus din ve milletten fanilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip…(…) Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endaze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır.” (BE 28, s.132-133)
“Mehmetçik, Türk’ün bozgun devrinde ortaya çıkan, toplumun iç bünyesinde gizli millî mukavemet ve her şeye rağmen karşı koyma unsurudur, bu mananın hüviyetidir ve bu mana yüzü suyu hürmetinedir ki hudutsuz azizdir.(….) Demek ki Mehmetçiğin asıl farikası, insanüstü fedakârlık ve kendinden veriş… Nefsinden başkası için olmak…” (BE 28, s.135)
Mehmetçik, Türk ordusu Haçlı emperyalizmine karşı koyan Türk iradesinin sembolüdür:
“Nihayet Birinci Dünya Harbi sonunda morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adamı bir şahlanışta hayata iade eden Türk’ün var olma iradesini şahıslandıran, emperyalizma uşağı megalo idea maskaralarını sımsıkı kuşatıp boğan ve bücür atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesini hilaline kavuşturan kudret Mehmetçikten başka kim olabilir?” (BE 28, s.138)
Türkler Müslüman olduktan sonra tarih boyunca hep İslam’ın ordusu olarak görev yapmışlar, bütün Haçlı saldırılarına karşı mukavemet etmişler, bütün İslam dünyasını korumuşlardır. Bu yüzden Türk ordusuna “Asâkirullah”(Allah’ın askerleri), “Cündullah” (Allah’ın ordusu) denilmiştir. İşte Necip Fazıl da Türk ordusunu bu açıdan değerlendiriyor ve şöyle diyor:
“İslam’ın Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kağıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik davasının protoplazma şahsiyeti Mehmetçiğe selam olsun!.” (BE 28, s.143)
Necip Fazıl, kendi döneminde ciddi bir sorun olan anarşiyi, sağ-sol, ülkücü-Komünist çatışmasını durdurabilmek için teklif ettiği çözüm önerileri arasında Türk ordusunun başında milliyetçi bir komutan görmek istediğini de belirtir:
“Örfî idare ve başında şiddetle milliyetçi bir kumandan…” (BE 66, s.102)
*İstikbal Milliyetçiliği: Bir milletin varlığının devamı istikbalidir. Geleceğini, torunlarını düşünmeyen insanlar millet olamazlar. Dolayısıyla geleceğine yatırım yapmayan, düşünmeyen, geleceğini garanti altına alma kaygısı taşımayan milletler yok olur giderler. Dolayısıyla bir milliyetçi, milletinin geleceğine dair tasavvurları, planları, projeleri, kaygıları olan şuurlu bir dava adamıdır. Necip Fazıl bu bağlamda Türk istikbalini düşünen ve geleceğimizi sağlam ve güçlü temeller üzerine inşa etme derdinde olan bir Türk aydınıdır. Kurtarıcı bekleme derdi onda da vardır. Şöyle der:
“Bu millet, kahramanını ve kurtarıcısını bugün beklediği kadar hiçbir gün beklememiştir. O, Türk’ün hayat hakkını içeride ve dışarıda ispat etmeyi üzerine alacak kadar büyük Türk’ü bekliyor ve o gelinceye kadar dünyanın kendisine hiçbir şey olmamışlara mahsus istihkâr nazarıyla bakacağını anlamış bulunuyor.” (BE 28, s.172)
*Ekonomi Milliyetçiliği: Necip Fazıl, millî ekonomi taraftarıdır. Liberal ekonomi, kapitalizm ve Komünizme karşı millî ekonomiyi savunarak ekonomi alanında milliyetçi tavrını ortaya koyar.
“Zirai temel toprak ve hayvan üzerine dayalı millî ekonomi… Millî bünye içinden geliştirilmesi şartına bağlı sınaî hamle… Ferdî mülkiyet esası etrafında sermaye istismar ve dehhameleşmesine (urlaşmasına) mani devlet tedbiri…” (BE 28, s.177)
*Büyük Doğu Mefkûresi Milliyetçisidir: Necip Fazıl, milliyetçilik ve İslamcılık düşüncelerini birleştirerek “Büyük Doğu Mefkûresi” halinde formüle etmiştir.
“Bu manada biz mutlak insaniyetçi olarak, katî milliyetçi, katî havzacı, katî zümreci ve nihayet katî şahsiyetçiyiz!” (BE 28, s.183)
*Türkiye Merkezli İslam Birliği: Necip Fazıl İslam birliği projesini destekleyen bir yazardır. Fakat İslam ülkelerinde bu işe liderlik yapabilecek kapasitede sadece Türk milleti olduğu görüşündedir. Bu da onun Türk milliyetçisi kimliğinin bir boyutunu yansıtmaktadır. Eğer bugün İslam ülkeleri arasında siyasi, ekonomik, kültürel, askerî bir birlik kurulacaksa bu birliğin başında mutlaka Türkiye olacaktır. Zira tarihî tecrübe itibariyle bu işe en uygun olan millet Türklerdir. Necip Fazıl bunu ısrarla vurgulayarak Türk milletine verdiği önem ve değeri bir kez daha ortaya koymuş oluyor. Şöyle der:
“Dünya çapında İslâm kalkışı davasını Türkiye dışındaki ülkelerden beklemek hayaldir. Bu ülkelerden hemen hepsi, eski teşbihimizle, kaidesi iman, zirvesi küfür, eh¬ram… Kaide, yani halk müslüman, zirve, yani güdücüler kadrosu İslâm’a zıt… Malûm Batılılık ve Batıcılık ocağının işporta aydınları…
Uzun zaman Türk hegemonyası altında kalmış olan bu ülkeler insan sayıları ve devlet genişlikleri ne olursa olsun, tarihî bir imtiyazın kazandığı hüküm olarak, İlâhî takdir ile Türk’ü model tanıma mevkiinde kalmışlardır. Emevî ve Abbasiler boyunca büyük İslâmi Arap İmparatorluğundan sonra, müslüman toplumlardan hiçbiri, sadece Türk müs¬tesna, devlet kurabilme tâkatine ulaşamamıştır. “Devlet-i ebed müddet” tabiriyle çerçevelenen bu tâkat ise Türk’te, 17. Asra kadar sürmüş ve ondan sonra kendisini hazin bir mü¬dafaaya çekmiştir.” (BE 66, s.47)
Ona göre İslam dünyası çapında yeni bir diriliş ve kalkınma, derlenip toparlanma ve birlik içinde mutlu, müreffeh, iyi, hakka dayalı sahih bir gelecek tasavvuru Türkiye’den başlayacak, bu işin motoru tarihte olduğu gibi yine Türk milleti olacaktır. Ama önce Türkiye’nin düzelmesi lazımdır. Şöyle der:
“Şahıslarınızda İslâm âlemine hitap ederek en yüksek sesle bildirmenin günü gelmiştir ki, onbirinci asırdan 16’ncı as¬ra kadar Türk’ün elinde yüceltilen İslâm, sonunda Türkiye’de bozuldu ve İslâmlık iddiasındaki her yerde aynı hâle geldi. Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir ki, her yerde düzeltilebilsin… Bu, asırlarca İslâm’ın kılıcını elinde tutmuş olan Türk’e, tarihî bir kader olarak Allah’ın verdiği bir imtiyazdır ve bu imtiyaz noktasına birleştirici mihrak gözüyle ve dikkatle bakmak lâzımdır.
Hemen noktalayalım: Benim ve hamurunda parmak iz¬lerim bulanan yepyeni ve dipdiri mukaddesatçı Türk gençli¬ğinin ırkçılık ve kavimcilik diye bir davamız olamaz!
Ankara Üniversitesi’ndeki bir konferansımda “Eğer ga¬ye Türklükse, bilmek lâzımdır ki, Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür” diyen ben, ille ırkçılık ve kavimcilik mevzuun¬da bir suale hedef tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk ve kavim vakıasını, merkezindeki mukaddes var¬lık zaviyesinden Arap’ta bulduğumu söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap… Tıpkı bugünkü Türk değil dünkü Türk…” (BE 28, s.241)
Bir başka yazısında bize düşen dış politikanın temel ilkelerini madde madde verirken 2.madde olarak da yine Türkiye merkezli, Türk milletinin öncülünde bir İslam birliğini ısrarla vurgulama gereği duyar:
“2.İslâm ve Arap dünyasıyla tam bir irtibat; ve onlara bir zamanların İslâm birliğini yaşatan ve bu birliğin merkezi¬yetini kuran Türkün, şimdi aynı şuur yolunda olduğu itimadını vermek… “Her şey evvelâ Türk’te ve sonra bütün İslâm âleminde bozuldu ve yine her şey evvelâ Türk’te düzelmelidir ki, her yerde düzelsin!” düstûrunu bütün İslâm dünyasına kabul ettirmek… Rejimlerini teşvik ve ihtilâflarını tasfiye edici, tek kelimeyle onları güdücü ve merkezleştirici bir strateji takip etmek… Bu işi gerek mana ve gerek maddede tam güçlü ve teçhizatlı olarak yürütmek… Arab’ın ve İslâm milletlerinin düşmanları karşısında Türki¬ye’yi daima hesaba kattırıcı bir tavır muhafaza etmek…” (BE 66, s.100)
*Türk Milliyetçisi Bir Partiye Verdiği Destek: Necip Fazıl, Cumhuriyet Halk Partisi dışında sağcı, İslamcı ve milliyetçi fikriyatta olan pek çok partiye destek vermiştir. Bu bağlamda Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan’ın partilerine dönem dönem hem destek verdi hem de gerektiği yer ve zamanda bu kişilerin politikalarını eleştirmekten de geri durmadı. En son olarak da Alparslan Türkeş’in partisi olan Milliyetçi Hareket Partisi’ne destek verdi. Onun bu tutumu, Türk milliyetçisi kimliğinin bir başka yansımasıdır. Alparslan Türkeş ve partisi Milliyetçi Hareket Partisi ile ilgili görüşleri şöyle:
“Başındaki şahsiyetin başlangıçta 1960 gece baskınında rol almış insan olmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir yanlış adım atmayan, vakarını koruyan ve istikametini tam belirtmese bile önüne konulacak hedefi bulur bulmaz arslan kesileceği muhakkak bir gençlik yuğurmayı başaran ve tek kelimeyle her vasıta ve aleti yerinde, fakat ruhu tamamlanmaya muhtaç bir kadro…. Bu kadronun başı, yatalak bir idareye karşı fikirsiz bir hareket saydığı 1960 İhtilali manevrasında rolünü belli ettiğine ve bu cinayetten Türk milletinin ibrasına nail olmayı istediğine, ruhî muhtevaya köle olmayan posa ve kabuk milliyetçiliğini de safsata kabul ettiğine ve her şeyi ruha yani İslam’a dayadığını milyonlarca bastırdığı beyannamelerle haykırdığına göre bu şehadet kelimesinden sonra onun tepesine kılıç kaldırmak şöyle dursun, ahdine sadakati boyunca izinde gitmekten başka çare kalmamıştır.” (BE 28, s.266-267)
*Ülkücüler: Necip Fazıl, MHP’nin gençlik kolları gibi iş gören Ülkücülerle ilgili genellikle övücü sözler söyler. O ülkücüleri bu vatanın maddi ve manevi ırzına musallat olan Komünistlere karşı bir hisar olarak görür. Ülkücü gençlik, Allah’ın Türk ruh kökünün, tarihinin, namusunun savunucusudur ve sonuna kadar bu savunma yolunda gidecektir. (BE 66, s.270)
Necip Fazıl bir yazısında ülkücülerin yaptıkları işin önemini şöyle dile getirir:
“Mücerret ruh diplomalarını bağlamak zorunda oldukları aksiyon üzerinde şu andaki tavırlarına ait herhangi bir kıy¬met hükmü koymaktan kaçınarak ve bu kıymet hükmünü İslâm’dan başka hiçbir noktayla iliştirmenin mümkün olma¬dığını kaydederek majüskül harflerle vatan semalarına şu mahyayı çekmek isterdim.
EĞER ÜLKÜCÜLER OLMASAYDI, BU VATAN ÇOKTAN ELDEN GİTMİŞTİ!
1960 gece baskınının, için için kaynayıp 10 küsur yıl ev¬vel patlak verici neticesi olarak baş kaldıran ve tepesine der¬hal bir devlet ve hükûmet şahmerdanının inmediğini gören ve boyuna azan komünizma, hatta Demokrat Parti devrinin sonlarında başlattığı hareketi, şu bu kanallardan geçirerek bugün Türk’e karşı umumî bir katliâm haline getirmiş ve eğer Türk devlet ve milleti hâlâ ayakta durabiliyorsa bu da, Ülkücülere ait bir şeref olarak tecelli etmiştir. Riyazi hakikat budur; fakat kimde göz var ki, görebilsin!..
Bu saf, temiz çoğu şiddetle Müslüman Anadolu gençlerinin şimdiye dek verdikleri yüzlerce kurban, komünizma tanklarına engel olmak için kendilerini çelik paletler altına atan fedailerdir; ve şu anda ruhî (formasyon)ları ne gösterirse göstersin, sadece küfre karşı hamleleri bakımından mil¬letçe baş tacı edilecek kıymettedir.” (BE 66, s.23-24)
Necip Fazıl vatanın ve İslam’ın gerçek anlamda fedai kahramanları olarak gördüğü Ülkücüleri o kadar sevmekte ve o kadar yüceltmektedir ki, onları desteklemeyecek Müslümana Müslüman demiyor; hatta kâfirden daha aşağı bir din tahripçisi olarak görüyor. Şöyle diyor:
“Türk’e, her şeyden önce İslam’a, tarihe, an’aneye, madde¬si ve manasiyle Türk’ün ruh köküne saldıran, manada Mos¬kof veled-i zinalarının karşılarına aldığı hedef, bugün sadece Ülkücüler…
Onların böylesine ulvî bir manaya ehil olup olmadıkları ayrı mesele; fakat kendilerine bu mananın yakıştırıldığı, bir (laboratuar) gerçeği… Niçin, halis Türk Talebe Birliği başta olmak üzere öbür milliyetçi ve mukaddesatçı topluluklara saldırmazlar da Ülkücülere çullanırlar?.. Çünkü öbürlerini pörsük ve gevşek görüyorlar da onun için…
Hançeremizde “İslâm, yalnız İslâm!” nidasının yivlerin¬den başka ses kaydı olmayan ve 40 yıldır bu sayhayı kopa¬ran biz, avaz avaz haykırıyoruz ki, Ülkücüleri mahrum bu¬lundukları iddia edilemeyecek olan bu gayeye büsbütün perçinlenme şartiyle desteklemeyecek Müslüman, Müslüman değildir; ve Moskof kâfirlerinden aşağı ve belki daha zararlı bir din tahripçisidir.
Her gün nice felâketlere uğratılan, işittiğime göre nikâhlı zevcelerine kadar tecavüz edilip öldürülen, fakat ha¬berleri sızdırılmayan bu elmas gençleri, üzerlerindeki tozu alıp ve bazı çizgilerini düzeltip, muhtaç olduğumuz dinamik gücün bilmem kaç milyon silindirli motoru hâline getir¬mek, her Müslüman için farz olan cihadın başlıca farzlarından biridir; ve buna “hayır!” diyecek kim varsa, sade vatan haini değil, din suikastçısıdır.
Allah’ın, Ülkücülere lâyık gördüğü fedakârlık nasibine tam lâyık olmaları için elimizden geleni yapalım ve şimdi¬lik, özlediğimiz neslin fideliğini onlardan başka hiçbir züm¬renin vaad etmediğini bilelim!..
Yeter artık bu gaflet, hamakat, rehavet ve enaniyet!..” (BE 66, s.79)
*Türk Tarihine Yaklaşım:
Necip Fazıl, Türk tarihine önem verir ve tarihi günümüzü anlamak ve yorumlamak için bir zemin olarak alır. Türk tarihinde yüceltilecek değerleri öne çıkardığı gibi eleştirilecek yanlarını da ihmal etmez. Ona göre Türk tarihi bugünü ve geleceği sağlam temeller üzerine inşa etmek için yararlanılacak bir zemindir.
Türk tarihinin Cumhuriyet’le başlatılmasını kabullenemez. Şöyle der:
“Millî hayatımızın son yarım asrında her an her yerde davullar, düdüklerle ilan edildiği gibi biz “on beş yılda onbeş milyon Türk yaratmış her cinsten” bir millet ve memleket değiliz. Biz en eski zamanlarda vardık, dün vardık, bugün de varız.” (BE 66, s.295)
Necip Fazıl Türk tarihini değerlendirdiği birçok yazı ve konuşmasında bütünlüklü bir Türk tarihi değil; parçalı tarihi esas alıyor. Türk tarihini Cumhuriyetle başlatanlara kızıyor ama kendisi de Türk tarihini İslamlaşma dönemiyle başlatıyor, öncesini adeta yok sayıyor. Türk tarihini en eski zamanlardan değil, Türklerin Müslüman olduğu dönemden başlatıyor. Özellikle de Osmanlı döneminden başlatıyor. En çok Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan günümüze kadar geliyor. Daha önceki Türk tarihine; özellikle de İslam öncesi Türk tarihine hemen hemen hiç önem vermiyor, adeta yok sayıyor ya da İslam öncesi olduğu için reddediyor. Bu, doğru bir yaklaşım değildir.
Osmanlı tarihini de şu dönemlere ayırıyor:
1.Vecd ve Aşk Dönemi: Bu yükselme dönemidir. İnce kafa dönemidir. Bu devirde İslam bütün incelikleriyle Türk’ün ruh muhtevasını pırıldatır ve ruh kökünü, gölgesi üç kıtayı kaplayan haşmetli bir ağaç şeklinde verimlendirir. Yükseldikçe yükseliriz. (BE 66, s.26)
2.Gerileme ve Duraklama: Bu kalın kafa devridir. Ham yobaz ve kaba softa elinde akamet ve perişanlık çığırı… Vecd ve aşk kararmış, yerini mukaddes ölçülerin sır ve hikmet dışı ezberleme kalıpları almıştır. Alçaldıkça alçalırız. (BE 66, s.26)
3.Gerileme ve Alçalma döneminden sonra 4. Maymunlaşma Devri: Şahsiyetini yitirme ve maymunlaşma. Tanzimat dönemi. Ona göre Tanzimat hareketi, kısır bir Avrupalılaşma hareketidir. (BE 28, s.55)
“Bu mankafa devridir. Meseleleri kavramakta maymundan daha çilesiz taklit çığırı… Tanzimat ve sonrası… Maymun bile fındığı kabuğunu kırarak yerken, biz içinde inci bulmak hayaliyle istiridye kabuklarını çiğner, dişlerimizi kırar ve nefes borumuzu tıkarız. İsmimiz ‘hasta adam’dır.” (BE 66, s.27)
“Tanzimat hareketi bu muazzam davanın muhtemel hiçbir sualine cevap vermedi. Meseleyi saf tefekkür adamlarından ziyade basit siyaset adamları işledi. Cemiyet, sığ, kısır bir taklit psikolocyası ve ürkek, muvazaacı bir hamle içinde Garba doğru itildi.” (BE 28, s.66)
“Tanzimat’tan beri ölüyüz. O günden beri işimiz ölüye kan vermek… Gülhane Hatt-ı Hümayunu canlanabileceği sanılan cesede doktor değil de taslağı, hastane hademesi çapında birtakım ahmakların tertiplediği gayet adi bir reçeteden başka bir şey değil…” (BE 28, s.173)
5.Ruh Kökünü baltalama ve kurutma: Cumhuriyet Dönemi (BE 28, s.277-278)
Bu döneme ‘taş kafa devri’ der. “Her kabahati İslam’da bulan ve ne Doğuyu, ne de Batıyı hesaba çekebilen çeyrek aydınlar ve cahil açıkgözler elinde kökümüze kibrit suyu dökmeye başlarız. Halimiz içte ve dışta müflis adam… Evet taş kafa… Yahudilik kuklası ittihatçılarca açılan bu devir, müthiş bir küstahlık ve kendini beğenmişlikle ilk iş olarak hâlâ Hasta Adamın elindeki İmparatorluğu bir kalemde Batıya kurban eder. Bu defa Batı dünyasıyla tam bir muvazaa sonunda elde ettiği istiklalini nüfus kağıdını değiştirmek, İslam kaydını karalamak ve tabiiyetini laik ve liberal dünya olarak tayin etmek yolundan bugüne kadar gelir; ve işte İkinci Dünya Harbi peşinden de ne Doğunun benimsediği ne de Batının kabullendiği bir müflis şeklinde ortada kalır.” (BE 66, s.27)
“Ondan sonra Cumhuriyet gelir ve ölüye makyaj yapmak yerine, iskelete kan verme devri başlar. Bu devirde kendisini mekân yani madde planında korumuş olan Türk’ün zaman yani ruh planında müdafaasız bırakılması cereyanı açılır. Dış düşmandan kurtulan Türk, şimdi iç düşmana zebundur. Ruh kaynağıyla muvasalası kesilmiş, öz kültür yolları tıkanmış, ahlak ölçüleri parçalanmış, kısacası ruhu iskelete dönmüştür.” (BE 28, s.173)
Cumhuriyet döneminin de en çok 27 yıllık Halk Partisi iktidarı dönemini eleştirir. Bunda haklı değerlendirmeleri olduğu gibi, haksızca eleştiri ve saldırıları da vardır.
*Dil Milliyetçiliği: Necip Fazıl, Türkçe üzerinde de çok yazı yazmış bir Türk aydınıdır. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşan Öztürkçecilik akımına karşı yaşayan canlı Türkçeyi esas almış, Türkçemizin Arapça ve Farsça söz varlıklarından arındırılmasına karşı çıkmış, bu bağlamdaki Öztürkçecilik çalışmalarına “uydurukça” diye şiddetle eleştiri getirmiştir. Arapça ve Farsçadan Türkçemize girmiş, yerleşmiş, yazı ve konuşma dilinde varlığını korumuş olan dil yapısını korumaya ve savunmaya çalışmıştır. Kendisi de yazı ve konuşmalarında Osmanlı Türkçesinin bu zengin varlığını kullanmıştır. Bugünkü nesiller onun eserlerini okurken Osmanlı Türkçesi sözlüklerine sıklıkla başvurma gereği duyarlar. Ona göre Osmanlı Türkçesi diyebileceğimiz dil yapısı içinde yer alan Arapça ve Farsça söz varlıkları Türk-İslam kültürünün kodlandığı kavramlardır. Öztürkçeciler, dilimizi bunlardan arındırmakla bizi, yeni nesilleri tarihinden, kültüründen, manevi ve millî değerlerinden, İslam kültüründen koparmak istemişlerdir.
Şöyle der:
“Türkçeleştirme yaftası altında girişilen, bir milleti gönlünden budama işi, asla bir lisan meselesi olarak ele alınamaz. Bütün dava, içimize sinmiş, beynimizin girinti ve çıkıntılarına oturmuş, bizim olmuş Arapça ve Farsça kelimeleri tehcir ve taktil (sınır dışı etme ve öldürme) kastından doğuyor. Plan açıktır: Türk’ü İslam kültüründen koparmak… Ve bu plan hep dönmeler, Yahudiler, Moskoflar elinde işletilmiştir. Türk olmayanların Türk’e ve Türkçeye himmeti!… Bu işin nedeninin nedenine başka neden aramak neden?…”(BE 66, s.128-129)
Necip Fazıl, Türkçenin malı haline gelmiş Arapça ve Farsça söz varlıklarını dilimizden arındırma işi olan ve Türk Dil Kurumu öncülüğünde yapılan bu işe eleştirilerini şöyle ifade ediyor:
“Türkçe katl-i âmının önünde gidiyorsunuz! Böylece Türk’ün mazisiyle arasını açmak, kültür bağlarını koparmak ve kökünü Doğudan sıyırıp Batıya da iliştirememek ve muallakta çürümekten ibaret encamını gerçekleştirmekte gizli Batı ajanlarına parmak ısırtıcı bir mamül madde hüviyetini temsil ediyorsunuz! Bu imal işinde Amerikan tesirinin ne nisbette nafiz olduğunu bilemem! Bildiğim bir şey varsa orada ruhunuza verilen kıvam, son halinize gayet müsait bir zemin teşkil etmiş ve nihayet başımıza Halk Partisi şekavetini sosyalizma mezbahasına bağlayıcı ve böylece onun düşük takatini canlandırmaya kalkışıcı bir Ecevit türemiştir.” (BE 66, s.11)
Necip Fazıl Türkçeyi tarihinden, derin anlam katmanlarından, tarihî, millî ve İslamî kültür köklerinden kopardığına inandığı Türk Dil Kurumunun kapatılması teklifinde bulunur:
“KAPATILMASI GEREKEN DERNEK
Bizi dışımızdan helâk etmeye bakan demekleri kapat¬maya ne hacet!.. İçimizden çürütmeye bakanları görelim ve onları kapatmaya davranalım!..
En başta ‘Türk Dil Kurumu” isimli, gayr-ı Türk lisan su-i kastçılığı ocağı… Türk ruh ve kafasını yangın yerine çevi¬rip üzerine zift karası kurumlar yağdıran kurum…
Geçenlerde bilmem kaçıncı Büyük Kurultayını topladı; kürsüsüne bilim adamı sıfatiyle, lügatların sıfat bulmaktan aciz olduğu bir takım tipler çıkardı, davasını bu adamlara övdürdü; peşinden anarşiye bile aciz, hükûmete söz hakkı verip lisan anarşisini de onun himayesi altına koydu.
Bu mesele hiç bir zaman ciddi ve samimî memleket fikircileri, edipleri, bilginleri ve sanatkârlarından kurulu bir toplulukça ele alınmamış, Türklük dışı ellerde hain bir stra¬tejiye alet edilmiş, davanın köküne ve künhüne inmekten kaçınılmış, aynı davanın başka milletlerdeki maceralarına ve bağlandığı ölçülere sırt çevrilmiş; ve her şey kargaların başkanlık ettiği güzel sesli kuşlar topluluğunda bir buyruk, günlük emir mahiyetinde yürütülmek istenmiştir;
-Benim gibi öteceksiniz! Kuş dili budur!
Bu, esasında kuş diline düşman karga dilidir; ve ferde hiç bir fiilî acı çektirmeden onun içtimaî ruhunu boğucu ve so¬nunda ferdi çürütücü sosyal bir katliâmdır. 50 yıldır süren ve son 17 seneden beri, işi, enflasyon parası kadar yüksek bir doza çıkaran korkunç bir his iptali şırıngası…
Şu cümleye dikkat buyurun:
“Bu işde âmil olanlarca ne gibi müessirler peşinde, ne türlü saiklere baş eğdiklerini ortaya dökememekteki sebep nedendir?”
Aynı cümleyi bir de karga diliyle belirtiniz:
Bu işde neden olanların ne gibi nedenler ardında, ne türlü nedenlere baş eğdiklerini ortaya dökememekteki ne¬den nedendir?”
Misalin tahlil ve teşrihini selim akıllı Türklere bırakıyor ve yalınız şu kadarını söylemekle yetiniyorum:
-Gerçek bir kurtuluş hamlesinin, bu vatanda, ağzı taşlar¬la örülü bir kuyu gibi kapatmakla mükellef olduğu ilk der¬nek “Türk Dil Kurumu’dur.”
Necip Fazıl harf inkılabına da karşı olmuştur. Ancak bu eleştirisinde haksızdır. Eski Osmanlı harflerini hem Müslüman, hem de Türk kabul eder. Onların önemine vurgu yapar:
“Şaraba şıra adını verir gibi Yeni Türk Harfleri yaftası altında kabul ettikleri Latin Harfleri bahsini hem de akademik cephesiyle tekrar eşle alacağımızı kaydetmiştik. (…)Ciğerimize kadar İslam ve bal gibi Türk, eski harfler devresindeyse o beğenmedikleri imla zorluğu işte kelime usulüne göre bir metot tutturabilmiş ve her kelimeyi tespit edici bir ansiklopedi meydana getirilmiş olsaydı hiçbir mahzur ifade etmeyecek ve işi onbaşı kültürü üstünde tutucu ve sefil kolaylıklara düşürmeyici bir seviye gösterecekti.” (BE 66, s.161-162)
Necip Fazıl’ın harf inkılabı ile ilgili görüşleri şöyle:
“Bu işin toplu hükmü şudur ki:
1.İslâm harfleri ve bütün Müslüman milletlerin alfa¬besi olmak gereken yazı unsurları, Batı öğretim bilgisinin vardığı son “kelime usulü” metoduna göre manaların nakşı¬nı vermek bakımından dünyanın en ileri yazı vasıtasıdır. Hem ameliyede ve (stenograf) kıymette, hem de (estetik)te, güzellikte, sanatta…
2.İslâm harflerinin değerlerinden belki en büyüğü, in¬sanda zekâyı beslemesi ve davayı sadece kolaylıkta gören basitleştirici, dümdüz hale getirici mankafalığa mâni olma¬sıdır. 100 kişilik bir cemiyette irfan yönünden her ferdin 1 gram ağırlık belirtmesi mi, yoksa 10 kişinin birer kilo çek¬mesi mi cemiyet hesabına üstünlük ifade eder. Neticede her¬kes çalamıyor gerekçesiyle kaynana zırıltısı düdük tercih edilmiştir.
3.Sırf İslâm’la aramızı açmak için benimsenen bu hare¬ketin arkasında Batılının din ve irfan kaynağında erimek ve hatta onlarca akraba kabul edilmek bile mümkün olmadığı¬na ve olamayacağına göre, netice muallâkta kalmak olmuş ve başımıza ne geldiyse -bugünün felâketi de dahil- kaynak¬ların en mükemmelinden kopup en kötüsüne de yapışamamak yönünden gelmiştir. Çok basit bir hadise gibi görünen Lâtin harfleri maymunlaşma hareketinin ilk şifresidir. Ve bundan, şu veya bu fert değil, bütün bir nesil mamüldür.
Bu işin düzeltilmesi imkânı da, Türkiye’nin her sahada kurtuluş davasına eş olarak muhal derecesinde bir zorluk ifade etmektedir. Şimdilik bu işin düzeltilmesi değil, anla¬tılması ve anlaşılması gayretinden başka yapılabilir bir şey kalmamıştır.
Ellinci yıl dönümünü televizyonda kutladıkları Lâtin harfleri münasebetiyle kaleme aldığımız yazılara birkaç (garnitür) not eklemek yerinde olur:
1.Arap harfleri diye isimlendirdikleri aslında İslâm harfleri, Müslüman milletlerde onların ruhî mizaç, üslûp ve (estetik) ölçülerine göre tek esas etrafında ayrı şekiller belir¬tir. Kûfî hal Arabın, ta’lik İranlının, rik’a Türkün, sülüs de umumi olarak herbirinindir. Demek ki umumiliği içinde ta¬mamen millî, Kubbeler ve mimariler arasındaki fark gibi…
2.Lâtin harflerinin kabulünden sonra taraftarlarının âdetâ bir taassup ve prensibe sadakat hamakatlığı içinde as¬la eski harflerle yazı yazmadıkları iddiası kuyruklu bir ya¬landır. Rejimin baş dalkavuklarından Falih Rıfkı Atay, ya¬zılarının müsveddesini hep eski harflerle kaleme almış ve düşünce kabiliyetini hep o zemin üzerinde harekete geçirebilmiştir. Onun içindir eski harf bilen ve dizgi makinesinde onları yeni harfe çeviren operatörler yakın zamanlara kadar devam etmiş ve en makbulleri sayılmıştır.
3.Amerikalı pedagoji mütehassıslarından bir profesör, harf devrimi zamanında “sizin bu harfleri almanız ruhî, İçtimaî ve terbiyevî zarar olarak Amerika’nın bütün maden¬lerini kaybetmesi kadar büyük bir ziyan olur!” demiştir.
4.En hızlı konuşan bir hatibin sözlerini kelime sektirme¬den not edebilecek kadar çevik ve tamamen millî bir harf manzumesini fırlatıp atmak için güneşi isli petrol lâmbasiyle değiştirmeğe razı olacak derecede ahmak ve duygusuz olmak gerektir.” (BE 66, s.164-166)
*Üniter, Tekli Devlet Milliyetçiliği: Milliyetçilerin temel kavramlarından biri, devletin tekliği ilkesidir. Devleti eyaletlere bölmek, federasyon sistemini getirmek, özerklik, kantonculuk gibi bölücü fikirlere şiddetle karşı çıkarlar. Çünkü Türk milliyetçiliğinde devletin, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğü, bölünmezliği temel ilkedir. Necip Fazıl da bu düşünceyi benimsemiş olup bölücü fikirlere karşı olmuştur. Şöyle der:
“Nereye sürüklenmek istiyoruz? İstanbul ve İzmir üzerinde Yunan, Diyarbakır ve etrafında Kürt, Kars ve çevresinde Ermeni bayraklarını dalgalandırma hedefine bağlı kompleks bir planın evvela Türkiye’yi sahipsiz bırakma zeminine mi?” (BE 66, s.17)
*Eğitimde Milliyetçilik:
Necip Fazıl, Türk eğitim sisteminin tamamen yerli ve millî olması gereği üzerinde durur. Zira istiklalimiz, devam ve bekamız buna bağlıdır. Şöyle der:
“Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu beşerî vasfına rağmen, millî bir damgayla mühürlü değil midir? Hendesenin Yunanlı, cebirin Arap olmasındaki hikmet neyi gösterir? Müspet ilimler dediğimiz kanunlarını saf ilimlerden alan ve kuru kalıplar halinde donan teknik sahası müstesna saf ilimde millî tefekkür zaruretinden yüklenebileceğimiz bir pay mıdır? Bu pay yüklenilemedikçe mahkum ve tâbi milletten ileriye geçmek imkanı bulunabilir mi?” (BE 66, s.63-64)
Yazımızı Necip Fazıl’ın kim olduğunu bizzat kendi tanımlamasıyla bitirelim:
“Ben buyum:
1.Milliyetçi-Anadolucu (Kopya Avrupacılığına zıt, Avrupa emperyalizmasına zıt)…
2.Ruhçu (Maddeciye zıt)…
3.Maveracı (Hem softaya zıt, dinsize zıt) …
4.Şahsiyetçi- keyfiyetçi (Başıboş fert haklarına zıt, standart ölçülere zıt)…
5.Mülkiyette tahditçi (Büyük ferdi sermayeciliğe
zıt)…
6.Sanat, fikir ve ilimde tecritci – safiyetci (Köksüz ve kabataslak teşhis sistemlerine zıt)…
7.Kafa ve ruh mümtaziyeti bakımından sınıfçı (Anti-demokrat)…
8.Tek görüş etrafında müdahaleci (Anti-liberal)…
Bugünkü dünya rejimlerine nispetle öz:
Hususî bir görüş zaviyesinden anti-komünist, anti-faşist, anti-liberal.
İşte benim ana hatlarım! Bunları fikir namusu zoruyla ve serlevha ağzıyla bildiriyorum. Ta ki beni okumaya ve aramaya zahmet edenler, hücremi bu anahtarla açsınlar. Böylece ne olduğunu haber veren ölçülerin, nasıl olduğu meydana çıkacaktır. Bu nasılın mimarisi üzerinde mısradan destana ve fıkradan kitaba kadar hak sahibiyim. 1 Mayıs 1939” (BE 30, s.104-105)